İçindekiler:

08 Ocak 2021
Sayı: KB 2021/Özel-02

Yaklaşan baharın ayak sesleri
“Kayyım rektör istemiyoruz”
Bahçeli’nin Boğaziçi korkusu
Rejim pervasızlığını aşıda da sürdürüyor
Pandemi sürecinde komplo teorileri
“Acı reçete” yılını mücadele yılına çevirelim!
Koronayı fırsatçılığının yeni adımı asgari ücret
Direnişçiler buluştu
Şükretmek mi, mücadele mi?
“Cumhuriyet’in kazanımları” çizgisi / 1 H. Fırat
Ortadoğu’da son gelişmeler
ABD ve İsrail’in İran sendromu
Trump destekçileri Kongre’yi bastı
Arjantin’de kadın hareketinin zaferi
Pandemi yılında kadınlar
Bir devrimci işçinin ardından
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

100. Yılında Tarihsel TKP...

“Cumhuriyet’in kazanımları” çizgisi / 1

H. Fırat

 

Umutların korunduğu ilk on yıl

SİP 2000’li yıllara büyük umutlarla girdi. O dönemki metinler üzerinden bunu yeterli açıklıkla görebiliyoruz. Bunda temel etken, görmüş bulunduğumuz o “özgün” tahlil üzerinden, 28 Şubat sürecinin restorasyon programına bağlanan umutlardı. Hatırlayalım: Burjuvazi ve düzen ordusunun el birliği ile uyguladığı “restorasyon programının hedef listesi, solun tezlerini fazlasıyla doğrulayan ve meşruluk kazandıran bir nitelik”teydi. Böyle olduğu içindir ki “gericiliğin dibine çekilen toplum bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dönüyor”du. Doğal olarak bu gelişme sol siyasal yaşam ve çalışma için büyük bir rahatlama ve imkan anlamına da gelecekti. Kaldık ki böyle bir “restorasyon programı”yla hareket eden kurulu düzen artık istese de sola eskisi gibi dokunamayacaktı (oysa devrimci hareket tam da bu dönemde ezilmemiş miydi?). Zira “gelinen noktada emekçi ve sol bir siyasal bölmenin reddi hem hayata geçirilemeyecek bir tutarsızlık anlamına gelecektir, hem de öznel niyetler ne olursa olsun siyasetin mantığı gereği bu ret gerçekçi olmayacaktır.” (Aydemir Güler, Gelenek/69). “Gelinen nokta” 2001 yılı sonuydu. “TKP Açılımı”nın yapıldığı o aynı tarih... Ve açılımı yapanlar, adeta güvence almışçasına, kurulu düzenin “sol bir siyasal bölme”yi reddetmeyeceğini, zira bunun hem “tutarsızlık” olacağını hem de “gerçekçi” olmayacağını söyleyebiliyorlardı. Bu denli umutlu ve güvenli idiler.

Umutları büyüten başka gelişmeler de vardı. Üzerinde durmuş bulunduğumuz için yalnızca birer cümle halinde anımsatmakla yetinelim. Görünürde “devrimci demokrasi” nitelemesi üzerinden küçümsemelere konu edilen, gerçekte ise inatçı devrimci kimliği üzerinden kendileri için uzun yıllar boyunca derin bir kompleks kaynağı oluşturan solun devrimci kanadı ezilmiş, iddia doğruysa artık sahneden silinmişti. Boşluğu doldurarak solda etkili bir güç odağı (“sol siyasal bölme”!) olarak sahneye çıkmanın önündeki engellerden biri de böylece ortadan kalkmıştı. Öte yandan Kenya Komplosu ve İmralı teslimiyetinin büyük bir özgüven yitimine ve kargaşaya ittiği Kürt hareketi gerçeği vardı. Bu ise Kürt gençlerini saflara çekmek için olduğu kadar, Türk ve Kürt işçilerini artık komünist sıfatıyla sahneye çıkan bir tek “sınıf partisi”nde örgütlemek için bir başka önemli fırsat ve olanaktı. Kemal Okuyan bunu açıkça dile getirmekte bir sakınca görmüyordu (YKP Radyosuyla söyleşi). “Özellikle 1998 yılında Öcalan’ın Roma’ya getirilişi ve ondan sonra yakalanışı ile birlikte, Türkiye’de Kürt ve Türk emekçilerinin aynı örgütte örgütlenmesinin” önünün açıldığını, TKP adını bu nedenle de almak istemediklerini, Kürt işçilerini daha kolay örgütleyebilmek bakımından KP adının daha uygun bir tercih olduğunu söylüyordu. (Yalnızca birkaç ay sonra bir yana bırakılacak türden bir uygun tercih!)

Tüm bu olumlu ve elverişli gelişmelerin ortak bilançosunu, 28 Şubat’ın beşinci (Şubat 2002) yılındaki değerlendirme üzerinden görmüştük. Burjuva demokrasisini çok abartanlar henüz anlamıyor olsa da, burjuvazinin 28 Şubat “restorasyon programı” sayesinde Türkiye artık laik-demokratik bir ülke olmuştu. “Gelinen noktada” Türkiye burjuvazisinin baskı ve zora özel bir eğilimi yoktu. “Hemen her ülkede kapitalistler, sömürü çarkının daha az şiddet kullanılarak dönmesi(ni), artı-değer makinesinin mümkün olduğunca piyasanın gücüne yaslanmasını ister”di. “Toprağımızın egemenlerinin” bu konuda nesi eksikti ki? “Zaten kapitalizmin doğasında böylesi bir ekonomik tahakküm ve özgürlük anlayışı” yok muydu?

Sonuç olarak “topraklarımız bereketli”ydi ve yeni bir perde aralanmış, “TKP” sahneye çıkmış, bu bereketi devşirmeye hazırdı.

1997’den 2007’ye kabaca on yıl boyunca SİP-TKP’nin Türkiye’de olayların seyrine bakışı buydu. Haliyle bunun ürünü bir iyimserlik içindeydi. Yine de, ilk beş yılın açık ve net iyimserliği, ikinci beş yılın gelişmeleri altında yıldan yıla gölgelenmeye başlandı. Umutlar hala korunsa da endişe verici alametler çoğalıyordu. Nasıl olmasın ki? 28 Şubat’ın beşinci yılında kaleme alınan değerlendirmenin daha mürekkebi kurumadan, aynı yılın sonunda, o törpülenmesi ve sahnenin kenarına itilmesi beklenen dinsel gericilik, AKP çatısı altında parlamentonun çoğunluk partisi olarak tek başına hükümet olmuştu bile.

Buna rağmen umutların ikinci beş yıl boyunca korunması nedensiz değildi. Demokratikleşmeyi teşvik ettiği düşünülen emperyalist odakların ve demokratikleşmeyi tercih ettiği düşünülen burjuvazinin başından itibaren AKP’yi her bakımdan desteklemeleri (ki zaten kendi öz projeleriydi!) can sıkıcı bir gelişme olsa da, sağ ve sol kanatlarıyla kemalist ordu ve bürokrasi henüz ayaktaydı. Nitekim AKP iktidarıyla başlayan “değişim, eski yapı adına Kemalizmin, sağa veya sola bakan bütün veçheleriyle gösterdiği dirençle karşılaşınca, ortaya, devletin kilitlendiği ve çözülmeye uğradığı bir tablo” çıkmıştı. Yani çözülme sürecine girmiş görünse de, “Cumhuriyet” hala direniyordu. Bu direniş çözülmeyi geciktiriyor, AKP hükümetini dizginlediği ölçüde “devleti kilitliyor”du. “2007 seçimleri pat durumunun aşılmasına sahne oldu ve Türkiye siyaseti yeni bir rejim doğrultusunda ilerlerken, devletteki kilitlenmenin de açıldığını gördük...” (TKP 10. Kongre Raporu, Temmuz 2011)

Böylece 28 Şubat’la (1997) başlayan umutlu dönem 12 Haziran 2007 seçimleriyle birlikte sona ermiş oldu. Seçimleri izleyen aylarda önce “eşi türbanlı” bir cumhurbaşkanı Çankaya’ya çıktı. Ardından Tayyip Erdoğan aynı yılın Kasım ayında Washington’da huzura çıktı. Burada sonuçları bakımından son derece önemli bir mutabakata varıldığı çok geçmeden anlaşıldı. 2008 yılı, Ergenekon Operasyonları dalgası ile başladı. Bahar aylarına ulaşıldığında artık işler kemalist ya da “ulusalcı” sayılan generallerin peş peşe tutuklanması aşamasına varmıştı bile.

Özellikle bu sonuncusu, işlerin anlı şanlı generallerin tutuklanmasına kadar varması, “Cumhuriyet’in kazanımları”nın savunulmasına ilişkin bütün umutların da sonu oldu.

Aynı yılın temmuz ayında, SİP-TKP programatik değerde önemli bir belge (broşür) yayınladı: “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde”.

SİP-TKP için “Cumhuriyet’in kazanımları”nın savunulması çizgisine dayalı yeni bir dönem başlıyordu.

“Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde”

On yılın ardından “felaketin eşiği” olarak tanımlanan bir dönüm noktasında köklü ve kapsamlı bir yeni değerlendirme yapmak ve yeni döneme bunun ışığında hazırlanmak sol bir parti payına kuşkusuz yerinde bir davranıştır. Yine de bu belgenin temel önemde bir kusuru, daha ilk anda dikkat çekmektedir. Türkiye için “felaketin eşiği” ile sonuçlanan dönem, 28 Şubat’la başlayan on yıllık bir sürecin kendisidir. SİP-TKP ise zamanında bu sürece ilişkin en özgün tahlile sahip olmakla övünen, dahası onun 2002 başında iyi kötü bir burjuva demokrasisi ile taçlandığını da ilan eden partidir. Oysa şimdi aynı sürecin 2008 ortası itibariyle Türkiye’yi bir “felaketin eşiği”ne getirip dayattığını söylemektedir. Bu durumda asgari ciddiyete sahip her parti gibi SİP-TKP’nin de kendi yanılgılarının özeleştirel bir değerlendirmesini ortaya koyması beklenmez mi?

Oysa “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” broşüründe 28 Şubat sürecinin bahsi, bir dönem olarak bir yana, biri dolaylı iki değinme dışında bir teknik ifade olarak bile geçmiyor: Aynı ketumluk iki yıl sonra (Kasım 2010) yayınlanan 90. Yıl Tezleri için de geçerli. Modern Türkiye tarihini çeşitli başlıklar altında boydan boya ele alan ve eleştirel değerlendirmelere konu eden iki temel metin, büyük umutlara konu edilen ve yaklaşık on yıl süren bir süreci yok sayabilmiştir. Bu yok sayış, kendi temel önemde yanılgılarını, sürecin yanlış anlamlandırılması, dolayısıyla boş hayallere ve oportünist politikalara dayanak yapılmasındaki sorumluluklarını da yok saymak anlamına geliyor. Bu da bize SİP-TKP’nin siyasal ciddiyetinin öteki yüzünü gösteriyor.

Doğrusu bu davranış çok da şaşırtıcı değildir. İlkin bu insanlar devrimci bir parti için düzeltici ve devrimcileştirici bir vazgeçilmez silah olan özeleştiriden neredeyse kural olarak uzak duruyorlar. Hele de konu teorik-siyasal yanılgılarsa, özellikle teorisyenler bunu daha bir itici buluyorlar. SİP-TKP liderleri, olduğu kadarıyla hata ve zaafların eleştirisini pratik çalışma süreçlerinin gidişiyle, daha doğrusu bunun “verimi”yle sınırlamaya özen gösteriyorlar. Bunu da öylesine bir tutumla yapıyorlar ki, neredeyse her örnekte, bu insanlar bununla gerçekten özeleştiri mi yapıyorlar, yoksa yapılanı kendilerini (hele de ideolojik-siyasal çizgilerini!) övüp yüceltmenin yeni bir vesilesi olarak mı kullanıyorlar diye soramadan edemiyor insan.

“Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” broşürüne dönelim. Bu broşür, yanı sıra onun iki yıl sonraki genişletilmiş ve güncellenmiş biçimi de sayılabilecek olan 90. Yıl Tezleri, kuruluşuna varan süreçten başlayarak bütün bir Cumhuriyet dönemini ele alıyor ve çıkarılan sonuçlarla bugüne bağlanıyor. Burada konumuz bu kapsamlı olduğu kadar karmaşık da olan yüzyıllık bir tarihi dönem değil. Bizi şimdilik “felaketin eşiği”, yani 2008 Türkiye’si ilgilendiriyor. Gerekli her durumda iki temel metne bu sınırlarda başvuracağız.

“Türkiye Cumhuriyeti bir felaketin eşiğinde... (...) Türkiye burjuvazisi, bu coğrafyaya kattığı tek değer olan ve emekçilerin sahip çıkmak konusunda tereddüt etmeyeceği cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmaya karar verdi.

“Bu bir geriye dönüştür, bu bir karşı-devrimdir, bu karanlığa teslim oluştur.

“Kapitalizm Türkiye Cumhuriyeti’ni felaketin eşiğine getirmiştir.

“Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, ordusu, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, kültürü teslim alınmıştır. Emperyalist barbarlığın marifeti bölgesel savaşlar kapımızı çalmaktadır. Bölünme, parçalanma, daha kötüsü Türkler ve Kürtler arasında bir içsavaş olasılık dahilindedir.”

Bunları broşürün Önsöz’ünden aktarıyoruz. Türkiye’nin gelip eşiğine dayandığı “felaket”in kapsamını özetle sunan tespitler bunlar.

En dikkat çekenini yineleyelim: “Kapitalizm Türkiye Cumhuriyeti’ni felaketin eşiğine getirmiştir.” Marksist olmak iddiasındaki bir parti için biraz tuhaf bir cümle bu. Bir marksist, bir devrimci, hatta sıradan bir ilerici, olguları kanıt göstererek, kapitalizmin, onun egemen sınıfı olarak burjuvazinin, ülkeyi, Türkiye’yi, Türkiye halklarını bir felaketin eşiğine getirdiğini pekala söyleyebilir. Ama özel isim formuyla yazılmış bir “Türkiye Cumhuriyeti”nin burjuvazi tarafından felaketin eşiğine getirildiğini söylemek, kurulu düzenin bir intihar girişimiyle yüz yüze olduğunu söylemekle aynı şey değil midir? Kurulu düzenin kendi kendisini imhasına, tabii ki böyle bir şey varsa eğer, gözyaşı dökmek ne zamandan beri “komünistler”in işi oldu?

Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye kapitalizminin siyasal varoluş biçimdir. Cumhuriyet, 1923’ten beri burjuvazinin sınıf egemenliğinin siyasal formu, sermaye devletinin aldığı somut bir biçimdir. Ona bundan öteye bir anlam ya da varoluş atfeden herkes, en temel sorun, devlet sorunu üzerinden Marksizmin dışına düşmüş, dahası karşısına geçmiş demektir. 28 Şubat tahlilleriyle düzen ordusu üzerine boş hayaller yaratan SİP, şimdi de “cumhuriyet” tanımı üzerinden sermaye devleti üzerine daha da vahim hayaller yaratmaya çalışmakta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi son derece anlaşılır evrimi içinde gelip aldığı dinci-gerici biçimi, önceki dönemin tam karşısına koymaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti” 2008’de felaketin eşiğindeydi de, örneğin 12 Mart’ta ya da 1975’te, 12 Eylül’de ya da 1987’de, 1993’te, 1998’de, 2005’de ne durumdaydı? Cumhuriyet bir sınıf egemenliği formu ise, ki bir marksist için başkaca da bir şey değildir, egemen Türk burjuvazisi için 2008’de değişen ne olmuştur? Bu tarih, 2008, tüm kesimleriyle sermaye sınıfının dinci AKP’nin arkasında sıkıca durduğu bir tarih değil midir? Burjuvazinin sınıf olarak en çok semirdiği ve en kolay hüküm sürdüğü yıllar tam da bu aynı yıllar değil midir? Bu durumda SİP-TKP’nin ardından gözyaşı döktüğü nedir?

“Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, ordusu, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, kültürü teslim alınmıştır”, diyor Önsöz. Bu bir başka tuhaf cümledir. Kim kimden bütün bunları teslim almıştır? Bu ülkenin ekonomisi, (burjuva) siyaseti, hele de (burjuva) ordusu, yeraltı yerüstü zenginlikleri, kültürü daha önce kimin elinde, kimin denetiminde ve tekelindeydi de şimdilerde el değiştirdi? Gelenleri, devlet aygıtını ele geçirenleri, düzen ordusunu kendi denetimine alıp kendi hizmetlerine koşanları biliyoruz. İyi ama gidenler kimlerdi? “Bu bir karşı-devrimdir”! Devrilen nedir, devrilenler kimlerdir? Türkiye Cumhuriyeti’nin egemen burjuva sınıfı, burjuva “siyaset” sahnesi, burjuva düzen “ordusu”, görebildiğimiz kadarıyla tümü de yerli yerinde duruyor. Hele de sonuncusunun, düzen ordusunun, esaret altına alınması bir yana, artık yeni roller üstlendiğini, ölüm ve yıkım silahlarıyla komşu halkların tepesine tünediğini, ülkeler ve bölgeler işgal ettiğini, deniz aşırı üstler-tesisler kurduğunu görüyoruz. Ve tüm bu icraatlarını “ulusalcısı” dahil tüm burjuva gericiliğinin firesiz olarak desteklediğini görüyoruz.

Peki şu sözler ne anlama geliyor: “Bölünme, parçalanma, daha kötüsü Türkler ve Kürtler arasında bir içsavaş olasılık dahilindedir.” SİP-TKP bununla ne kastediyor olabilir? İki halkın ilişkileri üzerine bu felaket tellallığı ne anlama gelmektedir? Bilindiği gibi rejim krizinde üstünlük sağlamak için Kürtleri nötralize etmek AKP’nin en başarılı politikalarından biri oldu. Bunun için de çok bir şey yapması gerekmiyordu. Emperyalistlerin ve TÜSİAD’ın özendirdiği “siyasal çözüm” politikasına sahip çıkıp iyi bir siyasal oyalama olanağı olarak kullanması yeterliydi. Kürt sorununda Amerikancı çözüm bir aldatmacaydı, bir sonuç getirmezdi, getirmedi de. Bunu en başından itibaren hep söyledik, nedenlerini ortaya koyduk. Ama SİP-TKP bir çözümsüzlükten değil, Türkiye’nin bölünmesinden, parçalanmasından, “Türkler ve Kürtler arasında bir içsavaş olasılığı”ndan söz ediyor? Belli ki Kürtlere verilebilecek bazı sınırlı tavizlerin yol açabileceği akıbetten söz ediyor. Bunlar o günlerde Perinçek’in ağzına yaraşan sözlerdi. Peki ama o sıralar hala Kürtlerle ilgili sıcak mesajlar vermeye çalışan SİP-TKP’nin dilinde ne geziyor?

Fakat bunun hiç de bir rastlantı olmadığını Önsöz’ünden Broşür’ün kendisine geçince anlıyoruz.

Emperyalizmin “Cumhuriyet”ten tarihsel intikamı!

Broşürün bir temel tezi var. 2008’i izleyen sol kemalist açılımlar buna dayandırıldığı için, olduğu gibi Perinçek’ten ödünç alınma bu tezi (ki o bunu 1994’ten beri savunuyordu) kısaca özetlememiz gerekecek.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte “dünya kapitalizminin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç ortadan kalkmıştır.” Türkiye müttefik ülke olmaktan çıkmış, “dönüşüm”e tabi tutulacak bir hedef ülke haline getirilmiştir. Dönüşüm planı gerçekte tüm Ortadoğu’ya yöneliktir. Ama İran ve Türkiye burada iki öncelikli hedeftir.

“İran bir yana; bizim ülkemiz içinden geçtiğimiz dönemde, Osmanlı devletinin son yıllarında olup bitene hayli benzer yollarla; provokasyonlarla, ekonomik diz çöküşle, iç karışıklıklarla, bölünme tehditleri ve hatta senaryolarıyla, bu arada egemen güçlerin kendilerini bu ihanet sürecinin parçası haline getirmeleriyle sürüklenir haldedir.”

Emperyalizmin bu yöneliminin gerisinde yüz yıllık kini ve intikam niyeti vardır. Emperyalizm ulusal kurtuluş savaşımızı ve Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, hele de bunu Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkileri içinde gerçekleştirmemizi hiçbir zaman hazmedememiş, dolayısıyla da affetmemiştir. Türkiye’yi “dönüştürme”, olanaklıysa bölüp parçalama kararı bunun ürünüdür:

“Bu karar Ekim Devrimiyle dostluk ilişkisi içinde ve emperyalist planları savaşla reddeden Türkiye Cumhuriyeti’nden bir tarihsel intikam almaya dönüşmektedir. Türkiye toplumu çözülmekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları yok edilmektedir.”

Türkiye’yi 2008’de felaketin eşiğine getiren süreç işte budur. Bütün bu söylenenleri SİP’in o çok “özgün” 28 Şubat tahlilleriyle, “restorasyon programı” hedefleri ve sonuçlarına ilişkin o çok iddialı değerlendirmeleri karşılaştırınız. 2008’i önceleyen on yıllık çizginin iflasının ilanından başka ne anlama gelebilir ki bu yeni tespitler?

Yukarıya özetini aldığımız tespitlerden çıkarılan sonuçlara geçiyoruz:

“2008 yılında komünistler, ülkeye bu saptamanın merceğinden bakıyorlar.”

“Bu mercekten bakıyoruz ve Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarına sahip çıkıyoruz.”

“Bu mercekten bakıyoruz ve ülkemize sahip çıkıyoruz.”

Bu sahip çıkışın “biricik tutarlı programının sosyalizm” ve “işçi sınıfının ayağa kalkması olduğu” iddiaları usulen bunları tamamlıyor.

Artık 2021 yılı başındayız. Aradan geçen oniki yıllık dönemde SİP-TKP’nin gerçekte neye sahip çıktığını sürecinin gerçek seyri üzerinden bilebilecek durumdayız. Başlangıçta ve kabaca 2013 Haziran Direnişi’ne kadar belli bir temkinlilik her şeye rağmen vardı. Hiç değilse dışarıya karşı özel bir dikkat gösteriliyordu. Metinler çok daha dikkatle (maharetle de denebilir) kaleme alınıyor, oportünist politikaları dengeleyici vurgulara özen gösteriliyordu.  Ama yine de tutarlı bir süreklilikle, Perinçekçi İP’in ayak izleri üzerinden yol alınıyordu. Denebilir ki o yıllarda saldırı altında olan ve hemen tüm önemli yöneticileri tutuklanmış bulunan İP’in yarattığı boşluk da doldurulmaya çalışılıyordu. Yalnızca tahlilleri ve bunun ürünü politikaları benzeşmemişti, hedef kitleleri de aynıydı. (2007 ilkbaharındaki Cumhuriyet Mitingleri’nde alanları dolduran milyonların SİP-TKP’deki yeni yönelime etkisi üzerinde ayrıca duracağız.)

İlk adım, üzerine konuştuğumuz broşürle 2008 yazında atılmıştı. Onu 2009’da Kürt sorunu konulu Barış ve Kardeşlik Bildirgesi izledi. Bildirge’de ilk işaretleri broşürde verilmiş sosyal-şoven açılımlara yeni halkalar ekleniyordu. Örneğin, “siyasal çözüm” arayışı ile masaya yatırılan hiç de Kürtlere hangi sınırlarda haklar verileceği değil, fakat tam da “Türkiye’dir” deniliyordu. Yani Türkiye’nin birliği ve bütünlüğüdür. Dolayısıyla AKP iktidarı “bölücülük”le itham ediliyordu. “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi” tartışmaları da buna kanıt olarak gösteriliyordu. Aynı AKP iktidarı son beş senedir yarı beline kadar Kürtlerin kanı içinde yüzüyor. Yalnızca Türkiye’de değil Ortadoğu’nun toplamında onlara nefes aldırmamaya yeminli görünüyor. “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi” bir yana, her yeni seçimin ardından Kürtlerin elinde belediye bırakmıyor vb. Nihayet SİP, aynı Bildirge’de, sonraki yıllarda yeri geldikçe yineleyeceği bir açılım daha yapmıştı: “Uluslararası anlaşmalara dayalı sınırlar korunmalıdır.” Ortadoğu’nun toplamı için ileri sürülen bu talep tahmin edileceği gibi öncelikle “bölünme” tehdidiyle yüz yüze olan Türkiye içindi.

Burada yalnızca çok sınırlı olarak örneklemekle yetindiğimiz tüm bu sosyal-şoven yaklaşımların olduğu gibi Perinçek’ten alınma olduğunu söylememize gerek yok herhalde. Farklılık özde değil tonlamada, yanı sıra kılıf giydirme maharetindedir. (Perinçek’in arsız bir dobralıkla söylediklerine birileri marksist teori cilası çekmeyi daha uygun buluyor. Öyle ya “komünist” olmak kolay iş değil.)

2010 yılında yayınlanan 90. Yıl Tezleri, tartışmakta olduğumuz “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” broşüründe yapılan açılımların genişletilmesi ve daha da derinleştirilmesi örneği oldu. Tezler’de Cumhuriyet’in artık ölmüş bulunduğu ilan edildi:

“Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bitiren sürecin son evresinin baş sorumlusu olan AKP, şu anda ‘Yeni Türkiye’nin de iplerini elinde tutma hakkını elde etmiştir. Bu durum sol için de yeni bir mücadele döneminin habercisidir.”

90. Yıl Tezleri’nde SİP-TKP’nin birbirini izleyen sol kemalist açılımlarını anlamamızı kolaylaştıracak iki önemli tespit daha var.

1- “Solun sadece sebat ederek, yıllara yayılacak biçimde aynı çalışma alanlarında ve aynı çalışma biçimleriyle toplumsal bir etkiye kavuşması, ... içi boş bir beklentidir. Sabırlı, sistemli ve uzun vadeli çalışma hızlı hareket etme ve sıçrayabilme yeteneğiyle birlikte ve onu geliştirdiği sürece anlam kazanır. Bu açıdan toplumsallaşma hedefi ‘hareketli’ bir hedeftir ve ulaşılabilmesi açık bir siyasi aklın diri tuttuğu siyasi reflekslerin güçlü olmasına bağlıdır.”

2- “Topraklarımız bereketlidir ve sola toplumsallaşma fırsatı verecek dinamiklere tutunamamış olmamızın öncelikli nedenleri kendi öznelliğimizde aranmalıdır.”

Bu tespitlerdeki kritik ifadeler “toplumsallaşma hedefi”dir. Mustafa Kemal’e, ay-yıldızlı bayrağa, Cumhuriyet’in kazanımlarına sarılma, tüm bunların gerisinde tam olarak bu var. Sıçramalı gelişme hedefleyen, ama emek-sermaye çelişkisi alanından yapılabilecek çok da bir şey olmadığını düşünen SİP-TKP, çözümü, bilinci, kültürü, değer yargıları ve yaşam biçimi peşinen “Cumhuriyet’in kazanımları”yla yoğrulmuş hazır bir kitlede görmektedir. Bu kitlenin nasıl bir görkemli kalabalık oluşturduğunu, Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e nasıl bir heyecanla sarıldığını, 2007 Cumhuriyet mitinglerinde bizzat görmüştü. AKP’den nefret eden, CHP’nin ise tatmin edemediği bu kitleyi (hiç değilse sosyalizme karşı hayırhah ilerici katmanını!) kazanmak pekala mümkündü. Yıldan yıla derinleştirilen “Cumhuriyetin kazanımları”nı savunma çizgisinin olduğu kadar, CHP’ye karşı o çok uzlaşmaz, pek “devrimci” muhalefetin de gerçek sırrı burada saklıdır. Solun “topraklarımızın bereketi”ni değerlendirememesi, “toplumsallaşma fırsatı verecek dinamiklere tutunamamış olması”na yönelik eleştirinin açıklaması da budur.

2013’teki Haziran Direnişi’nin ardından ise SİP-TKP’nin kemalist sol çizgideki açılım süreci aniden hızlandı. Direniş’in daha ilk haftasında, şimdiki Genel Sekreter, yıllardır dört gözle fırsatı kollanan “ay-yıldızlı bayrak” açılımını nihayet ilan etti. Haziran Direnişi İçin Eylül Tezleri’nin 12.sinde bu açılım parti adına resmen de tescil edildi:

“12. Ay yıldızlı bayrağın Haziran direnişinde tuttuğu yeri bir arıza, bir bilinç eksikliği olarak görmek sadece direnişi anlamamak değil, direnişe sırt çevirmektir. Bayrakla simgelenen görüş, komünist şairimizin dizesinde saklı: Bu memleket bizim! Bu görüşten vazgeçmek ülkeden, halktan vazgeçmektir. Ülke aydınının, sosyalist hareketimizin, özgürlük ve eşitlik neferlerinin artık bu umutsuz ruh halinin eşiğinden bile geçmeye hakkı yoktur.”

Haziran Direnişi’ni izleyen sonbahar, çizgide daha da derinleşme aylarıydı. Eylül Tezleri’ni Kemal Okuyan’ın Türkiye Solunun Yurtseverlik Sınavı kitabı, onu da sansasyonel “Marx Cumhuriyetçiydi!” makalesi izledi. Makale anlamlı bir tutumla Cumhuriyet’in yıldönümüne denk getirilmişti. Kitabın ilk baskısının kapağını Haziran Direnişi’nde bir partilinin taşıdığı dalgalanan bir Türk bayrağı süslüyordu. Üçüncü baskıda kapak değiştirildi. Ay-yıldız kısmı gizlenerek ilk bakışta bir kızıl bayrak izlenimi veren yeni bir versiyon tercih edildi. (Yayınlanmasının hemen ardından Kızıl Bayrak’ta K. Toprak imzalı üç bölümlük bir eleştirisi yeraldı.)

Haziran-Kasım arasında gerçekten büyük mesafeler alınmıştı. Ama bu arada beklenmedik talihsizlikler de vardı. Kemalist sol çizgideki sıçramalı açılımların en büyük fırsatı olarak değerlendirilen o aynı Haziran Direnişi, yalnızca bir yıl sonra SİP-TKP’yi Merkez Komitesi ve örgütsel gövde üzerinden tam ikiye böldü. Böylece solda gerçek bir halk hareketinin derinden sarsıp böldüğü “biricik sol özne” olmak talihsizliğine uğradı. Taraflar arasında bölünmeyi izleyen olaylar ve atışmalarsa işin tuzun biberi oldu.

Aydemir Güler, “yeni bir perde”nin açıldığı günlerde (Kasım 2001), o çok tanıdık ve aynı ölçüde itici kibirli tonuyla, aynen şunları söylemişti: “Bugün Marksist kesimler arasında”, “TKP’deki içeriğe eşdeğer bir ideolojik siyasal ve örgütsel donanımın yanından (...) geçen kimsecikler bulunmamaktadır. Varolduğu söyleniyor da haberimiz olmamışsa bu da herhalde bizim sorunumuz değildir. Gerisi siyaset dışıdır.”

Haziran Direnişi’ni izleyen biçimsiz ve düzeysiz bölünme bu kibrin kofluğunu yeterli açıklıkta gösterdi. Bölünmenin kendisi başlı başına bir sorundu. Ama daha bir de bunun üstüne, ayrılığın hangi görüş ayrılıklarına dayandığının izah edilememesi, bir ortak kongrede düzgünce sonuçlandırılamaması, tarafların birbirilerini en ağır ve incitici biçimde nitelemesi, itham etmesi ya da suçlaması, parti adının kayyuma teslim edilmesi vb. gerçekler binince, görünüm hepten ağırlaştı.

Gelenek hareketinin kurucu lideri Metin Çulhaoğlu ayrılığımız “ideolojik nedenlere” dayanmamaktadır diye haykırıyordu. Ama ortada ideolojik nedenler yokken partinin neden yönetim ve örgüt düzeyinde tam ortadan ikiye bölündüğüne bir açıklama getirmek ihtiyacı duymuyordu. Öteki kanattan demin adını andığımız kibir küpü ise örneğin şunları yazabiliyordu: “Hazırlanma gücüne sahip olan ve sırayı bozan biricik öznenin yaşadıkları 2014 sıkıntısını katmerli hale getirmiştir. Türkiye Komünist Partisi, Gelenek-SİP-TKP geleneğinin zenginlik ve derinliğine hiç yakışmayan, bu anlamda şaka gibi bir muhalefet tarafından likide edilmeye kalkışıldı.” Ama geleneğinin zenginlik ve derinliğine “hiç yakışmayan” o “şaka gibi” muhalefetin başında bizzat geleneğin kurucu lideri vardı. MK ile örgüt bir anda tam ortadan iki eşit parçaya bölünmüştü. Bu nasıl bir “zenginlik”, bu ne türden bir “derinlik”ti böyle? Aydemir Güler bu türden önemsiz sorularla değerli vaktini ziyan etmiyor.

Öte yandan bölünmenin tartışmakta olduğumuz konu bakımından son derece önemli bir başka sonucu daha oldu. Aydemir Güler-Kemal Okuyan kanadı kemalist cumhuriyet açılımları ve bunun ayrılmaz bir parçası olan sosyal-şovenizm konusunda her türlü frenleyici etkiden böylece kurtuldular. Olayların sonraki seyri gösterdi ki, SİP-TKP’nin o güne kadar Kürt sorununda belli bir hassasiyeti hala da koruyabilmesinin gerisinde tam da bölünmenin öteki kanadı, bugün TİP adını almış olanlar vardı. Onların gidişinin ardından Kürt sorunu unutulmaya terkedildi, yerini her fırsatta Kürt hareketinin nasıl da Amerikancı olduğunu vurgulamak aldı.

Frenlerden kurtulma kendini kemalist sol açılımlar üzerinden de gösterdi. 2017’de, yani Ekim Devrimi’nin 100. Yılında, işler “Sosyalizm Cumhuriyet’e Çok Yakışacak” mottosuna, 2020’de, yani Tarihsel TKP’nin 100. Yılında ise “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganına kadar vardı. Soyut bir “Cumhuriyet” kavramı, her türden toplumsal-siyasal ve kültürel sorunun çözüm anahtarı düzeyine çıkarıldı. Bir tür “toplumsal devrim” programı sayıldı. Öz artık Cumhuriyet’ti, ona yakışacak biçim ise sosyalizm!

“Cumhuriyet’in kazanımları” çizgisine ön değinmeler

Yeniden 2008 ortasına, yani 2020’de varılan bu noktaya götüren sürecin başlangıcına dönüyoruz. “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” broşürüne MK imzasıyla yazılan Önsöz’de yer alan tespitleri daha önce aktarmıştık. Bu tespitlerden “Cumhuriyet’in kazanımları” ortak paydası altında çıkarılan sonuç ise şuydu:

“Türkiye Komünist Partisi, artık yalnızca emekçi halkımıza, yurtseverlere, sömürgeleşmeyi kabul etmeyenlere ait olan bu kazanımları savunmak konusunda hiçbir tereddüt göstermeyecektir. Açgözlü bir sınıfın dondurduğu, fakirleştirdiği ve şimdi tamamen elden çıkarmak istediği değerler emekçilerin elinde ve yepyeni bir çerçeveye yerleştirilerek yaşama olanağı elde edecektir.”

SİP-TKP’nin “Cumhuriyet’in kazanımları”ndan kastının, Kemalizm’in Altı Oku’nun güncellenmiş, yani günümüze uyarlanmış biçimi olduğu üzerinde daha sonra duracağız. 1960’larda o dönem sol liderlerinin yaptığını, 1990’ların ikinci yarısında Perinçek’in yaptığını, 2008’den itibaren de SİP-TKP yapmaya başladı.

1960’larda yapanlar bunu 1950’de Demokrat Parti’nin iktidarı almasıyla gerçekleşen “karşı-devrim”le gerekçelendiriyor, ama hiç değilse biçimsel bakımdan yeni bir “devrim” programına da bağlıyorlardı. Söz konusu olan Cumhuriyet’in kazanımlarının korunması değil, fakat onun eksik bıraktıklarının tamamlanmasıydı. Bu çizgi özünde burjuva sosyalizmi sınırlarındaydı. Ama yine de kendi tarihsel koşulları içinde anlaşılır nedenleri vardı.

1990’lardaki Perinçek işe, Kemalizm de kurduğu Cumhuriyet de tarihsel rolünü çoktan oynamış ve artık bitmiştir, hedef yeni bir cumhuriyet, “sosyalist bir işçi-emekçi” cumhuriyetidir diyerek başlamıştı. Bunu da Kürt sorununda, bugünden bakacak olanlara küçük dillerini yutturacak düzeyde, ileri bir “çözüm” önerisiyle birleştirmişti. 1991 sonbaharında yayınlanan metnin yalnızca ilk maddesini aktarmakla yetinelim: “1- Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir.” SİP’in ya da SİP-TKP’nin herhangi bir yayınında şimdiye kadar bu denli açık bir tanıma rastlamış değiliz. Yeri geldikçe göreceğiz, ‘90’lı ilk yıllarda Perinçekçi parti, hiç değilse Kürt sorununda, bugünkü SİP-TKP ile kıyaslanmayacak derecede daha ileri bir noktadaydı.

Perinçekçi parti 1990’ların ortasına doğru köklü bir yön değişimi içine girdi. Yeni yönelimin başlıca başlıkları 2008’deki SİP-TKP ile şaşırtıcı düzeyde benzerdi. Sorun bir kez daha Cumhuriyet’in kazanımlarının güncellenerek bundan o güne uyarlanmış bir çizgi çıkarmaktı. Ay-yıldızlı bayrak Perinçek açılımında da çok özel bir yer tutuyordu. Bu açılıma işin doğası gereği Kürt sorununda günden güne dozu artan bir sosyal-şoven tutum eşlik ediyordu. Kızıl Bayrak bu yön değişimini, 1994 Haziran’ında yayınlanan “Kemalizme Sol’dan Taze Kan Kampanyası: İP’in ipliği” başlıklı bir yazıda ele almıştı. Daha yalnızca üç yıl önce Kemalizm ve kemalist cumhuriyet tükenmiştir diyen aynı Perinçek’in o günkü yeni yönelimini nasıl gerekçelendirdiğini Kızıl Bayrak’ın adı geçen yazısından aktarıyoruz:

Sınıf mücadelesinde ilerleyeceksek hayat bizi burjuva devriminin önderi olarak Mustafa Kemal’e daha çok değer vermeye zorlayacaktır. ... Türkiye’nin bayrağı konusunda da düşüncelerim aynıdır. Bu bayrak bağımsızlık savaşında ortaya çıkmıştır. ... Bir ulusun anti-emperyalist mücadelesinden gelen değerleri vardır. ... Bu tarihsel değerlere sarılmadan Türkiye’de hiçbir devrim ilerleyemeyecektir ve halk bize bunu dayatacaktır. Bu dayatma sağdan değil, soldan olacaktır. Türkiye her şeyiyle 1919’lara doğru gitmektedir. Bugün Atatürk sevgisinin birdenbire canlanması yapay değildir.”

Düşünceler ve gerekçelendirmeler çok tanıdık değil mi? Yukarıdaki sözleri örneğin Eylül Tezleri’nin 12. maddesiyle karşılaştırmak fazlasıyla açıklayıcı olacaktır. Aynı şekilde yukarıdaki son cümlede 1994 için dile getirilenler ile 2007’de Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı havanın karşılaştırılması da. 1994’te bunları söyleyen ve bu arada Kemalist Devrim üzerine tam yedi cilt kitap yazan Doğu Perinçek’in bugün bulunduğu yer ayrıca yeterince uyarıcı, öğretici ve açıklayıcıdır. “Cumhuriyetin kazanımları”nı savunmak adı altında izlenen kemalist sol çizgi Kürt sorununda sosyal-şovenizmi bir kaçınılmazlık olarak doğurmaktadır. Giderek bu “ülkemizin bütünlüğü”nü korumak adına belirleyici kaygı halini almaktadır. Bunun Perinçek’i sürüklediği batak gözler önündedir.

Perinçek’e zamanında verilmiş yanıtların yeniden yayını, buradaki işimizi belirli ölçülerde kolaylaştıracaktır. Bu, son otuz yılda solda yaşanan ideolojik çürüme konusunda da bir fikir verecektir. Bu yanıtta bugün hala güncelliğini koruyan “ülke sınırları” ve “ulusal bayrak” sorunlarına özel bir yer verildiğini de ekleyelim.

Son bir nokta daha. 1994 ortası itibariyle Perinçekçi basında hala ulusal bayrağa ve marşa açıkça karşı çıkılabiliyordu. Kızıl Bayrak’ın andığımız yazısının sonunda buna örnek olarak yer verilmiş bir ek metin var: “İP’li Gani Turan’dan İP’li Hasan Yalçın’a: İstiklal Marşı birleştirici bir değer midir?” İP’li Gani Turan kendi sorusunu ulusal marş kadar ulusal bayrak için de net bir “hayır” ile yanıtlıyordu. Üstelik son derece net gerekçelerle. Bir zamanki bazı İP’lilerin bugünkü SİP’lilerden ne denli ileride olduklarını görmek için şu satırları okuyalım:

“İstiklal Marşı gibi şoven-milliyetçi bir değere sarılmak ve onu yüceltmek gibi bir derdimiz olamaz. ... Yazınızda toplumun çeşitli kesimlerini birleştiren değerlerden bahsediyorsunuz. İstiklal Marşı ve bayrak gibi Türk ulusunu simgeleyen, Türk devletinin sembolü olan değerlerin, Kürt halkı üzerinde baskı ve tahakküm anlamı taşıdığını ise, hiç göz önüne almıyorsunuz. Bu değerler, gerçek anlamda birleştirici özellik de taşımamaktadırlar.” (Kürt Ulusal Sorunu- 2, Eksen Yayıncılk, s.109-10)

2008 yılına, “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” broşürüne dönüyoruz. Yine Önsöz’den okuyoruz: “Türkiye’de cumhuriyet fikri işbirlikçilerden, dincilerden, liberal mandacılardan, faşistlerden, bir bütün olarak burjuva sınıfından kurtarılmalıdır.”

“Türkiye’de cumhuriyet fikri”! Bu bir yüceltmedir ve yüceltilen doğal olarak “Türkiye Cumhuriyeti”nin kendisidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün o “ilelebet payidar kalacaktır!” dediği Türkiye Cumhuriyeti!

“Cumhuriyetin kazanımlarını savunmak ise, bugün, sosyalizmin gündemindedir. Tasfiye edilmekte olan 1923, ancak sosyalist devrimci bir silkiniş ile yeniden tarihsel değer kazanabilir.”

Tasfiye edilmekte olan 1923! Ne zaman? 2008 yılında! Ya ondan önce? Demek ki hala yaşıyordu! 12 Mart biçimi içinde ayaktaydı. 12 Eylül biçimi içinde ayaktaydı! 1990’lardaki kirli savaş biçimi içinde, yani çeteleşmiş ve çürümüş haliyle, hala da ayaktaydı! Ama dinci biçim içinde nihayet tasfiye edildi, ya da 90. Yıl Tezleri’ndeki ifadeyle “tabutuna son çivi çakıldı”! Eğer doğruysa, demek ki evrimi içinde ölümü kaçınılmazdı...

Ama SİP-TKP’nin iki liderinden biri, Mayıs 2015’te bir yeni “restorasyon programı”ndan sözediyordu. Aydemir Güler’in “Sol Tarih” olarak da tanımladığı kitabının üçüncü baskısına yazdığı Önsöz’den okuyoruz:

“Tahmin edeceğiniz gibi, elinizdeki önsöz 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yazıldı. Siz okurken geçmiş ve bazı sonuçları ortaya çıkmış olacak olan bu seçimlere, Türkiye’nin bir ‘ana programla’ götürüldüğünü düşünüyoruz. Restorasyon adını verdiğimiz bir programla.

“Özeti, sürdürülebilir olmaktan çıkan İslamcı faşizmin ‘düzeltilmesi’. Daha fazla merak edenlerin Komünist Parti’nin başka yayınlarına bakmaları gerek... Ancak şu kadarını söylemeliyim: Erdoğan’sız bir AKP rejimi, dinci dozajı az sulandırılmış bir İslamcılık, gerilimi azaltılarak patlama veya erime noktasından uzaklaştırılmaya çalışılan bir sömürü ve yağma düzeni. Restorasyon bu.” (Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar, Yazılama Yayınevi)

Türkiye bir “ana programla” götürüldüğüne göre, dinci biçimler içinde daha da bozulmuş, yozlaşmış ve çürümüş biçimiyle de olsa gerçekte “Türkiye Cumhuriyeti” hala yerli yerinde duruyor. Demek ki onun payına ortada bir “felaket” yok. Felaket her zaman olduğu gibi işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ulus olarak Kürtler için var. Cumhuriyet tarihi boyunca vardı, hala da var. Burjuva biçimi içindeki “Cumhuriyet” oturduğu sınıfsal temelle birlikte yıkılmadığı sürece de hep var olacaktır.

Ama bu şu soruyu da ortadan kaldırmıyor kuşkusuz: Bugünkü Cumhuriyet 1923’teki ile aynı mıdır? Kuşkusuz değil! 1940’ta, 1950’de, 1970’te, 1990’da da aynı değildi. Dolayısıyla AKP’li 2000’li yıllarda da aynı kalmadı. Ama sınıfsal temeli ve anlamı hep aynı kaldı. Cumhuriyet, tüm tarihi boyunca Türk burjuvazisinin sınıf egemenliğinin siyasal biçimi oldu.

Yaşadığı evrim konusunda ise elimizde son derece özlü bir sunum var. 2012 sonbaharından toplanan TKİP IV. Kongresi’nin hacimli Bildirge’sinin bir ara bölümü bu. Orijinal ara başlığı ile buraya alıyoruz. SİP-TKP’nin kemalist sol yorumuna da iyi bir yanıt oluşturduğu inancıyla...

 

Çürüyen düzen, tükenen cumhuriyet...

 

AKP, ‘90’lı yıllarla birlikte oluşmuş yeni dünya koşullarında, emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkar, tercih ve ihtiyaçlarına tam uyum gösteren, bunun gerektirdiği her açılıma hazır parti oldu. Böylece de onların etkin desteğini kazandı. Rejim krizi olarak kendini gösteren düzen içi çatışmada bu denli kolay üstünlük sağlamasının gerisinde bu gerçek var. Bu çatışma sürecinde ordu ve bürokrasiden tasfiye edilenler, bu yeni tercih ve ihtiyaçlara uyumda zorlanan, dolayısıyla sorun çıkaranlar oldular. Değişen koşullar karşısında soruna dönüşenler, durum öyle gerektirdiği için harcanıp bir yana atıldılar. Sermaye devleti kendini kurumsal yapı ve politikalar yönünden yeni koşulların ortaya çıkardığı yeni ihtiyaçlara uyarladı, bunun icracısı olmak ise AKP’ye düştü. Kitlelere askeri vesayetin aşılması ve demokrasinin gelişmesi olarak sunulan aldatmacanın gerçek anlamı ve kapsamı bundan ibarettir.

AKP, başta ABD olmak üzere batılı emperyalist devletler ittifakı ile tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvaziye kusursuz hizmetinin karşılığını devlet iktidarında önemli mevziler ele geçirerek aldı. Bu da ona kendi ideolojisini, tercihlerini ve değerlerini topluma dayatmak olanağı sağladı. Emperyalist efendiler ile büyük burjuvazinin bazı kesimleri buradaki ölçüsüzlüklerden kısmen rahatsız olsalar bile, işin esasında bir sorun görmemektedirler ve dolayısıyla bu onların AKP’ye desteğini halen etkilememektedir.

Halihazırda AKP, başta ABD olmak üzere tüm batılı emperyalist odaklarla birlikte işbirlikçi büyük burjuvazinin tüm kesimlerinin de tam desteğine sahiptir. Çünkü o bugünkü koşullarda emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin ihtiyaçlarına en uygun düşen iktidar olduğunu tüm icraatlarıyla kanıtlamıştır. Düzen egemenlerinin düzen muhalefetine bugün için biçtikleri rol, AKP’yi dengelemekten, aşırılıklarını dizginlemekten ve bu arada ihtiyaçlara uygun düşen icraatlarında ise açık ya da örtülü biçimde desteklemekten ibarettir. Nitekim AKP iktidarıyla birlikte yaratılan yeni koşullara ve gündeme getirilen yeni politikalara uyumda zorlanmayan düzen muhalefeti de daha çok bu sınırlar içinde hareket etmektedir. “Yeni CHP” ile birlikte meydana gelen değişim bu ihtiyaca yanıt vermektedir. Şovenist çığırtkanlık dışında bir politikası ve işlevi kalmamış faşist MHP ise, bir dizi konudaki tutum ve davranışlarının açıkça gösterdiği gibi, gerçekte AKP’nin muhalefetteki bir uzantısıdır.

Burjuvazi 1920’ler Türkiye’sinde cumhuriyet biçimi içinde iktidar olurken dinin toplum yaşamındaki etkisini sınırlamış, cemaatleri ve tarikatları yasaklamış, “aklı hür” kuşaklar yetiştirmek iddiasında olmuş, “en hakiki mürşit ilimdir” söylemini sloganlaştırmıştı. Bugünse cemaatlere ve tarikatlara dayanan, dini toplum yaşamının tüm alanlarına ve başta eğitim olmak üzere kamu yaşamına dayatan, “dindar gençlik” yetiştirmekten sözeden ve Diyanet’i fetva kurumu haline getiren bir gericilik odağının arkasında durmaktadır. Bu, burjuva cumhuriyetinin evrimi içinde bugün vardığı yerdir, gerçekteyse resmi tükenişidir. Bu, egemen sınıf olarak burjuvazinin siyasal ve moral iflasıdır. Onun tüm kaygısı sömürü ve soygun koşullarının ne pahasına olursa olsun güvenceye alınmasıdır. Bunun ötesinde hiçbir değer artık onu ilgilendirmemektedir, kendi cumhuriyetinin kuruluş değerleri başta olmak üzere.

Cumhuriyet tarihi bütünlüğü içinde irdelendiğinde, kapitalist gelişmenin değişen koşulları içinde ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara bağlı olarak düzenli ve mantıklı bir evrim yaşadığı görülür. 1920’lerde dini toplum yaşamı içinde sınırlayarak işe başlayan cumhuriyet kurucusu CHP, 1940’ların değişen dünya ve Türkiye koşullarında onun etki alanını bizzat kendisi yeniden genişletme yoluna gitti. Onun bıraktığı yerden aynı işi 1950’lerde bu kez DP yeni bir düzeyde devam ettirdi. 1960’lardaki büyük sosyal uyanış ve bunun sola hızla güç kazandırmasının ardından ise, din ve dinsel gericilik burjuvazinin elinde artık devrime karşı bir dalga kıran olarak iş görmeye başladı. Bu çok bilinçli bir politikaydı ve aklı verense böyle durumlarda hep olduğu gibi emperyalist merkezlerdi.

‘70’li yıllardaki devrimci yükselişin saldığı büyük korkunun ardından ise, başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ittifak ile başta TÜSİAD olmak üzere tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvazinin tezgahladığı 12 Eylül askeri faşist darbesi, dinin ve dinsel gericiliğin önünü her cephede açtı. Bugünkü koşullarda cisimleşmiş ifadesini AKP şahsında bulan “Türk-İslam sentezi” devletin resmi ideolojisi haline getirildi ve tüm topluma dayatıldı. Aynı politika ‘90’lı yıllarda oluşan yeni dünya koşulları içinde bu kez “Ilımlı İslam” projesi halini aldı, yine emperyalist merkezlerde planlanarak. Sonuç olarak, toplamı içinde bugünkü dinci gerici iktidar, 12 Eylül faşist darbesiyle yaratılan yeni toplumsal, siyasal ve kültürel koşulların, aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin izlediği politikaların en dolaysız bir ürünü oldu.

Tam da bundan dolayı AKP’ye karşı mücadele emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılamaz. AKP bir sermaye kliğinin değil fakat tüm kesimleriyle büyük burjuvazinin dolaysız çıkarlarının bugünkü temsilcisidir. Bazı sermaye kliklerinin onun iktidarından daha fazla yararlanmaları bu genel gerçeği değiştirmemektedir ve tüm sermaye kesimlerinin ona tam desteği bunun böyle olduğunu ayrıca göstermektedir. AKP’nin yaratmakta olduğu siyasal düzen, evrimi içinde burjuva cumhuriyetinin bugün vardığı yerdir. Bundan dolayıdır ki, AKP’ye karşı mücadeleyi cumhuriyeti savunmak mücadelesi olarak ele almak, tükendiği ve dolayısıyla aşılmayı beklediği bir aşamada onu yeniden diriltmeye çalışmak, gerici bir ütopyadır. Çürüme süreci içinde tükenen burjuva cumhuriyetinin gerçek alternatifi sosyalist işçi-emekçi cumhuriyetidir. Olduğu kadarıyla burjuva cumhuriyetinin kuruluşu sürecinden gelen kazanımları yaşatmanın ve geleceğe taşımanın da bundan başka bir yolu yoktur.

Tükenen bir cumhuriyetten sözümona bir “demokratik cumhuriyet” çıkarmak peşinde koşmak da aynı ölçüde hayalci ve dolayısıyla gerici bir ütopya ile oyalanmaktır. Bu beklenti dünya olaylarının genel seyrine, girmiş bulunduğumuz tarihsel dönemin genel eğilimlerine, bunun bulunduğumuz bölgeye yansımalarına da aykırıdır. Kendi geçmişinden gelen ilerici değerlerden bile kopan, toplum yaşamının tüm alanlarını ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültüre göre yeniden şekillendirmeye çalışan, iç politikada polis rejimini kurumlaştıran ve dış politikada militarizmi ve saldırganlığı bir politika haline getiren bugünkü cumhuriyet, demokratikleşmeyi değil fakat yıkılmayı, yerini sosyalist bir cumhuriyete bırakmak üzere köklü bir biçimde aşılmayı beklemektedir.

Bugünün Türkiye’sinde mevcut gerici dengeleri altüst edebilecek biricik toplumsal güç işçi sınıfıdır. Gericilik atmosferini dağıtmak, kent ve kır yoksullarının hoşnutsuzluğunu düzen karşıtı bir mecraya taşımak, böylece devrimci süreci ilerletmek, devrim davasını büyütmek ancak bu sınıfa dayanmakla olanaklıdır. Kürt sorununu bugünkü kısır döngüden kurtarmak, ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini devrimi büyütmenin bir olanağına çevirmek de ancak işçi sınıfı hareketinin devrimcileşmesiyle, toplumda etkin bir güç olarak öne çıkmasıyla olanaklıdır. Bu kuşkusuz kolay değildir; ama başka bir yol, başka bir çıkış, başka bir çözüm yoktur. “Ulusal cumhuriyet” ya da “demokratik cumhuriyet” projeleri, toplumsal temelden yoksun, devrimin potansiyellerini düzenin çatlakları içinde eritmekten başka bir sonuç vermeyecek olan gerici ütopyalardır. (...)

TKİP IV. Kongresi Bildirgesi, Ekim 2012

(Devam edecek...)
www.tkip.org