7 Nisan'01
Sayı: 03


  Kızıl Bayrak'tan
  Esnaf eylemleri, burjuvazinin hesapları ve devrimci sınıf tutumu
  Sendika ağalarının işi bu kez kolay değil!
  Sınıf hareketine devrimci müdahale sorumluluğu
  Öncü İşçi İnisiyatifi'nin çalışmalarından
  Öncü işçilere önemli sorumluluklar düşüyor
  Sınıf ve kitle hareketi
  Ara sınıf eylemlilikleri ve gösterdikleri
  Ölüm Orucu Direnişi sürüyor!
  Gençlik
  Düzenin krizi'ne liberal sol reçeteler/2
  Özelleştirme saldırısı ve Telekom
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/1
  Krizin sosyal faturası
  Newroz kutlamaları imralı çizgisinin iflasını belgeler!
  Uluslararası hareket
  Ölüm Orucu Direnişi 25. haftasında!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Bahar görkemli bir zafere
tanıklık edecek”

Fatime Akalın
(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

"Dün nasılsa bugün de öyle
öldürülür taşıyan ışığı
başkaları alır onların yerini
ışığa dokunamaz ama kimse"

Aragon

Merhaba sevgili ...,

Görüşmeyeli yaşamımızda önemli değişiklikler oldu. Adalet Bakanlığı’nın 15 Şubat tarihli genelgesi Niğde Cezaevi’nde de uygulamaya sokuldu.

Cezaevi idaresi gardiyan ve müdürleriyle birlikte koğuşumuza bir sefer düzenleyip tüp ve ocağımıza el koydu. Biz devrimci tutsaklar olarak genelgeye karşı tavrımızı açıktan ve net bir şekilde koymuştuk. Bu genelge de kazanılmış haklarımıza dönük bir saldırıdır, uygulanmasına izin vermeyeceğiz dedik. Tüp ve ocağımızı almaya geldiklerinde de tavrımız net oldu. Tüp ve ocağımızı vermedik. Arkadaşlarımız yerlerde sürüklenerek, tekme ve yumruklarla saldırıya uğradı. Tüp ve ocağımız zorla elimizden alındığı gibi bir haftadır mutfaktan ÖO ve SAG’da olanlar için istediğimiz sıcak su talebimiz de karşılanmıyor. Kantinden parayla ısıtıcı alarak ihtiyacımızı karşılamamız dayatılıyor. Kazanılmış haklarımıza dönük bu saldırı (...)

Saldırı bunlarla da sınırlı değil. Görüşe gelen akrabalarımızın akrabalıklarını belgelemesi zorunluluğu da yeni uygulamalar arasında. Ailelerimizin görüş sırasında getirdiği içme suyu da dahil hiçbir şey alınmıyor. İhtiyaçlarımızın kantinden karşılanması zorunluluğu dayatılıyor. Bununla cezaevleri kantinlerinin kâr merkezleri haline getirileceği açık. Ancak kantinde olan şeyler de sınırlı. Tüm bu uygulamalara rağmen sürecin kaderini tayin edecek olan elbette direnişimiz.

“Öyle bir ısınacak ki bahar, güneşi tutsak
etmeye kalkanları yakıp kavuracak”

Direnişimiz bugün 154. gününde. Dün ilk şehidimizi Sincan hücrelerinde verdik. İlk şehidimizin isyan ve direniş demek olan 21 Mart'a denk gelmesi ayrıca anlamlı. Mevsimleri deviren, üç mevsime yayılan direnişimizde hücre hücre örülen zafer tomurcuklarımız patlamaya başladı. Bahar doğanın canlanışı ve görkemli bir zafere tanıklık edecek. Ölümlerimizle yolumuzu açmaya devam edeceğiz yine. Nasıl sımsıkı sarılmışsak yaşama, öyle rahat ve başı dik karşılıyoruz, karşılayacağız ölümü. Bugün omuzlarımızdaki tarihi sorumluluğun bilincindeyiz. Onurumuza, devrimci kimliğimize, kişiliğimize dönük her saldırı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da devrimci irademize çarparak tuzla buz olacaktır, hükümsüz kalacaktır.

Bizim için herşey açık ve net. İki sınıfın dişe diş savaşıdır bu. Sermaye, içinde debelendiği derin krizin yükünü işçi sınıfına ve emekçilere fatura edebilmenin yolunu teslim alınmış, kimliğinden soyundurulmuş devrimci ve komünistlerde görüyor. Bu yalnızca zindanda değil sokakta da böyle. Bu ülkenin zindana çevrilmek istenmesidir sözkonusu olan. Ama suskunluk ne zindanda ne sokakta boy verdi. 21 Mart’ı zılgıtlarla, halaylarla ve yakılan ateşlerle karşıladı Kürt halkı. Teslimiyetçi çizginin tüm uğraşlarına rağmen kendisine yıllardır (...) karşı yine taş oldu. O kadar kolay (...) bir kez daha gösterdi.

İşçisinden memuruna, esnafına her kesimden yükseliyor sesler. Bunların sendika ağaları barikatına takılmaması bizim sorumluluğumuz. Toplumun her kesiminde yaşanan derin hoşnutsuzluğun toplumsal bir harekete, yeni bir kitle muhalefetine dönüşme koşulları fazlasıyla mevcut. Küçük dereciklerin birleştirilmesi ve gürül gürül akan bir ırmağa dönüşmesi sorumluluğu sınıfın partisinin omuzlarında. Şimdi her zamankinden daha fazla enerjiyle sınıfa, kitlelere gitmemiz gerekiyor. Günlük sorunların, küçük küçük aksaklıkların ayağımızda pranga olmasına, enerjimizi emmesine izin veremeyiz. “Yaşamın her alanda hücreleştirilmesine karşı her alanda direniş!”, işte yapmamız gereken bu.

Şimdi hücre hücre erirken, hücrelerimizden çekilen öz suyun ülkemizin topraklarında devrimin ateşini yakacağı bilinciyle direniyoruz. Öyle rahat bekliyoruz ölümün damarlarımızdaki ilerleyişini. Kasılan midemizde, kaslarımızda, incelen bedenimizde yarınlara ve devrimci davamıza olan sarsılmaz inancımız var. Kış bahara döndü, baharı ısıtacağız. Öyle bir ısınacak ki bahar, güneşi tutsak etmeye kalkanları yakıp kavuracak.

Sanırım bir süre görüşe gelemeyeceksiniz. Ancak yine de zorlamaya devam etmek gerek. Bu arada Nasıl Yapmalı’yı bitirdim. İlk devrimcilik günlerimde okumuştum. Aradan uzun yıllar geçti. Bu sefer başka tatlar alarak okudum. Göndermeyi düşündüğünüz romanları diğer ailelerle gönderebilirsiniz. Şimdilerde elimizdekiler bitiyor. Eğer gelirse seviniriz. Sağlığımla ilgili yeni bir gelişme yok. Su, şeker ve tuz alımı düştü. Mide ve kaslarımızdaki kramplar sıklaştı. Ölüm Orucu’nun olağan belirtilerini yaşıyorum yani. Diğer dostlarımız da iyiler. Yani dimdik ayaktayız ve moralimiz, coşkumuz her zamanki gibi.

Tüm dostları sevgiyle kucaklıyorum. Şimdilik veda zamanı, hoşçakal.

22 Mart 2001
(...) yerler idare tarafından çizilmiştir...



TKİP tutsağı/ÖO direnişçisi Şaduman Mutlu’ya mektup...

“Sizlerin saçtığı ışıklar hep parlayacak!”

Sevgili Şaduman, merhaba!

Ben yurtdışında yaşayan bir Kızıl Bayrak okuruyum. Sen beni tanımıyorsun, ama ben seni yaptıklarınla ve yazdıklarınla tanıyorum.

Ben çocukluğumdan beri gerçek devrimcilere hep büyük bir saygı ve hayranlık duydum, ta ki Avrupa’ya gelinceye kadar. Burada devrimciyim, solcuyum diyen kokuşmuş, bitmiş bozuk kişilikleri görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım.

Bir dönem hayran olduğum, erişilmez insanlar olarak gördüğüm o insanların hiçbirisi bunlar değildi. Bu hayal kırıklığım sizlerin yaptıklarından haberdar olmaya başladığımdan, yoldaşlarınızı tanıdığımdan sonra umuda dönüştü.

Ama şu andaki yaptıklarınızla bunların bitmediğini, hatta daha da güçlenerek, daha da inançlı, bilinçli birer güzel yürek karşımıza çıktınız. Kaybolan umutlar sizlerle birlikte yeniden büyüdü ve güçlendi.

Sevgili Şaduman,

Senin hikayeni bir arkadaştan duydum, yani senin de bir anne olduğunu, eşin/yoldaşınla bu eylemde yer aldığını öğrenince çok şaşırdım, etkilendim. Önce kabul edemedim. Çünkü ben de bir anneyim, ortak yanımız bu. Yalnız senin kadar güçlü, yürekli ve bilinçli bir anne değilim. Hayatımın en önemli parçası kızım. Bir anne olarak buna nasıl karar verebildin? Çocuk annesiz ve babasız kalacak, bunu düşündükçe kararını anlamakta zorlandım. Ama konuşup tartıştıkça, üzerinde düşündükçe, bunun bir anne duygusallığı olduğunu anladım. Bu kararın büyük bir yüreklilik, büyük bir cesaret, bilinç ve inançtır. Bu nasıl bir iradedir ki, bu kararı aldırabiliyor diye kendime sordum ve sana hayran oldum.

Sizlerle birlikte çocuğunuz belki de biyolojik olarak anne ve babasını kaybedecek. Ancak onların kahramanlıklarıyla onurlanacak ve geride ona sahip çıkacak yüzlerce gönül annesi ve babası olacak.

Sizler ulu bir çınarın dalları ve filizlerisiniz. TC bu çınarı budayarak sizleri yok etmek istedi, ancak şunu hesaplayamadı. Bu dallar, filizler toprağa düştüklerinde birçok fidanlar getirecek ve bunların her biri birer çınar olacak.

Bunu beceremeyeceklerini anlayınca, medya ile birlikte sizleri bizlere unutturmaya çalıştılar. Ancak bunu da beceremediler.

Bizler sizleri Kızıl Bayrak gibi yayınlar sayesinde unutmayıp adım adım izledik. Sizlerin yenilmez bir güç olduğunuzu gördük. Doğaüstü bir direnç gösterdiğinizi gördük. Ve sizleri unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız.

Sevgili Şaduman,
Can Yücel’in dediği gibi, eğer bu bir koşu ise, bu koşunun en önemli kısmını siz koştunuz. Öyle koştunuz ki, nefesiniz tıkanırcasına, kalbiniz dururcasına. Kalbiniz dursa da sizlerin saçtığı ışıklar hep parlayacaktır. Aşkolsun hepinize, gerçekten aşkolsun.

Bu mektubumu okuyabilecek misin? Keşke okuyabilsen, keşke seninle ve arkadaşlarınla, bu büyük insanlarla tanışabilsem. Ama olsun, hepinizi tanıyoruz ve hep anılarımızda olacaksınız.

Hepinizi gönülden, sevgi ve hayranlıkla kucaklıyorum.

Basel’den bir Kızıl Bayrak okuru




“Tutsak yakınları çok güçlü olmak durumundalar..”

Muharrem Kurşun
(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

Sevgili yoldaşlar,

Gecenin bir vakti, nasıl olduysa, gazetemizi verdiler elime. Gözlerime inanamadım. Aylardan sonra elime alıyor, dokunabiliyor, dahası okuyabiliyordum. Önce hızla sayfaları çevirdim, gözden geçirmek için. İlk gözüme çarpan ilk mermimizin, Cengiz’imizin, kızılbantlı resmi oldu. Volkan gibiydi gözleri, Newroz’un ateşine karışıyordu yüreğinin ateşi. Onu da zafer ülkesine uğurladık. Yolun açık olsun Cengiz, bizi kıskandırarak ilk giden oldun zafer ülkesine. Bizden evvel halaya durdun ateş toplarımızla. Peşin sıra geliyoruz. Halayda yerimizi ayırt.

Daha sonra birçok yazının yanısıra, gözüme çarpan, ilgimi öncelikli olarak çeken- doğrusunu söylemek gerekirse- canyoldaşımın mektubu oldu. Romantizmden çok, kavgaydı soluduğum yarimin satırlarında. Bir Ölüm Oruçcu’sunun canyoldaşı böyle vakurla ve metanetle uğurlayabilmeli yarini zafer ülkesine. Ödenecek tek bedel ölümsüzleşen canlar değil. Bu bedele duyulan acı daha boyutlu bir bedel aslında. Bu yüzden, tutsak yakınları çok güçlü olmak durumundalar. Yarini, oğlunu, kızını, kardeşini vakur ve metanetle zafer ülkesine uğurlamakta tereddüt etmemeliler. Duygusallığa kapılıp, onursuzluğu dayatmamalılar yakınlarına. İşte bu yüzden canyoldaşımın mektubunun önemi vardı benim için ve öncelikli olarak ilgimi çekti.

Hatice yoldaşın fotoğrafı ayrı bir güzel göründü bu kez. Aynı fotoğrafı Çankırı’dayken bana göndermişti. “Kırmızı sana çok yakışmış” diye yazmıştım. Alnındaki bandı görüyordum ben o fotoğrafta; yüreğinden alnına vuran bandı, bayrağımızı... Şimdi benden önde koşuyor. Oysa benden birkaç gün sonraki grupta yarışa başlayanlardandı. Umarım benden evvel varmaz zafer ülkesine.

Başlarken şöyle bir duygu vardı içimde. Bu direnişte partimiz bir şehit vermeli ve bu ben olmalıyım. Habip ve Ümit yoldaşlarla fotoğraflarda da olsa yanyana durmak -ne büyük onur, ne büyük gurur. Hala bir şansım var, ama Hatice yoldaş gibi bazı yoldaşlar şansımı zorluyor. Kızıyorum bu duruma.

Aynı sıralamayla gazetemizdeki tüm yazıları okudum. Amacım sabaha dek bitirip, gazetemizi yoldaşlara ulaştırmak. Üç-üçbuçuk saat içinde içer gibi okudum gazetemizi. Şu an yoldaşlar okuyor. Onlara ulaştırmanın sevincini ayrıca yaşıyorum. (Hastanenin tek iyi yanı, yoldaşları anlık da olsa görebilmek. Anlık selamlaşmalarda akıtılan sevgi selleriyle yıkıyoruz hücreleri...)

Gazetemizi günlerce okumayan yoldaşları gördüğümde, duyduğumda, bunlara kızmanın ötesinde, şaşıyordum. Şimdi daha çok şaşıyorum. Birincisi, bunu nasıl başarabiliyorlar anlayamıyorum. Sesimiz, soluğumuz, gözümüz, yüreğimiz o bizim. Her satırı 150 yıllık emeğin ürünü. Yüreği parti parti çarpan bir yoldaşın gerçekten önemli işleri yokken gazetemizi gecikerek okuması, ertelemesi benim için anlaşılır birşey değil. İkincisi, kendi okumayan biri, gazetemizi nasıl bir işçiye, emekçiye verebilecek? Hadi verdi diyelim, o işçi şu yazıda ne anlatılıyor diye soracak olsa, ne yanıt verecek? Böyle yoldaşları bizler gibi aylarca zindanda gazetesiz bırakmak gerekiyor galiba, belki o zaman değeri daha bir anlaşılır.

Hastanede Ölüm Orucu’nun 162. gününe böylesine harika bir geceyle girdim. Gün başladı, işçiler işbaşı yaptı (tabii işi olanlar ve bugün işten atılmayanlar).

Direnişle geçecek yeni güne merhaba.

30 Mart 2001




“Kazanan biz olacağız!”

Canım kızlarım,

Sultan hariç diğerlerinizle uzun süredir görüşemiyorum. Yarı yıl tatilinde de Dilara’nın geçirmiş olduğu kaza nedeniyle görüşememiştik. Bundan böyle, her biriniz ayrı ayrı düzenli mektup yazarsanız, az da olsa hasret giderir, sevgimizi tazeleriz.

Anneniz ve Sultan şu an bulunduğum cezaevine geldi, görüştük. Hem benim, hem de cezaevi hakkında sizlere anlatmışlardır. Belki, uzun süredir onlarla da görüşemediğim için, şu an içinde olduğum direnişten dolayı beni zayıflamış ve halsiz görmüş olabilirler. Sık sık görüşemediğimiz için, uzun bir aradan sonra beni aynı kiloda görmeyişleri, onların gözüne halsiz görünmeme neden olduğu kanısındayım. Ama içinde olduğumuz durum ne olursa olsun, benim ve arkadaşlarımın morali çok iyi. Çünkü bizler biliyoruz, bu direnişte ve kavgada bizler kazanacağız. Biz 28 şehit verdik, belki daha da çok şehit vereceğiz, bir çoğumuz sakat da kalabiliriz, ama kazanan biz olacağız.

Bizleri diri diri gömmek istedikleri bu mezarı yıkıp çıkamadığımız sürece, bizim de sağ olarak dışarı çıkmamız mümkün değil. Zaten F tipi cezaevlerinin bir amacı, sürece yayarak sessiz sedasız öldürmek. Dışarıda öldüremediği devrimcileri buralarda öldürmek amacıyla yapılmış ve faaliyete geçirilmiştir F tipleri.

19 Aralık’tan sonra açılan F tiplerine, saldırıya uğrayan, yara bere içinde olan devrimci insanları götürdüler. Yaralı olmalarına rağmen, dayaktan geçirilerek hücrelere konuldular. Onunla da yetinmediler, sayım bahanesiyle saldırdılar, işkence yaptılar. Ölüm Orucu ve Açlık Grevinde olanlara tuz, şeker ve su dahi vermediler. Bırakın diğer günlük ihtiyaçları, zaten hiç bir ihtiyaçları karşılanmıyordu. Ailelerine, yakınlarına ve arkadaşlarına ulaşmak için ne kağıt ne de kalem veriliyordu. Avukatları ve aileleriyle görüş yaptırmıyorlardı.

Bu insanlık dışı muamelelere rağmen, devrimciler inançlarında ve kararlılıklarında zerre kadar geri adım atmıyordu ve atmadılar. Devrimciler biliyordu F tiplerinin ne maksatla yapıldığını, onun için bir mücadele başlatmışlardı. Hem de geri dönüşü olmayan bir mücadele, bir direniş, bir kavga başlatmışlardı.

Benim olduğum cezaevinde ise 19 Aralık operasyonu sonrasında, yani 67 gün sonra F tiplerine nakil yapılmaya başlandı. Biliyorsunuz, ben de 19 Aralık sonrasında Ölüm Orucu’na başlamıştım. Gebze’den alınıp Tekirdağ F tipine getirildiğim gün, 67. günümdeydim. Benim gibi birkaç arkadaş daha vardı Ölüm Orucu’nda olan. Bir kısmı da 30-40 gündür açlık grevinde idi.

Gebze’den alındığımızda, yanımıza şeker, tuz ve su aldık. İlk açılan F tipleri ile ilgili bilgi sahibi olduğumuz için, tedbir olsun diye ihtiyacımız olan bazı eşyaları da aldık. Aslında biliyorduk bize vermeyeceklerini, yine de kağıt, kalem, defter vb. aldık. Ring arabasına bizi koyduklarında, eşyalarımızı alıp başka araca yüklediler. Tekirdağ’da kayıt ve bazı işlemlerden sonra, çantamın hangisi olduğunu ve almamı söylediler. Ben de çantamı alıp hücreye gideceğiz diye düşünmeye başlamıştım. Bu ana kadar iyi davranıyorlardı. Asker ve gardiyanlar beraber kayıtları yaptırıyor, kolumuzdan tutarak bir yerden bir yere götürüyorlardı.

Önce arama yapılacaksın, dediler. Az önce arama yaptınız, dedim. O ayrı deyip beni bir odaya aldılar. Oda küçüktü, odanın ölçüsüne göre çok insan vardı. Soyunmamı istediler. Soyunmayacağımı ve aramanın bu halde yapılmasını söyledim. Hemen gardiyan ve askerler üstüme atlayıp soydular. Son günlerde üşüdüğüm için üç kazak üstüste giyiniyordum. Altına da iki eşofman giyinmiştim. Bunların birer adedini aldılar. Yani üstümde bir kazak, bir eşofman eksildi.

Öyle odalar ki, o kadar itip kakışma yaşanıyor, dışarıda olan arkadaşlarımız duymuyorlardı. Ya dışardaki gürültüden, ya da kapılar sağlamdı.

Aramadan sonra berber odası dedikleri bir odaya aldılar. Bu oda da arama odası büyüklüğünde. Burada gardiyan ağırlıklı 20’ye yakın adam var, saç kesme makinası askerin elinde, beni bir köşeye sıkıştırıp kesmeye başladılar. Bir yandan da laf atıp saldırıyorlardı. Birkaç kişi (...) ayakta saçımı kestiler. Zaten fazla karşı koyamamıştım, Ölüm Orucunun 67. günü olduğu için onlara fazla zorluk çıkaramamıştım, iki kişi rahatlıkla beni etkisiz hale getirebiliyordu.

Saç kesim işi bitmişti. İçlerinden biri neden zorluk çıkarıyorsun, efendi efendi gelip saçını kestirsen olmaz mıydı, dedi. Saçımı, bıyığımı ve traşımı ben ne zaman istersem olurum, bu gibi zora dayalı hiçbir yaptırıma uymam, dedim. O ara sağnak şeklinde yumruklar ve tekmeler yağmaya başladı. Slogan atıyorum, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” diye. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Yan odalarda o masum görünenler ve arkadaşlarımız duysun diye bağırarak sloganlarımızı atmaya çalışıyorum. Birileri beni kaldırdı. Slogan atmayayım diye ağzımı eliyle kapatıyordu. Birkaç dakika sonra da dışarı çıkarıldım.

Dış salon hayli kalabalık. Berber odasından çıkarılır çıkarılmaz, yine sloganımı haykırdım. Olduğum odanın kapısında bekletilen arkadaşlar vardı. Onlar da bana katıldılar. Salonda bir kargaşa başladı. Beni tekrar geri çektiler. Adamlar o kadar (...) Tamamen (...) etkisiz hale getirilince yerden kaldırıldım. “Papazları” sosyolog, psikolog ve doktordan sonra hücreme geldim.

Kenan Oğuz
Tekirdağ F tipi hücreleri.




“Tüm gücümüzle
şafağı getirecek güne asılmalıyız...”

Resul Ayaz
(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

Merhaba sevgili dost,

(...) Ancak şimdi yazabildiğim için beni bağışla. Tembellikten değil ama yazmak eskisine göre yorucu oluyor. (Bugün bizim ekibin 100., ilk ekibin 103. günü) Böyle olması doğaldır da.
Bizi merak ettiğinizi biliyoruz. Basında çıkan yazılardan az çok tahmin edersiniz ki, artık hızla finale doğru gidiyoruz. Ruh ve zihin sağlığımız, moralimiz oldukça iyi. Ama aynı şey bedenlerimiz için artık pek geçerli değil. Parça parça, adım adım yaklaşıyoruz ölüme. Yani zafere, çünkü bedel istiyor yeniden.

Bundan çekineceğimizi düşünüp yanıldılar kaç kez. Yine yanılacaklar. Hiçbir güç değerlerimizden, inançlarımızdan soyunduramaz bizi. Ne ölüm, ne işkence, ne insanlık dışı baskılar... Çünkü haklı olmanın bilinciyle, geleceği kurma görevinin kıvancıyla hareket ediyoruz. Bu uğurda şehitler verdik, bedeller ödedik-ödüyoruz. Asla boşa gitmeyecek bu uğurda harcadığımız emek, verdiğimiz mücadele. Buna bütün kalbimizle inanıyoruz.

Sevgili dost, orada mücadelemize destek olmak üzere bir dizi etkinlik-eylemlilik içinde olduğunuzu biliyor ve bundan gurur duyuyoruz. En son Köln’de 40 bin kişilik bir miting olmuş. Oldukça anlamlı. Fakat gel gör ki, bu tür haberler basına yansımıyor. Daha doğrusu hiç yansıdığını görmedik. Katı bir sansür ve tecrit yalnız hücrelerde-burada değil, dışarda ve tüm toplumda da uygulanıyor. Bu korkunun ifadesi mevcut kriz ortamı ve istikrarsız siyasal yapı karşısında terörden başka bir çözüm üretemiyor rejim.

Bu vesileyle gündemi izleyebildiğimizi de belirteyim. Üç gazete okuyoruz. Gelişmeleri izliyoruz. Doğrusu katı tecrit ve ablukanın dağıtılması için direnişimizin sürmesi bile onların en büyük korkularından biri. Ama yetmediğini, her mevziyi tutmak gerektiğini de görmek gerekir. Bu ülkede demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunlukla içiçe dayatılan iktisadi yoksulluk, çok güçlü bir nesnel devrimci dinamik zemini oluşturuyor. Bugünden yarına kaybolması mümkün olmayan bu zemin aynı ölçüde kararlı ve istikrarlı bir önderlik gerektiriyor ki, halihazırda en büyük boşluk burada ortaya çıkıyor. Dün, direnişimizin erken evrelerinde, şunu ummuştuk; bir kıvılcım olabiliyorsak bu karanlığı aydınlatmak ve uyuyan yığınları uyandırmak için, yeni bir çıkış çok da uzak olmayacaktır. Bu iyimserli&currn;imizi hala koruduğumuzu söylemeliyim. Tüm sorunlarına, geriliklerine rağmen mevcut tablo değişebilir-değişmeli.

(...) Burada genelde güçlü bir direniş ruhu hakim. Tek tük dökülmelere rağmen kazanacağımıza olan inancımızı koruyoruz. Zaman zaman düşündüğümde 100’lü günleri deviriyor olmanın bir tek kaynağı olabilir diyorum; direnme ruhunun kazandırdığı güç.

İşte böyle sevgili dost, direnişimizin görkemli günlerinde yazıyor olmak büyük bir bahtiyarlık benim için. Daha şimdiden göz kamaştıran bu direnişin hakettiği yeri alacağından eminim. (...)

Mektubun sonuna geliyorum. Biraz dağınık oldu, kusura bakma. Kazanırsak ve kalırsak daha güzel mektuplar için söz veriyorum. Ama önce kazanmalıyız. Tüm gücümüzle şafağı getirecek güne asılmalıyız.

Oradaki tüm dostları geleceği kazanacağımıza olan inancımız ve direnişimizin kararlılığıyla kucaklıyoruz. Sevgili dost sözümü unutmadım (tarağını göndermek için sürecin sonlanmasını bekliyorum).

Yeniden yazmaya çalışırım. Söz vermeyeyim yine de. Direnişin daha da uzaması durumunda -ki öyle görünüyor- çok fazla şehidimiz olacak. Buna ve yerlerini doldurmaya hazır olun.

Haydar’ın ve tüm diğer yoldaşların selamlarını iletiyorum. Seni hasretle kucaklıyorum. Görüşmek üzere...

30 Ocak 2001




“Herşey kollektif geleceğimizden yana...”

Resul Ayaz
(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

Merhaba sevgili dost, merhaba dostlar,

Direnişimizin 148. gününde hala sizlere yazıyor olmanın bahtiyarlığını taşıyoruz içimizde. Hala ayaktayız, hala direniyoruz zulme ve ölüme. Ayları ve mevsimleri geride bıraktık. Eriyen bedenlerimiz yağmurlardan, kardan, işkencelerden geçti. Şimdi ılık bahar güneşin altında gün sayıyoruz artık. Çoğu bitti, yolun sonuna, zafere az kaldı. Yine de kolay gitmeye niyetimiz yok. Gözümüzde nur, dizimizde derman oldukça, yüreğimizdeki ateş sönmedikçe, direnişin sınırlarını daha da genişletecek, daha da büyüteceğiz korkularını.

Sevgili dost, mektubumu almış olmana sevindim. Gerçi bu süreçte isteğimiz gibi yazamıyoruz. Ki bu konuda kollektif geleceğimiz açısından söylemek istediğim çok ama çok şey var. Yaşadığımız sürece, son birkaç yıla ilişkin oldukça uzun bir değerlendirme yazısı da yazmıştım. Maalesef operasyonla beraber gitti. Keşke zamanında iletebilmiş olsaydım. Zaaflarımızın ve hatalarımızın bize attığı çelmeden gerekli sonuçları çıkarıp yüzümüzü geleceğe dönmenin zamanıdır artık. Bu konuda tüm kaygılarımı tüketmiş olmayı isterdim. Elimdeki fırsat ve olanakları iyi kullanmadığım, pek çok konuda yetersiz kaldığım için ne çok pişmanım şimdi. Ve tam da ölüme çeyrek kala bunların ağırlığını hissetmek ne kötü!

Belki bir daha görüşemeyecek olmaktan dolayı direnişle beraber içimizdeki özlemleri de, sevinçler de büyütüyoruz. Geleceğin ayak seslerini şimdiden duyuyoruz. Herşey işçi ve emekçilerden yana, herşey kollektif geleceğimizden yana. Bugün bu inançla katlanıyoruz her türlü insanlık dışı uygulamalara.

Sevgili dost, görüşemesek de yüreğimizin ve bilincimizin yetmediğini sizler tamamlayacaksınız. Bunu biliyoruz. Söylenecek yeni bir şey yok. Ama yapılacak çok şey var. Yarınlar çok şeylere gebe.

Seni ve tüm dostları hasretle kucaklıyorum. Haydar’ın ayrıca selamlarını ve sevgilerini iletiyorum.

“OĞUL”dan...

Hayır hakkın yok bilesin
Kişisel ve ayrı bir keder duymaya
Varsın kullanmak amacıyla son kozunu

18 Mart 2001




ÖOdirenişçisi Hatice Yürekli’ye mektup...

“Sen kızıl bayrağımız en yükseğe dikilinceye kadar olacaksın, zafere kadar!”

Sevgili Hatice yoldaş,

Ben küçükken devrimcilerden bahsedilen konuşmalara tanık olurdum. Onların ne kadar yürekli olduklarını anlatıp dururlardı. Şu an hatırlıyorum da, devrimciler benim için olağanüstü insanlardı. Yüzlerini hiç görmemiştim, ama hep merak ederdim onlar gerçekte nasıl insanlar diye...

Daha sonra büyüdüm ve sonunda o olağanüstü insanlarla tanışma ayrıcalığını yaşadım. Ve o insanlardan bir tanesi de sendin, sevgili Hatice yoldaş. Hatırlıyorum, 5 yıl önce bize arkadaşlarla gelmiştin, damda oturmuştuk. Ertesi gün birlikte pikniğe gittik ve o andan itibaren hayatımın akışı değişti diyebilirim. Çünkü en sonunda yüzlerini hiç görmediğim o olağanüstü insanlarla gerçekten tanıştım. Sen ne kadar samimiydin, ne kadar bilgili...

O küçük yaşlarda kafamın içinde beliren tarife tıpatıp uymuştun. Bu benim için önemliydi ve hala da öyle. Seni o andan itibaren sevdim, sana inandım. Biliyordum ki, sen kızıl bayrağımız en yükseğe dikilinceye kadar olacaksın, zafere kadar! Ve diğer tüm devrimcilerin, yani olağanüstü insanların olacağı gibi.

Şu an çok yoğun duygular yaşıyorum. Yazmakta pek becerikli değilim, ama şu an sana karşı bunları hissediyorum ve bilmeni istedim.

Seni bütün yüreğimle kucaklıyorum. Sevgiler...

Antakya’dan eski bir yoldaşın




“Biz kazanacağız!..

Ahmet Turan
(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

Sevgili yoldaş merhaba!..

Seni ve oradaki herkesi hasretle kucaklıyor ve öpüyorum. Nasılsın? Umarım iyisindir. Beni merak ediyorsun biliyorum. Nereden, nasıl başlamalı?

“bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim
şöyle diyebilirim; ‘Gece yıldızlıydı
uzakta tiril tiril yıldızlar, mavilikler’
gezinip şarkılar söylüyor gece yeli”
Neruda

Neruda ile başladım. Sanma bu dörtlüğü seçtim diye kalemimden hüzün akacak... Bir yerlerden başlamalı dedim. Yıldızlar hep çekmiştir beni kendine. “Yıldız” kelimesini gördüm ya, yazmadan edemedim. Dur sana iki haftalık yaşadıklarımı anlatayım. Düşlerimi, umutlarımı ve geleceğe dair olanı bir sonraki mektuba saklayarak...

Biliyorsun Adalet Bakanlığı mı, Sağlık Bakanlığı mı artık hangisinin genelgesi ise, Ölüm Orucu direnişçilerini devlet hastanelerine muayene ve tedavi için götürüyorlar. Burada da piyango 23 Mart’ta bana ve beş kişiye vurdu. Önce Tekirdağ Devlet Hastenesi’ne götürüldük. Hastane bizi Edirne Tıp Fakültesi’ne sevk etmiş. Hayda!.. Bu sefer de Edirne yoluna çıktık, ilk yorucu yolculuk yetmiyormuş gibi. Orada Edirne Türk Tabibleri Birliği’nden bir heyet geldi. TTB olduğu için muayene olduk, tedaviyi kabul etmedik.

Muayene işlemleri gece geç saatlerde bitti. Bu gece burada kalacaksınız, yarın döneceğiz, denildi. Bir gece geçirdik orada. Sabah bizi orada tutmak istediklerini öğrendik. Bir gün önceden, “eğer burada tutulursak suyu, tuzu, şekeri keseriz” diye dilekçe vermiştik zaten. Sabahki tutum üzerine kestiğimizi bildiren yeni dilekçeler verdik. Çıkışımız yapıldı. Tekirdağ yerine Edirne F tipine götürüldük. Orada iki gece misafir olarak kaldık. Sonra tekrar Tekirdağ...

Asıl komedi şimdi başlıyor. Geldikten iki saat sonra, bu sefer daha kalabalık olarak Tekirdağ Devlet Hastanesi’ne götürüldük. Yine aynı şeyler oldu. Bir farkla, benim de içinde olduğum üç kişi hastanede tutulduk. Tabi yine dilekçeler yazıldı. Bu sefer baştan suyu, tuzu, şekeri kestiğimizi bildirdik. Bu koşullarda iki gece geçirdik. En son Adalet Bakanlığı’ndan F tipi cezaevine, hastahane başhekimliğinden cumhuriyet savcılığına kadar ayrı ayrı yazdık; bundan sonra gelişecek olumsuzlukların sorumlusu siz olursunuz, eğer bizi burada tutmaya devam edersiniz, diye.

Ve iki saat sonra Tekirdağ F Tipi’ndeki “villam”daydım artık.

Yani anlayacağın yorucu ve hareketli bir hafta geçirdim. Sözüm ona sağlığımız için yapıyorlar. Ama daha fazla yıpratmaktan öte gitmiyor. Doğrusu susuz geçirdiğim iki günde “ipi göğüslemeye az kaldı” diye düşünmedim değil. O koşullarda bir yandan iradeni kırmadan finiş çizgisine koşuyorsun, diğer taraftan “inat değil mi, bir gün fazla yaşamak” diyorsun. Garip gelmesin sana bu ikilem. İçinde yaşarken daha iyi anlıyor, gerim gerim gerilip tüm benliğinde hissediyorsun. Neyse şimdi gayet iyi ve neşeliyim. Moralim yüksek.

Sana tekrar görüşeceğiz demeden Adnan Yücel’in bir şiirini yazmak istiyorum.

Alnımızda dalgalanan
bayraklar adına
Bayraklarda yaşayan
ölümsüzlük adına

Durmak yok bu koşuda
Teslim olmak yok
Ağıt yok dilimizde
Dizlerde titreme yok

Kaç güneş sönerse
sönsün içimizde
Hep aydınlıkta yakalayacağız ölümü
Ya şafak sökerken
Ya güneş yükselirken
Sizin sesiniz olup
Sizi haykıracağız
BİZ KAZANACAĞIZ
BİZ KAZANACAĞIZ!..

Adnan Yücel

Hepinizi tekrar hasretle kucaklıyor ve öpüyorum. Zafere olan sarsılmaz inancımla yoldaşça selamlar.

2 Nisan 2001
Tekirdağ F Tipi Cezaevi




“Dolu dizgin koşuluyor maraton”

“Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin.”

Merhaba,

(...) Bilmem, buraya mı özgü hasretin çok daha fazla yoğunluklu yaşanması? Sizin orada da yoğun mu yaşanıyor hasretlik. Ne kadar özledim seni bir bilsen.

Evet sevgili dost, nasılsın? Elbette iyisindir. Hayatın damarlarından yakalamış birinin kötü olma şansı var mı? Ben mi? Ben de çok iyiyim. Yani canavar gibi... Bu nasıl oluyor, ben de bilmiyorum gerçi. Sadece çok iyi olduğumu belirtmek için kullandığım bir deyim ya da cümle... Bizim buralardan az çok haber alıyorsundur. Maraton başladığı gibi devam ediyor, özünden bir şey kaybetmeden. Bu sefer yolculuk biraz daha uzadı. Ancak uzadıkça soluklar tükenmiyor. Hatta tükeneceğine yeni katılan soluklarla güçleniyor, gelişiyor. Elbette yorulanlar oluyor. Yorulanlar erkenden çekiliyor, yaşamın gerçek güzelliğinin tadına varanlar, onu sımsıcak tam ortasından kucaklayanlar oluyor. Çünkü onlar yaşamın bütünlüklerini tanımak arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Gökyüzüne, denize, yani evrenin bütün renklerine, en önemlisi de ina başka gözlerle bakıyorlar. Dedim ya, dolu dizgin koşuluyor maraton. En küçük mutluluktan bile yaşama sevinçleri çoğaltarak yürünüyor kısaca.

Burada seni sık sık anımsıyorum. Zaten burada yani dört duvar arasında, candan sevdiğin insanları anımsamazsan-anımsayamazsan tadı olmaz hiçbir şeyin. Çünkü o zaman kopmuşsundur, insanı insan yapan güzelliklerden. Şöyle seninle yaşadığımız günleri tek tek canlandırıyorum beynimde. O günlerde, daha doğrusu yıllarda bugünkü yaşantımıza biraz daha uzaktık. En azından ben öyleydim. Senin az da olsa bir yakınlığın var. Sonra yıllar geçiyor, ben biraz daha hızlı geçiş yapıyorum yeni dünyamıza. Bir anda bütün yaşantım, dünyaya bakışım değişiyor. İçim yeni yoldaşlarla, yeni insan yüzleriyle tanışma isteğiyle tutuşuyor ve herşeyi bir çırpıda öğrenmek istiyorum. Bu yeni yaşam biçimi bende yeni ufuklar açıyor, içim mutluluk kıvılcımlarıyla tutuşuyor. Ve bir zaman sonra galiba biraz erken yoruluyorum. Ancak yolun kıyısına düşm&ml;yorum, tutunmaya çalışıyorum. Bu sefer bayrağı sen omuzluyorsun. Bu durum beni daha çok sevindiriyor. Çünkü biliyorum, sen erkenden yorulmayacaksın, inatçısın. Kolay kolay bir şeye yüz çevirmezsin. Verdin mi de tamam artık. Sonra yıllar geçiyor. Acılarıyla, sevinçleriyle, hüzünleriyle. Ve biz bir kez daha ayrı ayrı yürüdüğümüz bu yolda birleştiriyoruz, düşüncelerimizi ve ellerimizi.E güzeli de bu oluyor galiba.

(...) Aslında daha birçok şey var seninle ilgili anımsadığım. Böyle açlık ve direniş günlerinde güzel oluyor hani. Sana direnişten bahsedebilirdim. Ancak fazla gerek yok şimdilik. Biz dünyanın en inatçı insanlarıyız. Bir şeyin adı kondu mu, bir söz verildi mi, o orada bitmiştir. Nedeni ise, yılların deneyiminden süzülerek bilimsel temellerine oturmuş bir sürecin sonunda verilen kararlardır bunlar.

Yazacak çok şey var. Ancak şimdilik bu kadar diyelim. Sonuç olarak ben çok iyiyim, moralim özellikle. Geride bıraktıklarımız içimizde burukluk bıraksa da, onları içimizde taşıdığımızı bilmek bizi daha güçlü kılıyor. Seni yıkılmayacak olan inancım ve sevgiyle kucaklıyorum.

Ertuğrul Kaya
Ermenek Özel Tip Cezaevi





DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi’nin açıklaması:

İMF’nin iktidarı mezarı olmayan ölüler
yaratmaya devam ediyor

Halka düşman İMF’yle dost , İMF’nin kulu bu iktidar, halkın isyanından, hak ve özgürlükler mücadelesinden korktuğu için direnme hakkını yok etmek istiyor. Adalet ve hukuk adına ülkede ne varsa yok etmek istiyor. Katlediyor, işkence yapıyor ve sakat bırakıyor. Çok katlettiler. 29 tutsağı katlettiler. Katletmekle kendi işbirlikçi İMF’ci vatan haini düşüncelerini kabul ettiremediler. Ölümlerimiz pahasına reddettik. 29 insanımızı öldürdüler. Direnme hakkını ve de düşüncelerimizi yok edemediler. Şimdi artık ölümlerden de korkuyorlar. Ölüm olmadan sessizlik içinde direnişi boğmak istiyorlar. Bugünün dünyasının en vahşi, en işkenceci iktidarı, hiçbir hukuk ve kural tanımıyor. Öldüremeyince sakat bırakıyor. Yaşayan ölüler yaratıyor. Son bir ay içinde Semra ASKERİ, Hatice YAZGAN, Serkan AYDOĞAN, Eylem YEŞİLBAŞ, BaKAYA, Ayşe BAŞTİMUR, Mehmet ZİNCİR ve Mustafa KARAAĞAÇ ranzalara zincirlenerek ve de zorla, bilinçleri kapandığında işkenceci doktorlarla müdahale ederek hafızalarını yok ettiler. Artık bu insanlarımız geçmişlerine ilişkin ya çok az şey, ya da hiçbir şey hatırlamıyorlar.

Ahmet Özdemir, felç eden, hafızasını kaybettiren bu vahşeti protesto etmek için kendisini yaktı.
Kandıra F tipinde hücrede ölüm orucunda olan Ahmet Özdemir 31 Mart 2001 saat 18 ile 19 arası kendini yaktı. Ahmet Özdemir kendini yaktığında bıraktığı mektup: “Ben AHMET ÖZDEMİR, ölüm orucu savaşçısıyım. Semra Askeri, Hatice Yazgan, Eylem Yeşilbaş’dan sonra Mehmet Zincir’e de müdahale edilerek hafızasını yitirmesine neden olundu. Bunu protesto etmek için kendimi yakıyorum. Bu ateşi Adalet Bakanlığı yakmıştır. Direnişimizi destekleyen tüm dostlarımızı ve büyük insanlık ailemizi selamlıyorum. Hoşçakalın. Ahmet Özdemir”

Direnme hakkı için, haklarımız için gerekirse onlarca tutsak daha şehit olacak. Hafızasını yitirecek ama direniş devam edecek.

Bu vahşet karşısında susanlar, susup da demokrasiden, hukuktan, adaletten söz edenler, eğer birer sahtekar değilseniz, demokrasiyi, hukuku, adaleti bugün savunmalısınız. Bugün savunmuyorsanız hiçbir zaman savunmayacaksınız. Bugün susanlar, bugün bizim ölümlerimizi, sakat kalmalarımızı seyredenler asla demokrasiden, halktan ve ülkeden yana olamazlar. Bugün susanlar, lafızları ne olursa olsun İMF’nin işbirlikçileridir. Ahmet Özdemir ağır yaralı ve halen hücresinde, ölüm yatağındadır. Direnme hakkı hiçbir güçle, ölümlerle, sakatlıklarla engellenemez. Direnme hakkımızı görmezden gelenler, savunmayanlar, güç vermeyenler , iddiaları ne olursa olsun bugünkü iktidarın yanındadırlar. Direniş zafere kadar sürecektir. İktidar artık ölümlerimizden de korkuyor. Ve bunun için işkenceci doktorlarla birlikte insanlarımızı sakat bırakıyor.vahşete ortak olan herkes bunun hesabını verecektir. Yoldaşlarımızı zincirlerle yatağa bağlayıp zorla müdahale eden, bilinçlerinin kaybolmasını bekleyip serum takarak sakat bırakan doktorlar, işkencecilik ve katillik suçunu işliyorlar. Onları affetmeyeceğiz.

NE İMF’NİN NAZİ KAMPLARI, NE DE KATLİAMLAR ZAFERİMİZİ ENGELLEYEMEYECEKTİR. ZAFERİMİZ BU İKTİDARIN DA SONU OLACAKTIR!

DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi
1 Nisan 2001



Bir grup ÖDP yöneticisinden basın açıklaması:
Parti üyelerinin yarısı atılmak isteniyor!..

ÖDP’de tasfiye girişimi!

* Bir süredir çeşitli yayın organlarında Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) hakkında bazı haberler çıkıyor ve bu haberlerde, partimizde bölünmeyle sonuçlanabilecek kimi sorunların yaşandığı belirtiliyor. Biz bu basın toplantısı ile ÖDP’de neler olduğunu sizlere anlatmak istiyoruz. Bugüne kadar, sorunlarımızı parti içinde çözebiliriz diye sustuk. Ama çoğunluk susmuyor. Şimdi sıra bizde!

* Garip ama gerçek! Demokratik çoğulculuk ilkesi üzerinde temellenen ÖDP’de bir süredir sessiz sedasız, ancak sistematik bir tasfiye yapılıyor. Parti kurucuları ve ÖDP’ye sosyalizm rengini verenler atılmak isteniyor. ÖDP’nin en yüksek siyasi karar organı olan Parti Meclisi’nin tam 21 üyesi “kesin ihraç” istemiyle disiplin kuruluna sevkedildi. Disiplin kuruluna gönderilen parti yöneticileri arasında 5 Merkez Yürütme Kurulu üyesi de bulunuyor.

* Önceki ay İstanbul İl Yönetim Kurulu’nun üç üyesi ve İzmir İl Yönetim Kurulu’nun da 4 üyesi kesin olarak, Şişli İlçe Başkanı ve tüm İlçe Yöneticileri ise 6 ay süre ile partiden ihraç edildi. Bursa İl Yönetim Kurulu üyelerinin tamamı da kesin ihraç talebi ile Disiplin Kurulu’na verildi.

* Çok partili siyasal hayata girişimizden bu yana böylesi bir tasfiye girişimi ile karşılaşılmamıştır.

* Kuşkusuz ilk akla gelen şey, “neden” sorusudur. Bu sorunun yanıtı açıktır; 25-27 Şubat 2000 tarihinde toplanan ÖDP 2. Büyük Danışma Konferansı ve Kongresi sırasında, Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin önemli görüş ayrılıklarının bulunduğu ortaya çıktı. Parti yönetimini elinde bulunduran grup, görüş ayrılıklarından kaynaklanan kimi sorunları, ÖDP’nin kuruluş ilkelerine ve oluşturduğu, demokratik, çoğulcu kültüre uygun şekilde ve politik yöntemlerle çözmek yerine; disiplin kurullarını çalıştırarak, farklı düşünen üyelerini partiden atma yolunu seçti. Oysa ÖDP, solun bütün renklerinin kendi özgün fikirleriyle içinde yer alacağı bir parti olarak kurulmuş ve bunu tüzüğü ile garanti altına almıştı. Parti içinde, örgüte karşı faaliyet yürütülmedi&curen;i sürece her eğilime kendisini ifade etme hakkı tanınmıştı.

* Tasfiye hareketinin görünürdeki nedeni, F tipi cezaevlerine karşı protesto eylemlerine Sosyalist Eylem Platformu (SEP) ve Hareket Grubu taraftarı ÖDP üyelerinin destek vermesidir. Yönetimi elinde bulunduran ekip, bu destek eylemlerini “parti disiplinine aykırı” buluyor. Bu doğru değil. Partiyi bölünmenin eşiğine getiren gerçek neden, tıpkı tasfiyeci CHP yönetiminin 28 Şubatçı “andıçların” doğrultusunda yaptığı gibi, “yeni bir oluşum” adı altında ÖDP’yi küreselleşmeci sol-liberal bir partiye dönüştürme girişimidir. Yönetici grup, Avrupa Birlikçi, özelleştirmeci “merkezin” bir adım “solunda” kendisine yer arıyor. Bir tür “sol Baykalizm” ÖDP’yi tasfiyeye götürüyor. Bizler ise, bu gidişe ve anlayışa “hayır” diyoruz. Partide yaşanan sorunların temeli budur.

Bugün ihraç edilmek istenen Sosyalist Eylem Platformu ve Hareket Grubu kayıtlı parti üyelerinin yaklaşık yüzde otuzunu, tasfiyeci harekete karşı çıkan diğer muhalif gruplarla birlikte, gerçek parti üye kitlesinin yarısını temsil ediyor. SEP ve Hareket, ÖDP’nin kuruluşunda yer alan 9 farklı eğilimi kapsamakta, buna karşılık yönetici grup sadece 3 eğilimi temsil etmektedir.

* Özellikle krizin her bakımdan derinleştiği şu günlerde, emekçilerin ve tüm ezilenlerin ÖDP’ye ihtiyacı var. ÖDP Türkiye Solu’nun çoğulcu birlik projesidir. Eğer bu proje yok edilirse, Türkiye Solu’nun 30 yıllık birlik umudu ortadan kalkacaktır. Biz ÖDP’nin tasfiyesini önlemek için çalışıyoruz. Bu tasfiye girişimiyle ÖDP’yi var eden ve diğer partilerden “farklı” kılan ilkeler ortadan kalkmış olacaktır.

Tasfiyeci grup bir yandan yapılacak ilk Olağan Kongrede azınlıkta kalmaktan korkuyor, öte yandan medyada reklam edilen “yeni oluşum” trenine yetişmek için acele ediyor. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi, acele işe şeytanın karışacağı da unutulmamalıdır.

İstanbul/ 2 Nisan 2001
Gülseren Pusatlıoğlu( MYK Üyesi),
Günay Kubilay (MYK Fahri Danışmanı),
Mustafa Kahya (MYK Fahri Danışmanı),
Veysi Sarısözen (MYK Üyesi),
Yaşar Tarakçı (MYK Fahri Danışmanı),
Hakan Öztürk (MYK Fahri Danışmanı)