Bahar görkemli bir zafere Fatime Akalın "Dün nasılsa bugün de öyle Merhaba sevgili ..., Görüşmeyeli yaşamımızda önemli değişiklikler oldu. Adalet Bakanlığının
15 Şubat tarihli genelgesi Niğde Cezaevinde de uygulamaya sokuldu. Cezaevi idaresi gardiyan ve müdürleriyle birlikte koğuşumuza bir sefer
düzenleyip tüp ve ocağımıza el koydu. Biz devrimci tutsaklar olarak
genelgeye karşı tavrımızı açıktan ve net bir şekilde koymuştuk. Bu genelge
de kazanılmış haklarımıza dönük bir saldırıdır, uygulanmasına izin vermeyeceğiz
dedik. Tüp ve ocağımızı almaya geldiklerinde de tavrımız net oldu. Tüp
ve ocağımızı vermedik. Arkadaşlarımız yerlerde sürüklenerek, tekme ve
yumruklarla saldırıya uğradı. Tüp ve ocağımız zorla elimizden alındığı
gibi bir haftadır mutfaktan ÖO ve SAGda olanlar için istediğimiz
sıcak su talebimiz de karşılanmıyor. Kantinden parayla ısıtıcı alarak
ihtiyacımızı karşılamamız dayatılıyor. Kazanılmış haklarımıza dönük
bu saldırı (...) Saldırı bunlarla da sınırlı değil. Görüşe gelen akrabalarımızın akrabalıklarını
belgelemesi zorunluluğu da yeni uygulamalar arasında. Ailelerimizin
görüş sırasında getirdiği içme suyu da dahil hiçbir şey alınmıyor. İhtiyaçlarımızın
kantinden karşılanması zorunluluğu dayatılıyor. Bununla cezaevleri kantinlerinin
kâr merkezleri haline getirileceği açık. Ancak kantinde olan şeyler
de sınırlı. Tüm bu uygulamalara rağmen sürecin kaderini tayin edecek
olan elbette direnişimiz. Öyle bir ısınacak ki bahar, güneşi tutsak Direnişimiz bugün 154. gününde. Dün ilk şehidimizi Sincan hücrelerinde
verdik. İlk şehidimizin isyan ve direniş demek olan 21 Mart'a denk gelmesi
ayrıca anlamlı. Mevsimleri deviren, üç mevsime yayılan direnişimizde
hücre hücre örülen zafer tomurcuklarımız patlamaya başladı. Bahar doğanın
canlanışı ve görkemli bir zafere tanıklık edecek. Ölümlerimizle yolumuzu
açmaya devam edeceğiz yine. Nasıl sımsıkı sarılmışsak yaşama, öyle rahat
ve başı dik karşılıyoruz, karşılayacağız ölümü. Bugün omuzlarımızdaki
tarihi sorumluluğun bilincindeyiz. Onurumuza, devrimci kimliğimize,
kişiliğimize dönük her saldırı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra
da devrimci irademize çarparak tuzla buz olacaktır, hükümsüz kalacaktır. Bizim için herşey açık ve net. İki sınıfın dişe diş savaşıdır bu. Sermaye,
içinde debelendiği derin krizin yükünü işçi sınıfına ve emekçilere fatura
edebilmenin yolunu teslim alınmış, kimliğinden soyundurulmuş devrimci
ve komünistlerde görüyor. Bu yalnızca zindanda değil sokakta da böyle.
Bu ülkenin zindana çevrilmek istenmesidir sözkonusu olan. Ama suskunluk
ne zindanda ne sokakta boy verdi. 21 Martı zılgıtlarla, halaylarla
ve yakılan ateşlerle karşıladı Kürt halkı. Teslimiyetçi çizginin tüm
uğraşlarına rağmen kendisine yıllardır (...) karşı yine taş oldu. O
kadar kolay (...) bir kez daha gösterdi. İşçisinden memuruna, esnafına her kesimden yükseliyor sesler. Bunların
sendika ağaları barikatına takılmaması bizim sorumluluğumuz. Toplumun
her kesiminde yaşanan derin hoşnutsuzluğun toplumsal bir harekete, yeni
bir kitle muhalefetine dönüşme koşulları fazlasıyla mevcut. Küçük dereciklerin
birleştirilmesi ve gürül gürül akan bir ırmağa dönüşmesi sorumluluğu
sınıfın partisinin omuzlarında. Şimdi her zamankinden daha fazla enerjiyle
sınıfa, kitlelere gitmemiz gerekiyor. Günlük sorunların, küçük küçük
aksaklıkların ayağımızda pranga olmasına, enerjimizi emmesine izin veremeyiz.
Yaşamın her alanda hücreleştirilmesine karşı her alanda direniş!,
işte yapmamız gereken bu. Şimdi hücre hücre erirken, hücrelerimizden çekilen öz suyun ülkemizin
topraklarında devrimin ateşini yakacağı bilinciyle direniyoruz. Öyle
rahat bekliyoruz ölümün damarlarımızdaki ilerleyişini. Kasılan midemizde,
kaslarımızda, incelen bedenimizde yarınlara ve devrimci davamıza olan
sarsılmaz inancımız var. Kış bahara döndü, baharı ısıtacağız. Öyle bir
ısınacak ki bahar, güneşi tutsak etmeye kalkanları yakıp kavuracak. Sanırım bir süre görüşe gelemeyeceksiniz. Ancak yine de zorlamaya devam
etmek gerek. Bu arada Nasıl Yapmalıyı bitirdim. İlk devrimcilik
günlerimde okumuştum. Aradan uzun yıllar geçti. Bu sefer başka tatlar
alarak okudum. Göndermeyi düşündüğünüz romanları diğer ailelerle gönderebilirsiniz.
Şimdilerde elimizdekiler bitiyor. Eğer gelirse seviniriz. Sağlığımla
ilgili yeni bir gelişme yok. Su, şeker ve tuz alımı düştü. Mide ve kaslarımızdaki
kramplar sıklaştı. Ölüm Orucunun olağan belirtilerini yaşıyorum
yani. Diğer dostlarımız da iyiler. Yani dimdik ayaktayız ve moralimiz,
coşkumuz her zamanki gibi. Tüm dostları sevgiyle kucaklıyorum. Şimdilik veda zamanı, hoşçakal. 22 Mart 2001
Sizlerin saçtığı ışıklar hep parlayacak! Sevgili Şaduman, merhaba! Ben yurtdışında yaşayan bir Kızıl Bayrak okuruyum. Sen beni tanımıyorsun,
ama ben seni yaptıklarınla ve yazdıklarınla tanıyorum. Ben çocukluğumdan beri gerçek devrimcilere hep büyük bir saygı ve hayranlık
duydum, ta ki Avrupaya gelinceye kadar. Burada devrimciyim, solcuyum
diyen kokuşmuş, bitmiş bozuk kişilikleri görünce büyük bir hayal kırıklığına
uğradım. Bir dönem hayran olduğum, erişilmez insanlar olarak gördüğüm o insanların
hiçbirisi bunlar değildi. Bu hayal kırıklığım sizlerin yaptıklarından
haberdar olmaya başladığımdan, yoldaşlarınızı tanıdığımdan sonra umuda
dönüştü. Ama şu andaki yaptıklarınızla bunların bitmediğini, hatta daha da güçlenerek,
daha da inançlı, bilinçli birer güzel yürek karşımıza çıktınız. Kaybolan
umutlar sizlerle birlikte yeniden büyüdü ve güçlendi. Sevgili Şaduman, Senin hikayeni bir arkadaştan duydum, yani senin de bir anne olduğunu,
eşin/yoldaşınla bu eylemde yer aldığını öğrenince çok şaşırdım, etkilendim.
Önce kabul edemedim. Çünkü ben de bir anneyim, ortak yanımız bu. Yalnız
senin kadar güçlü, yürekli ve bilinçli bir anne değilim. Hayatımın en
önemli parçası kızım. Bir anne olarak buna nasıl karar verebildin? Çocuk
annesiz ve babasız kalacak, bunu düşündükçe kararını anlamakta zorlandım.
Ama konuşup tartıştıkça, üzerinde düşündükçe, bunun bir anne duygusallığı
olduğunu anladım. Bu kararın büyük bir yüreklilik, büyük bir cesaret,
bilinç ve inançtır. Bu nasıl bir iradedir ki, bu kararı aldırabiliyor
diye kendime sordum ve sana hayran oldum. Sizlerle birlikte çocuğunuz belki de biyolojik olarak anne ve babasını
kaybedecek. Ancak onların kahramanlıklarıyla onurlanacak ve geride ona
sahip çıkacak yüzlerce gönül annesi ve babası olacak. Sizler ulu bir çınarın dalları ve filizlerisiniz. TC bu çınarı budayarak
sizleri yok etmek istedi, ancak şunu hesaplayamadı. Bu dallar, filizler
toprağa düştüklerinde birçok fidanlar getirecek ve bunların her biri
birer çınar olacak. Bunu beceremeyeceklerini anlayınca, medya ile birlikte sizleri bizlere
unutturmaya çalıştılar. Ancak bunu da beceremediler. Bizler sizleri Kızıl Bayrak gibi yayınlar sayesinde unutmayıp adım
adım izledik. Sizlerin yenilmez bir güç olduğunuzu gördük. Doğaüstü
bir direnç gösterdiğinizi gördük. Ve sizleri unutmadık, unutmayacağız,
unutturmayacağız. Sevgili Şaduman, Bu mektubumu okuyabilecek misin? Keşke okuyabilsen, keşke seninle ve
arkadaşlarınla, bu büyük insanlarla tanışabilsem. Ama olsun, hepinizi
tanıyoruz ve hep anılarımızda olacaksınız. Hepinizi gönülden, sevgi ve hayranlıkla kucaklıyorum. Baselden bir Kızıl Bayrak okuru
Tutsak yakınları çok güçlü olmak
durumundalar.. Muharrem Kurşun Sevgili yoldaşlar, Gecenin bir vakti, nasıl olduysa, gazetemizi verdiler elime. Gözlerime
inanamadım. Aylardan sonra elime alıyor, dokunabiliyor, dahası okuyabiliyordum.
Önce hızla sayfaları çevirdim, gözden geçirmek için. İlk gözüme çarpan
ilk mermimizin, Cengizimizin, kızılbantlı resmi oldu. Volkan gibiydi
gözleri, Newrozun ateşine karışıyordu yüreğinin ateşi. Onu da
zafer ülkesine uğurladık. Yolun açık olsun Cengiz, bizi kıskandırarak
ilk giden oldun zafer ülkesine. Bizden evvel halaya durdun ateş toplarımızla.
Peşin sıra geliyoruz. Halayda yerimizi ayırt. Daha sonra birçok yazının yanısıra, gözüme çarpan, ilgimi öncelikli
olarak çeken- doğrusunu söylemek gerekirse- canyoldaşımın mektubu oldu.
Romantizmden çok, kavgaydı soluduğum yarimin satırlarında. Bir Ölüm
Oruçcusunun canyoldaşı böyle vakurla ve metanetle uğurlayabilmeli
yarini zafer ülkesine. Ödenecek tek bedel ölümsüzleşen canlar değil.
Bu bedele duyulan acı daha boyutlu bir bedel aslında. Bu yüzden, tutsak
yakınları çok güçlü olmak durumundalar. Yarini, oğlunu, kızını, kardeşini
vakur ve metanetle zafer ülkesine uğurlamakta tereddüt etmemeliler.
Duygusallığa kapılıp, onursuzluğu dayatmamalılar yakınlarına. İşte bu
yüzden canyoldaşımın mektubunun önemi vardı benim için ve öncelikli
olarak ilgimi çekti. Hatice yoldaşın fotoğrafı ayrı bir güzel göründü bu kez. Aynı fotoğrafı
Çankırıdayken bana göndermişti. Kırmızı sana çok yakışmış
diye yazmıştım. Alnındaki bandı görüyordum ben o fotoğrafta; yüreğinden
alnına vuran bandı, bayrağımızı... Şimdi benden önde koşuyor. Oysa benden
birkaç gün sonraki grupta yarışa başlayanlardandı. Umarım benden evvel
varmaz zafer ülkesine. Başlarken şöyle bir duygu vardı içimde. Bu direnişte partimiz bir şehit
vermeli ve bu ben olmalıyım. Habip ve Ümit yoldaşlarla fotoğraflarda
da olsa yanyana durmak -ne büyük onur, ne büyük gurur. Hala bir şansım
var, ama Hatice yoldaş gibi bazı yoldaşlar şansımı zorluyor. Kızıyorum
bu duruma. Aynı sıralamayla gazetemizdeki tüm yazıları okudum. Amacım sabaha dek
bitirip, gazetemizi yoldaşlara ulaştırmak. Üç-üçbuçuk saat içinde içer
gibi okudum gazetemizi. Şu an yoldaşlar okuyor. Onlara ulaştırmanın
sevincini ayrıca yaşıyorum. (Hastanenin tek iyi yanı, yoldaşları anlık
da olsa görebilmek. Anlık selamlaşmalarda akıtılan sevgi selleriyle
yıkıyoruz hücreleri...) Gazetemizi günlerce okumayan yoldaşları gördüğümde, duyduğumda, bunlara
kızmanın ötesinde, şaşıyordum. Şimdi daha çok şaşıyorum. Birincisi,
bunu nasıl başarabiliyorlar anlayamıyorum. Sesimiz, soluğumuz, gözümüz,
yüreğimiz o bizim. Her satırı 150 yıllık emeğin ürünü. Yüreği parti
parti çarpan bir yoldaşın gerçekten önemli işleri yokken gazetemizi
gecikerek okuması, ertelemesi benim için anlaşılır birşey değil. İkincisi,
kendi okumayan biri, gazetemizi nasıl bir işçiye, emekçiye verebilecek?
Hadi verdi diyelim, o işçi şu yazıda ne anlatılıyor diye soracak olsa,
ne yanıt verecek? Böyle yoldaşları bizler gibi aylarca zindanda gazetesiz
bırakmak gerekiyor galiba, belki o zaman değeri daha bir anlaşılır. Hastanede Ölüm Orucunun 162. gününe böylesine harika bir geceyle
girdim. Gün başladı, işçiler işbaşı yaptı (tabii işi olanlar ve bugün
işten atılmayanlar). Direnişle geçecek yeni güne merhaba. 30 Mart 2001
Kazanan biz olacağız! Canım kızlarım, Sultan hariç diğerlerinizle uzun süredir görüşemiyorum. Yarı yıl tatilinde
de Dilaranın geçirmiş olduğu kaza nedeniyle görüşememiştik. Bundan
böyle, her biriniz ayrı ayrı düzenli mektup yazarsanız, az da olsa hasret
giderir, sevgimizi tazeleriz. Anneniz ve Sultan şu an bulunduğum cezaevine geldi, görüştük. Hem benim,
hem de cezaevi hakkında sizlere anlatmışlardır. Belki, uzun süredir
onlarla da görüşemediğim için, şu an içinde olduğum direnişten dolayı
beni zayıflamış ve halsiz görmüş olabilirler. Sık sık görüşemediğimiz
için, uzun bir aradan sonra beni aynı kiloda görmeyişleri, onların gözüne
halsiz görünmeme neden olduğu kanısındayım. Ama içinde olduğumuz durum
ne olursa olsun, benim ve arkadaşlarımın morali çok iyi. Çünkü bizler
biliyoruz, bu direnişte ve kavgada bizler kazanacağız. Biz 28 şehit
verdik, belki daha da çok şehit vereceğiz, bir çoğumuz sakat da kalabiliriz,
ama kazanan biz olacağız. Bizleri diri diri gömmek istedikleri bu mezarı yıkıp çıkamadığımız
sürece, bizim de sağ olarak dışarı çıkmamız mümkün değil. Zaten F tipi
cezaevlerinin bir amacı, sürece yayarak sessiz sedasız öldürmek. Dışarıda
öldüremediği devrimcileri buralarda öldürmek amacıyla yapılmış ve faaliyete
geçirilmiştir F tipleri. 19 Aralıktan sonra açılan F tiplerine, saldırıya uğrayan, yara
bere içinde olan devrimci insanları götürdüler. Yaralı olmalarına rağmen,
dayaktan geçirilerek hücrelere konuldular. Onunla da yetinmediler, sayım
bahanesiyle saldırdılar, işkence yaptılar. Ölüm Orucu ve Açlık Grevinde
olanlara tuz, şeker ve su dahi vermediler. Bırakın diğer günlük ihtiyaçları,
zaten hiç bir ihtiyaçları karşılanmıyordu. Ailelerine, yakınlarına ve
arkadaşlarına ulaşmak için ne kağıt ne de kalem veriliyordu. Avukatları
ve aileleriyle görüş yaptırmıyorlardı. Bu insanlık dışı muamelelere rağmen, devrimciler inançlarında ve kararlılıklarında
zerre kadar geri adım atmıyordu ve atmadılar. Devrimciler biliyordu
F tiplerinin ne maksatla yapıldığını, onun için bir mücadele başlatmışlardı.
Hem de geri dönüşü olmayan bir mücadele, bir direniş, bir kavga başlatmışlardı. Benim olduğum cezaevinde ise 19 Aralık operasyonu sonrasında, yani
67 gün sonra F tiplerine nakil yapılmaya başlandı. Biliyorsunuz, ben
de 19 Aralık sonrasında Ölüm Orucuna başlamıştım. Gebzeden
alınıp Tekirdağ F tipine getirildiğim gün, 67. günümdeydim. Benim gibi
birkaç arkadaş daha vardı Ölüm Orucunda olan. Bir kısmı da 30-40
gündür açlık grevinde idi. Gebzeden alındığımızda, yanımıza şeker, tuz ve su aldık. İlk
açılan F tipleri ile ilgili bilgi sahibi olduğumuz için, tedbir olsun
diye ihtiyacımız olan bazı eşyaları da aldık. Aslında biliyorduk bize
vermeyeceklerini, yine de kağıt, kalem, defter vb. aldık. Ring arabasına
bizi koyduklarında, eşyalarımızı alıp başka araca yüklediler. Tekirdağda
kayıt ve bazı işlemlerden sonra, çantamın hangisi olduğunu ve almamı
söylediler. Ben de çantamı alıp hücreye gideceğiz diye düşünmeye başlamıştım.
Bu ana kadar iyi davranıyorlardı. Asker ve gardiyanlar beraber kayıtları
yaptırıyor, kolumuzdan tutarak bir yerden bir yere götürüyorlardı. Önce arama yapılacaksın, dediler. Az önce arama yaptınız, dedim. O
ayrı deyip beni bir odaya aldılar. Oda küçüktü, odanın ölçüsüne göre
çok insan vardı. Soyunmamı istediler. Soyunmayacağımı ve aramanın bu
halde yapılmasını söyledim. Hemen gardiyan ve askerler üstüme atlayıp
soydular. Son günlerde üşüdüğüm için üç kazak üstüste giyiniyordum.
Altına da iki eşofman giyinmiştim. Bunların birer adedini aldılar. Yani
üstümde bir kazak, bir eşofman eksildi. Öyle odalar ki, o kadar itip kakışma yaşanıyor, dışarıda olan arkadaşlarımız
duymuyorlardı. Ya dışardaki gürültüden, ya da kapılar sağlamdı. Aramadan sonra berber odası dedikleri bir odaya aldılar. Bu oda da
arama odası büyüklüğünde. Burada gardiyan ağırlıklı 20ye yakın
adam var, saç kesme makinası askerin elinde, beni bir köşeye sıkıştırıp
kesmeye başladılar. Bir yandan da laf atıp saldırıyorlardı. Birkaç kişi
(...) ayakta saçımı kestiler. Zaten fazla karşı koyamamıştım, Ölüm Orucunun
67. günü olduğu için onlara fazla zorluk çıkaramamıştım, iki kişi rahatlıkla
beni etkisiz hale getirebiliyordu. Saç kesim işi bitmişti. İçlerinden biri neden zorluk çıkarıyorsun,
efendi efendi gelip saçını kestirsen olmaz mıydı, dedi. Saçımı, bıyığımı
ve traşımı ben ne zaman istersem olurum, bu gibi zora dayalı hiçbir
yaptırıma uymam, dedim. O ara sağnak şeklinde yumruklar ve tekmeler
yağmaya başladı. Slogan atıyorum, İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!
diye. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Yan odalarda o masum görünenler
ve arkadaşlarımız duysun diye bağırarak sloganlarımızı atmaya çalışıyorum.
Birileri beni kaldırdı. Slogan atmayayım diye ağzımı eliyle kapatıyordu.
Birkaç dakika sonra da dışarı çıkarıldım. Dış salon hayli kalabalık. Berber odasından çıkarılır çıkarılmaz, yine
sloganımı haykırdım. Olduğum odanın kapısında bekletilen arkadaşlar
vardı. Onlar da bana katıldılar. Salonda bir kargaşa başladı. Beni tekrar
geri çektiler. Adamlar o kadar (...) Tamamen (...) etkisiz hale getirilince
yerden kaldırıldım. Papazları sosyolog, psikolog ve doktordan
sonra hücreme geldim. Kenan Oğuz
Tüm gücümüzle Resul Ayaz Merhaba sevgili dost, (...) Ancak şimdi yazabildiğim için beni bağışla. Tembellikten değil
ama yazmak eskisine göre yorucu oluyor. (Bugün bizim ekibin 100., ilk
ekibin 103. günü) Böyle olması doğaldır da. Bundan çekineceğimizi düşünüp yanıldılar kaç kez. Yine yanılacaklar.
Hiçbir güç değerlerimizden, inançlarımızdan soyunduramaz bizi. Ne ölüm,
ne işkence, ne insanlık dışı baskılar... Çünkü haklı olmanın bilinciyle,
geleceği kurma görevinin kıvancıyla hareket ediyoruz. Bu uğurda şehitler
verdik, bedeller ödedik-ödüyoruz. Asla boşa gitmeyecek bu uğurda harcadığımız
emek, verdiğimiz mücadele. Buna bütün kalbimizle inanıyoruz. Sevgili dost, orada mücadelemize destek olmak üzere bir dizi etkinlik-eylemlilik
içinde olduğunuzu biliyor ve bundan gurur duyuyoruz. En son Kölnde
40 bin kişilik bir miting olmuş. Oldukça anlamlı. Fakat gel gör ki,
bu tür haberler basına yansımıyor. Daha doğrusu hiç yansıdığını görmedik.
Katı bir sansür ve tecrit yalnız hücrelerde-burada değil, dışarda ve
tüm toplumda da uygulanıyor. Bu korkunun ifadesi mevcut kriz ortamı
ve istikrarsız siyasal yapı karşısında terörden başka bir çözüm üretemiyor
rejim. Bu vesileyle gündemi izleyebildiğimizi de belirteyim. Üç gazete okuyoruz.
Gelişmeleri izliyoruz. Doğrusu katı tecrit ve ablukanın dağıtılması
için direnişimizin sürmesi bile onların en büyük korkularından biri.
Ama yetmediğini, her mevziyi tutmak gerektiğini de görmek gerekir. Bu
ülkede demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunlukla içiçe dayatılan
iktisadi yoksulluk, çok güçlü bir nesnel devrimci dinamik zemini oluşturuyor.
Bugünden yarına kaybolması mümkün olmayan bu zemin aynı ölçüde kararlı
ve istikrarlı bir önderlik gerektiriyor ki, halihazırda en büyük boşluk
burada ortaya çıkıyor. Dün, direnişimizin erken evrelerinde, şunu ummuştuk;
bir kıvılcım olabiliyorsak bu karanlığı aydınlatmak ve uyuyan yığınları
uyandırmak için, yeni bir çıkış çok da uzak olmayacaktır. Bu iyimserli&currn;imizi
hala koruduğumuzu söylemeliyim. Tüm sorunlarına, geriliklerine rağmen
mevcut tablo değişebilir-değişmeli. (...) Burada genelde güçlü bir direniş ruhu hakim. Tek tük dökülmelere
rağmen kazanacağımıza olan inancımızı koruyoruz. Zaman zaman düşündüğümde
100lü günleri deviriyor olmanın bir tek kaynağı olabilir diyorum;
direnme ruhunun kazandırdığı güç. İşte böyle sevgili dost, direnişimizin görkemli günlerinde yazıyor
olmak büyük bir bahtiyarlık benim için. Daha şimdiden göz kamaştıran
bu direnişin hakettiği yeri alacağından eminim. (...) Mektubun sonuna geliyorum. Biraz dağınık oldu, kusura bakma. Kazanırsak
ve kalırsak daha güzel mektuplar için söz veriyorum. Ama önce kazanmalıyız.
Tüm gücümüzle şafağı getirecek güne asılmalıyız. Oradaki tüm dostları geleceği kazanacağımıza olan inancımız ve direnişimizin
kararlılığıyla kucaklıyoruz. Sevgili dost sözümü unutmadım (tarağını
göndermek için sürecin sonlanmasını bekliyorum). Yeniden yazmaya çalışırım. Söz vermeyeyim yine de. Direnişin daha da
uzaması durumunda -ki öyle görünüyor- çok fazla şehidimiz olacak. Buna
ve yerlerini doldurmaya hazır olun. Haydarın ve tüm diğer yoldaşların selamlarını iletiyorum. Seni
hasretle kucaklıyorum. Görüşmek üzere... 30 Ocak 2001
Herşey kollektif geleceğimizden
yana... Resul Ayaz Merhaba sevgili dost, merhaba dostlar, Direnişimizin 148. gününde hala sizlere yazıyor olmanın bahtiyarlığını
taşıyoruz içimizde. Hala ayaktayız, hala direniyoruz zulme ve ölüme.
Ayları ve mevsimleri geride bıraktık. Eriyen bedenlerimiz yağmurlardan,
kardan, işkencelerden geçti. Şimdi ılık bahar güneşin altında gün sayıyoruz
artık. Çoğu bitti, yolun sonuna, zafere az kaldı. Yine de kolay gitmeye
niyetimiz yok. Gözümüzde nur, dizimizde derman oldukça, yüreğimizdeki
ateş sönmedikçe, direnişin sınırlarını daha da genişletecek, daha da
büyüteceğiz korkularını. Sevgili dost, mektubumu almış olmana sevindim. Gerçi bu süreçte isteğimiz
gibi yazamıyoruz. Ki bu konuda kollektif geleceğimiz açısından söylemek
istediğim çok ama çok şey var. Yaşadığımız sürece, son birkaç yıla ilişkin
oldukça uzun bir değerlendirme yazısı da yazmıştım. Maalesef operasyonla
beraber gitti. Keşke zamanında iletebilmiş olsaydım. Zaaflarımızın ve
hatalarımızın bize attığı çelmeden gerekli sonuçları çıkarıp yüzümüzü
geleceğe dönmenin zamanıdır artık. Bu konuda tüm kaygılarımı tüketmiş
olmayı isterdim. Elimdeki fırsat ve olanakları iyi kullanmadığım, pek
çok konuda yetersiz kaldığım için ne çok pişmanım şimdi. Ve tam da ölüme
çeyrek kala bunların ağırlığını hissetmek ne kötü! Belki bir daha görüşemeyecek olmaktan dolayı direnişle beraber içimizdeki
özlemleri de, sevinçler de büyütüyoruz. Geleceğin ayak seslerini şimdiden
duyuyoruz. Herşey işçi ve emekçilerden yana, herşey kollektif geleceğimizden
yana. Bugün bu inançla katlanıyoruz her türlü insanlık dışı uygulamalara. Sevgili dost, görüşemesek de yüreğimizin ve bilincimizin yetmediğini
sizler tamamlayacaksınız. Bunu biliyoruz. Söylenecek yeni bir şey yok.
Ama yapılacak çok şey var. Yarınlar çok şeylere gebe. Seni ve tüm dostları hasretle kucaklıyorum. Haydarın ayrıca selamlarını
ve sevgilerini iletiyorum. OĞULdan... Hayır hakkın yok bilesin 18 Mart 2001
ÖOdirenişçisi Hatice Yürekliye mektup... Sen kızıl bayrağımız en yükseğe
dikilinceye kadar olacaksın, zafere kadar! Sevgili Hatice yoldaş, Ben küçükken devrimcilerden bahsedilen konuşmalara tanık olurdum. Onların
ne kadar yürekli olduklarını anlatıp dururlardı. Şu an hatırlıyorum
da, devrimciler benim için olağanüstü insanlardı. Yüzlerini hiç görmemiştim,
ama hep merak ederdim onlar gerçekte nasıl insanlar diye... Daha sonra büyüdüm ve sonunda o olağanüstü insanlarla tanışma ayrıcalığını
yaşadım. Ve o insanlardan bir tanesi de sendin, sevgili Hatice yoldaş.
Hatırlıyorum, 5 yıl önce bize arkadaşlarla gelmiştin, damda oturmuştuk.
Ertesi gün birlikte pikniğe gittik ve o andan itibaren hayatımın akışı
değişti diyebilirim. Çünkü en sonunda yüzlerini hiç görmediğim o olağanüstü
insanlarla gerçekten tanıştım. Sen ne kadar samimiydin, ne kadar bilgili... O küçük yaşlarda kafamın içinde beliren tarife tıpatıp uymuştun. Bu
benim için önemliydi ve hala da öyle. Seni o andan itibaren sevdim,
sana inandım. Biliyordum ki, sen kızıl bayrağımız en yükseğe dikilinceye
kadar olacaksın, zafere kadar! Ve diğer tüm devrimcilerin, yani olağanüstü
insanların olacağı gibi. Şu an çok yoğun duygular yaşıyorum. Yazmakta pek becerikli değilim,
ama şu an sana karşı bunları hissediyorum ve bilmeni istedim. Seni bütün yüreğimle kucaklıyorum. Sevgiler... Antakyadan eski bir yoldaşın
Biz kazanacağız!.. Ahmet Turan Sevgili yoldaş merhaba!.. Seni ve oradaki herkesi hasretle kucaklıyor ve öpüyorum. Nasılsın?
Umarım iyisindir. Beni merak ediyorsun biliyorum. Nereden, nasıl başlamalı? bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim Neruda ile başladım. Sanma bu dörtlüğü seçtim diye kalemimden hüzün
akacak... Bir yerlerden başlamalı dedim. Yıldızlar hep çekmiştir beni
kendine. Yıldız kelimesini gördüm ya, yazmadan edemedim.
Dur sana iki haftalık yaşadıklarımı anlatayım. Düşlerimi, umutlarımı
ve geleceğe dair olanı bir sonraki mektuba saklayarak... Biliyorsun Adalet Bakanlığı mı, Sağlık Bakanlığı mı artık hangisinin
genelgesi ise, Ölüm Orucu direnişçilerini devlet hastanelerine muayene
ve tedavi için götürüyorlar. Burada da piyango 23 Martta bana
ve beş kişiye vurdu. Önce Tekirdağ Devlet Hastenesine götürüldük.
Hastane bizi Edirne Tıp Fakültesine sevk etmiş. Hayda!.. Bu sefer
de Edirne yoluna çıktık, ilk yorucu yolculuk yetmiyormuş gibi. Orada
Edirne Türk Tabibleri Birliğinden bir heyet geldi. TTB olduğu
için muayene olduk, tedaviyi kabul etmedik. Muayene işlemleri gece geç saatlerde bitti. Bu gece burada kalacaksınız,
yarın döneceğiz, denildi. Bir gece geçirdik orada. Sabah bizi orada
tutmak istediklerini öğrendik. Bir gün önceden, eğer burada tutulursak
suyu, tuzu, şekeri keseriz diye dilekçe vermiştik zaten. Sabahki
tutum üzerine kestiğimizi bildiren yeni dilekçeler verdik. Çıkışımız
yapıldı. Tekirdağ yerine Edirne F tipine götürüldük. Orada iki gece
misafir olarak kaldık. Sonra tekrar Tekirdağ... Asıl komedi şimdi başlıyor. Geldikten iki saat sonra, bu sefer daha
kalabalık olarak Tekirdağ Devlet Hastanesine götürüldük. Yine
aynı şeyler oldu. Bir farkla, benim de içinde olduğum üç kişi hastanede
tutulduk. Tabi yine dilekçeler yazıldı. Bu sefer baştan suyu, tuzu,
şekeri kestiğimizi bildirdik. Bu koşullarda iki gece geçirdik. En son
Adalet Bakanlığından F tipi cezaevine, hastahane başhekimliğinden
cumhuriyet savcılığına kadar ayrı ayrı yazdık; bundan sonra gelişecek
olumsuzlukların sorumlusu siz olursunuz, eğer bizi burada tutmaya devam
edersiniz, diye. Ve iki saat sonra Tekirdağ F Tipindeki villamdaydım
artık. Yani anlayacağın yorucu ve hareketli bir hafta geçirdim. Sözüm ona
sağlığımız için yapıyorlar. Ama daha fazla yıpratmaktan öte gitmiyor.
Doğrusu susuz geçirdiğim iki günde ipi göğüslemeye az kaldı
diye düşünmedim değil. O koşullarda bir yandan iradeni kırmadan finiş
çizgisine koşuyorsun, diğer taraftan inat değil mi, bir gün fazla
yaşamak diyorsun. Garip gelmesin sana bu ikilem. İçinde yaşarken
daha iyi anlıyor, gerim gerim gerilip tüm benliğinde hissediyorsun.
Neyse şimdi gayet iyi ve neşeliyim. Moralim yüksek. Sana tekrar görüşeceğiz demeden Adnan Yücelin bir şiirini yazmak
istiyorum. Alnımızda dalgalanan Adnan Yücel Hepinizi tekrar hasretle kucaklıyor ve öpüyorum. Zafere olan sarsılmaz
inancımla yoldaşça selamlar. 2 Nisan 2001
Dolu dizgin koşuluyor maraton Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını Merhaba, (...) Bilmem, buraya mı özgü hasretin çok daha fazla yoğunluklu yaşanması?
Sizin orada da yoğun mu yaşanıyor hasretlik. Ne kadar özledim seni bir
bilsen. Evet sevgili dost, nasılsın? Elbette iyisindir. Hayatın damarlarından
yakalamış birinin kötü olma şansı var mı? Ben mi? Ben de çok iyiyim.
Yani canavar gibi... Bu nasıl oluyor, ben de bilmiyorum gerçi. Sadece
çok iyi olduğumu belirtmek için kullandığım bir deyim ya da cümle...
Bizim buralardan az çok haber alıyorsundur. Maraton başladığı gibi devam
ediyor, özünden bir şey kaybetmeden. Bu sefer yolculuk biraz daha uzadı.
Ancak uzadıkça soluklar tükenmiyor. Hatta tükeneceğine yeni katılan
soluklarla güçleniyor, gelişiyor. Elbette yorulanlar oluyor. Yorulanlar
erkenden çekiliyor, yaşamın gerçek güzelliğinin tadına varanlar, onu
sımsıcak tam ortasından kucaklayanlar oluyor. Çünkü onlar yaşamın bütünlüklerini
tanımak arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Gökyüzüne, denize, yani evrenin
bütün renklerine, en önemlisi de ina başka gözlerle bakıyorlar. Dedim
ya, dolu dizgin koşuluyor maraton. En küçük mutluluktan bile yaşama
sevinçleri çoğaltarak yürünüyor kısaca. Burada seni sık sık anımsıyorum. Zaten burada yani dört duvar arasında,
candan sevdiğin insanları anımsamazsan-anımsayamazsan tadı olmaz hiçbir
şeyin. Çünkü o zaman kopmuşsundur, insanı insan yapan güzelliklerden.
Şöyle seninle yaşadığımız günleri tek tek canlandırıyorum beynimde.
O günlerde, daha doğrusu yıllarda bugünkü yaşantımıza biraz daha uzaktık.
En azından ben öyleydim. Senin az da olsa bir yakınlığın var. Sonra
yıllar geçiyor, ben biraz daha hızlı geçiş yapıyorum yeni dünyamıza.
Bir anda bütün yaşantım, dünyaya bakışım değişiyor. İçim yeni yoldaşlarla,
yeni insan yüzleriyle tanışma isteğiyle tutuşuyor ve herşeyi bir çırpıda
öğrenmek istiyorum. Bu yeni yaşam biçimi bende yeni ufuklar açıyor,
içim mutluluk kıvılcımlarıyla tutuşuyor. Ve bir zaman sonra galiba biraz
erken yoruluyorum. Ancak yolun kıyısına düşm&ml;yorum, tutunmaya çalışıyorum.
Bu sefer bayrağı sen omuzluyorsun. Bu durum beni daha çok sevindiriyor.
Çünkü biliyorum, sen erkenden yorulmayacaksın, inatçısın. Kolay kolay
bir şeye yüz çevirmezsin. Verdin mi de tamam artık. Sonra yıllar geçiyor.
Acılarıyla, sevinçleriyle, hüzünleriyle. Ve biz bir kez daha ayrı ayrı
yürüdüğümüz bu yolda birleştiriyoruz, düşüncelerimizi ve ellerimizi.E
güzeli de bu oluyor galiba. (...) Aslında daha birçok şey var seninle ilgili anımsadığım. Böyle
açlık ve direniş günlerinde güzel oluyor hani. Sana direnişten bahsedebilirdim.
Ancak fazla gerek yok şimdilik. Biz dünyanın en inatçı insanlarıyız.
Bir şeyin adı kondu mu, bir söz verildi mi, o orada bitmiştir. Nedeni
ise, yılların deneyiminden süzülerek bilimsel temellerine oturmuş bir
sürecin sonunda verilen kararlardır bunlar. Yazacak çok şey var. Ancak şimdilik bu kadar diyelim. Sonuç olarak
ben çok iyiyim, moralim özellikle. Geride bıraktıklarımız içimizde burukluk
bıraksa da, onları içimizde taşıdığımızı bilmek bizi daha güçlü kılıyor.
Seni yıkılmayacak olan inancım ve sevgiyle kucaklıyorum. Ertuğrul Kaya
DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesinin
açıklaması: İMFnin iktidarı mezarı olmayan
ölüler Halka düşman İMFyle dost , İMFnin kulu bu iktidar, halkın
isyanından, hak ve özgürlükler mücadelesinden korktuğu için direnme
hakkını yok etmek istiyor. Adalet ve hukuk adına ülkede ne varsa yok
etmek istiyor. Katlediyor, işkence yapıyor ve sakat bırakıyor. Çok katlettiler.
29 tutsağı katlettiler. Katletmekle kendi işbirlikçi İMFci vatan
haini düşüncelerini kabul ettiremediler. Ölümlerimiz pahasına reddettik.
29 insanımızı öldürdüler. Direnme hakkını ve de düşüncelerimizi yok
edemediler. Şimdi artık ölümlerden de korkuyorlar. Ölüm olmadan sessizlik
içinde direnişi boğmak istiyorlar. Bugünün dünyasının en vahşi, en işkenceci
iktidarı, hiçbir hukuk ve kural tanımıyor. Öldüremeyince sakat bırakıyor.
Yaşayan ölüler yaratıyor. Son bir ay içinde Semra ASKERİ, Hatice YAZGAN,
Serkan AYDOĞAN, Eylem YEŞİLBAŞ, BaKAYA, Ayşe BAŞTİMUR, Mehmet ZİNCİR
ve Mustafa KARAAĞAÇ ranzalara zincirlenerek ve de zorla, bilinçleri
kapandığında işkenceci doktorlarla müdahale ederek hafızalarını yok
ettiler. Artık bu insanlarımız geçmişlerine ilişkin ya çok az şey, ya
da hiçbir şey hatırlamıyorlar. Ahmet Özdemir, felç eden, hafızasını kaybettiren bu vahşeti protesto
etmek için kendisini yaktı. Direnme hakkı için, haklarımız için gerekirse onlarca tutsak daha şehit
olacak. Hafızasını yitirecek ama direniş devam edecek. Bu vahşet karşısında susanlar, susup da demokrasiden, hukuktan, adaletten
söz edenler, eğer birer sahtekar değilseniz, demokrasiyi, hukuku, adaleti
bugün savunmalısınız. Bugün savunmuyorsanız hiçbir zaman savunmayacaksınız.
Bugün susanlar, bugün bizim ölümlerimizi, sakat kalmalarımızı seyredenler
asla demokrasiden, halktan ve ülkeden yana olamazlar. Bugün susanlar,
lafızları ne olursa olsun İMFnin işbirlikçileridir. Ahmet Özdemir
ağır yaralı ve halen hücresinde, ölüm yatağındadır. Direnme hakkı hiçbir
güçle, ölümlerle, sakatlıklarla engellenemez. Direnme hakkımızı görmezden
gelenler, savunmayanlar, güç vermeyenler , iddiaları ne olursa olsun
bugünkü iktidarın yanındadırlar. Direniş zafere kadar sürecektir. İktidar
artık ölümlerimizden de korkuyor. Ve bunun için işkenceci doktorlarla
birlikte insanlarımızı sakat bırakıyor.vahşete ortak olan herkes bunun
hesabını verecektir. Yoldaşlarımızı zincirlerle yatağa bağlayıp zorla
müdahale eden, bilinçlerinin kaybolmasını bekleyip serum takarak sakat
bırakan doktorlar, işkencecilik ve katillik suçunu işliyorlar. Onları
affetmeyeceğiz. NE İMFNİN NAZİ KAMPLARI, NE DE KATLİAMLAR ZAFERİMİZİ ENGELLEYEMEYECEKTİR.
ZAFERİMİZ BU İKTİDARIN DA SONU OLACAKTIR! DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi
ÖDPde tasfiye girişimi! * Bir süredir çeşitli yayın organlarında Özgürlük ve Dayanışma Partisi
(ÖDP) hakkında bazı haberler çıkıyor ve bu haberlerde, partimizde bölünmeyle
sonuçlanabilecek kimi sorunların yaşandığı belirtiliyor. Biz bu basın
toplantısı ile ÖDPde neler olduğunu sizlere anlatmak istiyoruz.
Bugüne kadar, sorunlarımızı parti içinde çözebiliriz diye sustuk. Ama
çoğunluk susmuyor. Şimdi sıra bizde! * Garip ama gerçek! Demokratik çoğulculuk ilkesi üzerinde temellenen
ÖDPde bir süredir sessiz sedasız, ancak sistematik bir tasfiye
yapılıyor. Parti kurucuları ve ÖDPye sosyalizm rengini verenler
atılmak isteniyor. ÖDPnin en yüksek siyasi karar organı olan Parti
Meclisinin tam 21 üyesi kesin ihraç istemiyle disiplin
kuruluna sevkedildi. Disiplin kuruluna gönderilen parti yöneticileri
arasında 5 Merkez Yürütme Kurulu üyesi de bulunuyor. * Önceki ay İstanbul İl Yönetim Kurulunun üç üyesi ve İzmir İl
Yönetim Kurulunun da 4 üyesi kesin olarak, Şişli İlçe Başkanı
ve tüm İlçe Yöneticileri ise 6 ay süre ile partiden ihraç edildi. Bursa
İl Yönetim Kurulu üyelerinin tamamı da kesin ihraç talebi ile Disiplin
Kuruluna verildi. * Çok partili siyasal hayata girişimizden bu yana böylesi bir tasfiye
girişimi ile karşılaşılmamıştır. * Kuşkusuz ilk akla gelen şey, neden sorusudur. Bu sorunun
yanıtı açıktır; 25-27 Şubat 2000 tarihinde toplanan ÖDP 2. Büyük Danışma
Konferansı ve Kongresi sırasında, Türkiyenin temel sorunlarına
ilişkin önemli görüş ayrılıklarının bulunduğu ortaya çıktı. Parti yönetimini
elinde bulunduran grup, görüş ayrılıklarından kaynaklanan kimi sorunları,
ÖDPnin kuruluş ilkelerine ve oluşturduğu, demokratik, çoğulcu
kültüre uygun şekilde ve politik yöntemlerle çözmek yerine; disiplin
kurullarını çalıştırarak, farklı düşünen üyelerini partiden atma yolunu
seçti. Oysa ÖDP, solun bütün renklerinin kendi özgün fikirleriyle içinde
yer alacağı bir parti olarak kurulmuş ve bunu tüzüğü ile garanti altına
almıştı. Parti içinde, örgüte karşı faaliyet yürütülmedi&curen;i sürece
her eğilime kendisini ifade etme hakkı tanınmıştı. * Tasfiye hareketinin görünürdeki nedeni, F tipi cezaevlerine karşı
protesto eylemlerine Sosyalist Eylem Platformu (SEP) ve Hareket Grubu
taraftarı ÖDP üyelerinin destek vermesidir. Yönetimi elinde bulunduran
ekip, bu destek eylemlerini parti disiplinine aykırı buluyor.
Bu doğru değil. Partiyi bölünmenin eşiğine getiren gerçek neden, tıpkı
tasfiyeci CHP yönetiminin 28 Şubatçı andıçların doğrultusunda
yaptığı gibi, yeni bir oluşum adı altında ÖDPyi küreselleşmeci
sol-liberal bir partiye dönüştürme girişimidir. Yönetici grup, Avrupa
Birlikçi, özelleştirmeci merkezin bir adım solunda
kendisine yer arıyor. Bir tür sol Baykalizm ÖDPyi
tasfiyeye götürüyor. Bizler ise, bu gidişe ve anlayışa hayır
diyoruz. Partide yaşanan sorunların temeli budur. Bugün ihraç edilmek istenen Sosyalist Eylem Platformu ve Hareket Grubu
kayıtlı parti üyelerinin yaklaşık yüzde otuzunu, tasfiyeci harekete
karşı çıkan diğer muhalif gruplarla birlikte, gerçek parti üye kitlesinin
yarısını temsil ediyor. SEP ve Hareket, ÖDPnin kuruluşunda yer
alan 9 farklı eğilimi kapsamakta, buna karşılık yönetici grup sadece
3 eğilimi temsil etmektedir. * Özellikle krizin her bakımdan derinleştiği şu günlerde, emekçilerin
ve tüm ezilenlerin ÖDPye ihtiyacı var. ÖDP Türkiye Solunun
çoğulcu birlik projesidir. Eğer bu proje yok edilirse, Türkiye Solunun
30 yıllık birlik umudu ortadan kalkacaktır. Biz ÖDPnin tasfiyesini
önlemek için çalışıyoruz. Bu tasfiye girişimiyle ÖDPyi var eden
ve diğer partilerden farklı kılan ilkeler ortadan kalkmış
olacaktır. Tasfiyeci grup bir yandan yapılacak ilk Olağan Kongrede azınlıkta kalmaktan
korkuyor, öte yandan medyada reklam edilen yeni oluşum trenine
yetişmek için acele ediyor. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi, acele
işe şeytanın karışacağı da unutulmamalıdır. İstanbul/ 2 Nisan 2001 |
|||||