14 Haziran 2019
Sayı: KB 2019/22

İşçi sınıfı kölelik dayatan rejimden hesap sormalıdır!
Gerici-faşist iktidara geçit yok!
ABD ile ilişkilerde S-400 düğümü
Eski Tayyip Erdoğan’ın bugüne itirafları
Kürt halkı unutmayacaktır!
Açlık grevi eylemcilerinin tedavileri engelleniyor
Metal TİS’leri mücadele dinamiklerinin birleşip örgütlendiği bir süreç olabilmelidir!
“Onurumuz ile yaşamaya devam edeceğiz!”
Karadeniz: Bir halklar mozaiği - Habip Gül
Kriz, kadın işçiler ve taleplerimiz
15-16 Haziran Direnişi’nin mirasına sahip çıkalım!
Boşanma davalarında arabuluculuk
“Çevreci” Türkiye
Gündelik hayatın içinden İstanbul seçimleri
Clara Zetkin: Son nefesine kadar mücadele eden bir devrimci
‘84 ölüm orucu direnişi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Çevreci” Türkiye

 

Gezegenimizin en temel sorunlarından biri çevre kirliliği ve iklim krizidir. Dünyadaki kirliliğe dair yayınlanan raporlarda bu kirliliğin her geçen yıl daha da arttığına dair veriler yer alıyor. Özellikle plastik ürünlerin kullanımına dikkat çekilip, tüketilmemesi için ‘farkındalık’ yaratmak adına çeşitli uygulamalara baş vurulsa da plastik üretimine kısıtlama getirilmiyor. Plastik poşetleri paralı hale getirmek vb. yöntemler ile “çevre duyarlılığı” sergileyen sermaye devletleri, bizzat kapitalizmin eseri olan kirliliği dahi kâr alanına çeviriyorlar.

Kapitalistlerin kendi çıkarları uğruna gezegeni talan etmeleri ağır çevre sorunlarına yol açarken, nüfus ve kentleşme oranının artışı da bu sorunları büyütüyor. Günümüz ‘modern’ yaşamında dayatılan tüketim alışkanlıkları sonucunda son 50 yılda plastik kullanımı 20 kat arttı. Bugüne kadar 8,3 milyar ton plastik üretildiği belirtiliyor ve bu plastiğin 6,3 milyar tonu atık durumunda. Her sene denizlere 12 milyon ton plastik karışıyor. Plastik malzemelerin doğada yok oluş süreci 1000 yılı buluyor. Bir ısı yalıtım ve ambalaj malzemesi olan straforun doğada çözülmesi 5 bin ile 2 milyon yıl sürüyor.

Elbette çevre kirliliği sadece plastiklerden kaynaklanmıyor. Ancak dünyanın ekolojik dengesini bozan tonlarca çöpün başında plastik ve türevleri yer alıyor.

Plastik poşetleri 25 kuruştan satarak “çevreci” kesilen Türkiye’nin, Akdeniz’i kirleten ikinci ülke olduğu açıklandı. Akdeniz’deki plastik kirliliği ile ilgili yapılan araştırmaya göre Mısır ilk sıradayken, en fazla atık bırakan ikinci bölge Adana oldu. Adana’nın ardından İspanya ve İsrail geliyor.

Deniz, nehir ve ormanları acımasızca yok eden kapitalist devletlerin bir de ‘plastik atık ihracatı’ adında bir ticaret ağı var. Gelişmiş kapitalist devletler çöplerini diğer ülkelere satıyorlar. Çin, Malezya, Vietnam ve Tayland plastik ithalatını durdurma kararı aldılar. Bu karar sonrasında atık plastikler Endonezya, Hindistan ve Türkiye’ye gönderilmeye başlandı. Çöpleri yollayan ülkelerin başında ABD, Almanya, İngiltere ve Japonya geliyor. Türkiye, Malezya’dan sonra İngiltere’den en çok çöp alan ikinci ülke konumunda. Emperyalist devletlerin kendi ülkelerinde çevre sorunlarını azaltmaya yönelik çözümleri, çöplerini diğer ülkelere satmak olsa da toplamında dünya kirleniyor, bu durum dolaylı olarak iklim değişikliğine de katkı sağlıyor.

Türkiye’ye 2016 yılında aylık 4 bin ton ithal atık gelirken, 2018 yılında 8,5 kat artarak 33 bin ton ithal atık gelmeye başladı. Özellikle Mersin ve İzmit limanları yurtdışından gelen çöplerle dolmuş vaziyette. Türkiye geri dönüşüm alt yapısını henüz oluşturamamışken, dışardan gelen bu çöpleri doğaya atıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gelen atığı denetlemiyor, gelen bu atıkların arasında tehlikeli tıbbi atıkların da olduğu belirtiliyor. İthalatçı firmalar 20-25 tonluk atık getiren konteyner başına 2 bin avro alıyorlar. Bu firmaların kazançları uğruna ülkemizin doğası pervasızca kirletiliyor.

Öte yandan sermaye iktidarı, “küresel iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında en önemli uluslararası anlaşmalara imza attık” diyerek yalan söylüyor. Taraf olunan Paris Anlaşması henüz Meclis’ten geçmiş değil. BM, OECD, G20 ve AB gibi uluslararası kuruluşların çevre ve iklim sorunlarına dair çözüm üretebileceklerini beklemek de yanlış olur. Bu ülkeler kendi çöplerini satıyorlar. Hava kirletme oranlarını diğer ülkelerden satın alıyorlar. Türkiye gibi ülkeler ise bu anlaşmalara taraf olarak, iklim fonlarından para aktarılmasını hesap ediyorlar.

AKP “çevrecilik” adına “doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir bir anlayışla yönettik” ifadelerini kullansa da ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporlarının yandaş sermayedarlar için oluşturacağı engelleri kaldırma yolunda düzenlemeler yapıyor. Örneğin Ilısu Barajı projesi ile 12 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf sular altında bırakılacak, Dicle Havzası’nın ekosistemi yerle bir edilecek. Yine de bu projeden vazgeçilmiyor. Keza Mersin Akkuyu’da inşa edilen Nükleer Santral tesisi ÇED raporundan olumsuz yanıt alsa da Rusya ile yapılan antlaşmalar ile santral yapımına devam ediliyor. Şehirlerin ne şekilde betonlaştırıldığının, seçim malzemesi olarak kullanılan mega projelerin doğayı nasıl bozduğunu uzun uzadıya yazmanın gereği bile yok.

Sonuç olarak kapitalist açgözlülüğün kitabında doğayla uyum ve çevreyi korumak değil, kâr uğruna dizginsiz talan ve yıkım vardır. “Çevre sağlığını gözeten bir üretim, kentleşme, enerji ve ulaşım politikası” ancak işçi sınıfının iktidarda olduğu bir düzende mümkündür. Zira sosyalizmde “Bu, toplum sağlığının vazgeçilmez koşulu sayılır. Kapitalizmden miras çevre tahribatının giderilmesi, doğal çevrenin, toprağın, suyun ve havanın korunması için köklü önlemler alınır.” (TKİP Programı)

 

 

 

 

Bir sağlık emekçisi:

Kadroya alındığımız gün tamamen ortada kaldık

 

Ben Kanun Hükmünde Kararname ile taşerondan devletin hastane kadrosuna alınan bir işçiyim. Hükümet yıllarca kadroya alacağını söyleyerek bizi oyaladı. Seçim dönemlerinde ısıtıp ısıtıp aynı vaatleri önümüze koyarak, işçilik onurumuzla oynadı. Yine seçim dönemi gelip çattığında aynı taktikle bize yaklaştı. Kadro karşılığında bizden oy istedi.

Türkiye genelinde binlerce taşeron işçisi güzel umutlar besleyip kadroya geçmeye sevinmişti. Ancak bize verilen ücret açlık sınırının altında kaldı. Sadece %4 oranında zam aldık. Bu zam enflasyon karşısında daha cebimize girmeden eridi bitti.

Mevcut hükümet, bu kadronun tamamen içinin boş olduğunu bize göstermiş oldu. KHK ile gelen yasaya itiraz etme hakkımız yok. Mahkemeye gitme hakkımız yok. Sağlık işçisi olduğumuz için grev hakkımız yok. Toplu iş sözleşmesine dahil olmak istiyoruz ama sürekli ileri bir tarih vererek, bizi oyalamaya devam ediyorlar. Bize verilen bu içi boş kadro bir lütufmuş gibi gösteriliyor. Şükretmemizi söylüyorlar.

Bizler kadroya alındık ama memurlar ile aynı şartlara sahip değiliz. Tayin isteyemiyoruz. Çalışma saatlerimiz her gün 1 saat arttı. Çalışma alanlarımızdaki yöneticilerimiz bizi daha fazla çalıştırabilmek için mobbing uyguluyor. Toplantılarda biraz hakkını savunan arkadaşımız olursa, hastanenin en yoğun yerine sürgün edilerek susturuluyor.

Bu kadar zorlu şartlar karşısında, bağlı olduğumuz HAK-İŞ sendikası yönetimi bizim tepkilerimizi yatıştırmakla uğraşıyor. Hükümeti savunarak, içeriğinin ne olduğunu bile anlamadığımız sözleşmeler imzalamamızı istiyor. Bize dayatılmış sözleşmeyi imzalayarak açlığa ve yoksulluğa itilmemize sebep oluyor. Seçim faaliyetleri yürütür gibi sendikacılık yapıyor.

Taşerondan kadroya geçen sürekli işçiler olarak bizler biliyoruz ki yıllardır aynı aldatmacanın içerisinde dönüp duruyoruz. Haklarımızı taşeron şirketten alamıyoruz çünkü onlara bağlı değiliz. Haklarımızı devletten alamıyoruz çünkü toplu iş sözleşmesine dahil değiliz. Kadroya alındığımız gün aslında tamamen ortada kaldık.

Bu arada bir de kıdem tazminatımıza göz diken hükümet ve işbirlikçi sendika bürokrasisi İstanbul’da seçimi kaybedince tekrar kapımızı çalmaya başladı. Ama bizler seçim vaatleri değil, insan onuruna yakışacak ücret ve sosyal haklar istiyoruz. Bunun yolu da ancak örgütlü olmaktan geçer. Benimle aynı sorunları yaşayan tüm arkadaşlarımı mücadele etmeye davet ediyorum.

Küçükçekmece’den bir Kızıl Bayrak okuru