Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/9 Sabırlı ve soluklu bir hazırlık...
H.Fırat Dış borç ödemelerinin durdurulması, tüm dış borçların geçersiz sayılması
isteminin bu düzen altında gerçekleşme olanaklarına ilişkin olarak sorulmuş
bir soru var. Biz istemlerimizi formüle ederken, soruna; kurulu düzen ya da emperyalist
dünya düzeni bunu ne kadar kabul eder, bu istemin bu düzen altında pratik
gerçekleşme şansı nedir, bunu beklemek ne kadar gerçekçidir türünden
soruların yanıtları üzerinden bakmayız, istemlerimizi buna göre formüle
etmeyiz. Biz istemlerimizin haklı ve meşru olmasına, tarihsel gelişmenin
genel doğrultusuna ve çalışan sınıfların ihtiyaçlarına uygun düşmesine
bakarız. Biz aldığımız borçları misliyle ödemiş bulunuyoruz; bu borçları
ödemeyi sürdürmenin hiçbir meşruluğu yoktur bizim nazarımızda, biz bunu
hareket noktası olarak alırız. Bu borçlar ülkemizin boynunda sürekli ağırlaşan bir kölelik zinciridir
ve emekçiler için sürekli bir sosyal yıkım kaynağıdır. Bu noktada ülkemizin
kaderi ile emekçimizin sosyal kaderi üstüste de binmiş, adeta özdeşleşmiştir.
Ağır borçların acısını işçi sınıfı ve emekçiler kendi hayatlarında ayrıca
yaşıyorlar. Hem ülke kaybediyor hem de emekçiler, bu ikisi bir ve aynı
anlama geliyor. Bu anlamda ülkenin ulusal çıkarlarını, ki buradaki ulusallık
tümüyle anti-emperyalist anlamdadır ve belirgin bir toplumsal içeriği
vardır, en iyi savunabilecek sınıf da işçi sınıfıdır. Emperyalist köleliğe
tüm ilişki ve kurumlarıyla, görünüm ve sonuçlarıyla ancak işçi sınıfı
karşı çıkabilir. Tüm dış borçlar geçersiz sayılsın istemini formüle ederken, biz hiç
de emperyalizmin mücadelenin baskısı altında duruma göre buna rıza gösterebileceği
umuduyla hareket etmiyoruz. Bizim için önemli olan bu konuda kitlelerin
aydınlatılması, mücadeleye ikna edilmesi ve bu istem temelinde harekete
geçirilmesi, böylece kurulu düzene karşı mücadeleye bu istem üzerinden
de çekilmesidir. Kitlelere biz, bu borçlar ülke ve emekçiler olarak
bizi köleleştirmiştir, kaldı ki bu borçlar defalarca misliyle de ödenmiştir,
ödedikçe büyüyen bu borçlara daha fazla katlanmak, buradan gelen yükü
taşımak zorunda değiliz, diye sesleniriz. Bu borçları uşakça bir uysallıkla
ödeyen ve böylece emekçilerin yaşamında daha ağır yıkımlar yaratan işbirlikçi
burjuvaziye karşı mücadeleye girişin, ça&curre;rısında bulunuruz. Sonuçta
bizim için önemli olan, bu istemin kitleler tarafından benimsenmesi
ve onları hareketlendirmesidir. Bu mücadelenin somut istemi ne ölçüde
gerçekleştireceği, bu düzenin kendi sınırları içerisinde bunun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği burada çok da önemli değildir. Bu düzen yıkılmadan, bu borçları geçersiz saymak hemen hemen imkansızdır.
Burjuva devleti, sistemle bütün ilişkilerini koparmadan bu borçları
ödemiyorum diyemez. Bu, bu devletin sınıf karakterine ve varlık koşullarına
aykırıdır. Ödemiyorum demez de, çok çok anlayış ister, vadeye yayılsın,
ödeme kolaylığı sağlansın yakarışında bulunabilir. Biz bu talebi bu
devlet ayakta kaldıkça bu borçlar iptal edilebilir diye formüle etmiyoruz,
bu noktayı yineliyorum. Bizim için önemli olan; kitlelerin gündelik
yaşamında derin ve yıkıcı etkiler yaratan bu sorun üzerinden kitlelere
seslenmek, kitlelerin sosyal ve yurtsever duyarlılığını, devrimci bilincini
ve eylemini buradan hareketle de geliştirmektir. Kurulu düzenle emekçileri
karşı karşıya getirmektir. Öte yandan, gelecekte, işçi sınıfının devrimci iktidarı kurulduğunda,
bu istemin gerekleri gerçekleştirilecek midir? Elbette! İşçi sınıfı
iktidarı ele geçirdiğinde, eski burjuva düzenden kalma bütün yükümlülükleri
yok sayacaktır, doğal olarak buna borç yükümlülükleri de dahil olacaktır.
Ekim Devriminin ardından Rusya proletaryası bütün yükümlülükleri
yok saydı, bütün anlaşmaları geçersiz ilan etti, tüm gizli anlaşmaları
açıkladı. Geleceğin devrimleri de aynı şeyi yapacaktır. Demek ki bu
tarihsel olarak gerçekleşebilir bir istemdir. Bu gerçekten hareketle
de bu istemi şimdiden formüle edebiliriz. Bu düzen altında pratik olarak
gerçekleşip gerçekleşmemesi bizi ilgilendirmiyor. Kitlelerin istemiyle emperyalistler borç silmezler, böyle bir şey olmaz.
En fazla, durumu en kötü olan bazı ülkeler için borçların belli bir
kısmı hibe edebilir, kalanının ödeme planı uzun zamana ve belli kolaylıklara
bağlanabilir. Bu da sistemin genel çıkarı, esenliği ve işleyişi için
yapılan bir tür fedakarlık olur. Bir ülke ekonomisi ne kadar batakta
olursa olsun, neticede borç ödeme servisi işliyorsa, yeni borçları da
verir emperyalistler. Yeter ki sözkonusu ülkeyi bu borçları ödeyebilecek
bir sisteme, bir mekanizmaya bağlamış olsunlar. İMF reçeteleri bu işi
görüyor aynı zamanda. İMF öyle düzenlemeler getiriyor ki, reçeteyi uygulayan
borçlu devlet borç ödeme işini aksatmaksızın gerçekleştirebiliyor. Siz
borcunuzun vadesi gelmiş ana para ve faiz ödemelerini yaptınız mı, emperyalist
alacaklıların çok yönlü dayatmalarına kölece boyun eğdiniz mi, sorun
kalmıyor. Bu durumda elbette yeni borçlar almanızda fazla bir güçlük
de çıkmaz. Emperyalist şefler bunun böyle olması gerektiğinin teorisini de yapıyorlar.
80li yıllarda dünyanın dört ayrı ülkesinin dört önemli ekonomi
dergisinde aynı anda yayınlanan önemli bir makalesinde, eski Alman başbakanı
Helmut Schmith; önemli olan çarkın dönmesidir, ne kadar borç yükü birikirse
biriksin, batılı devletler yeni borçlar vermekten çekinmemelidirler,
ticari çarkın dönmesi için bu gereklidir; bu yapılmaz da sistem tıkanır
ve çökerse hepimiz bunun altında kalırız, demişti. Emperyalist alacaklılar
için önemli olan çarkın dönmesidir, önemli olan o borç ödeme servisinin
bir biçimde işlemesidir, borçların sürekli olarak bir vurgun ve soygun
kaynağı işlevini görmesidir. Borç yükü en ağır üçüncü ülke Borç tuzağı uluslararası çapta en temel sorunlardan biridir. Rakamsal
değer olarak dünyanın en borçlu ülkelerinin başında Brezilya geliyor,
232 milyar dolar borcu var. İkinci sırada Rusya var, dış borcu 183 milyar
dolar. Üçüncü sırada Meksika var, dış borcu 160 milyar dolar. Dördüncü
sırada Çin var, dış borcu 155 milyar dolar. Beşinci sırada Endonezya
var, dış borcu toplam 151 milyar dolar. Altıncı sırada Arjantin var,
144 milyar dolar. Onu Güney Kore 140 milyar dolarla izliyor, vb. 2000 yılı itibarıyla Türkiyenin dış borcunun yıllık ulusal gelirine
oranı %55 olarak veriliyor. Şimdi 2001deyiz ve krizi henüz yaşadık.
Bazı araştırmacılar, son devalüasyonla birlikte Türkiyenin ulusal
gelirinin 210 milyar dolardan 160 milyar dolara düştüğünü söylüyorlar.
Bir anda %40 fakirleşme bunu anlatıyor, ki bu fakirleşme artık otomatiğe
bağlanmış devalüasyonla sürekli artıyor. Bu, Türkiyedeki mal ve
hizmetlerin devalüasyonla birlikte değer kaybetmesinin bir sonucudur.
Borcunuz da aynı ölçüde değerleniyor demektir, yani aynı borcu ödemek
için devalüasyon oranında daha fazla mal ve hizmet üretmek durumundasınız.
Bir başka ifadeyle, ulusal geliriniz aşağı düşerken borcunuz yukarı
çıkıyor. Bu durumda dış borcumuzun yıllık ulusal gelirimize oranı %70ler
düzeyine tırmanmış olmalıdır. Bu, Türkiyenin Rusy#146;yı da geride
bırakarak, borç yükü bakımından durumu en kötü ikinci ülke durumuna
yükselmesi demektir. Türkiyeye paralel biçimde bunalımın pençesinde
kıvranan ve şu sıra ağır İMF reçeteleri uygulayan Arjantin daha öne
geçmediyse tabii... Son beş yıldır, Çini bir tarafta tutarsak, borçlu ülkelerin hemen
tümü, Meksika, Arjantin, Brezilya, Endonezya, Rusya, kriz üstüne kriz
yaşıyorlar. Bunların bir kısmı, örneğin Güney Kore, örneğin Brezilya
ya da Meksika, bir zamanlar mucize yarattığı iddia edilen
ülkelerdir. Bir zamanlar büyük gürültülerle sunulan bir Güney
Kore mucizesi vardı, şimdi bu ülke tam iflasta ve emperyalist
tekeller için bir yağma sofrası durumunda. Bir Brezilya mucizesi
vardı, bu ülke uzun yıllardır iflasta. 60lı ve 70li
yılların mucizeleri şimdi batakta, demek ki, zaman hep daha geri bir
noktaya götürüyor bu ülkeleri. Bunun bütün bu ülkelerde böyle olması
demek ki bir rastlantı değil. Bu, şu veya bu hükümetin yanlış politikasının
ürünü de değil. Bu ülkerin işbirlikçi burjuvazisi emperyalist küreselleşme
sürecini gönülden destekliyor, bundan çıkar umuyor. Tüm bu iflaslar
aynı zamanda bu küreselleşme sürecinin yarattığı sonuçlardır da. O zaman bunu, bu temel ilişkiler sistemini aşacaksınız. İşbirlikçi
burjuvazinin temsil ettiği iç ve uluslararası ilişkiler sistemini aşacaksınız.
Bunu aşmadan, bu aynı temel üzerinde durarak, fakat güya farklı bir
ulusal program uygulayarak Türkiyeyi düze çıkarmak
iddiasının hiçbir bilimsel değeri ve pratik ciddiyeti yoktur. Bu milliyetçi
bir burjuva liberal şarlatanlıktır. Dış borç ödemelerinin durdurulması ve tüm dış borçların geçersiz sayılması
istemine yönelik sorular hakkında söylenebilecekler şimdilik bunlar... Emekçiler hoşnutsuz fakat güvensiz Bugün işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde büyük bir hoşnutsuzluk olduğuna
herhangi bir kuşku yok. Emekçiler iktisadi ve sosyal cephede yaşanmakta
olan ve krizle birlikte daha da ağırlaşan gelişmeleri etinde kemiğinde
duyuyorlar. Gündemdeki saldırıların ne anlama geldiğini, bunun ülke
ve kendileri için hangi sonuçları yarattığını da iyi kötü biliyorlar. Bugünün Türkiyesinde sorun bu değil. Türkiyede sorun, örgütsüzlüğün
ve güven veren bir önderlikten yoksunluğun emekçilerde yarattığı güçsüzlük
ve çaresizlik duygusu. 12 Eylül saldırısının yarattığı, fakat tüm çıkışlara
rağmen hala da aşılamayan bir durum bu. 80li yılların sonu
ve 90lı yılların başında işçi sınıfının başını çektiği kitle
hareketi ile bu bir ölçüde zorlandı, bunda bazı gedikler de açıldı,
fakat sonuçta aşılamadı. Kitle hareketi geriledi ve ardından Kürt sorunu
üzerinde gündeme getirilen kirli savaş ve şovenizm saldırısı üzerinden
toplum yeniden bir biçimde eski sindirilmiş konuma itildi. Biraz şovenizmle
sersemletildi, biraz ileri kesimlerine karşı acımasız bir terör uygulanarak
bu ülkede hak arama mücadelesinin ne anla geldiği, ona karşı nasıl davranılacağı
gösterildi. İleri kesimlere uygulanan keyfi ve acımasız terör üzerinden
geniş kitleler terörize edildi, amaçlanan da buydu zaten. Bugün emekçiler bir güçsüzlük ruh hali içinde, önemli ölçüde kendine
güvensiz. Kendini örgütsüz hissediyor, birliğini zayıf görüyor. Başında
güven duygusuyla bağlanabileceği bir önderlik, bir devrimci parti göremiyor,
satılmış sendika yöneticilerine zaten güvenmiyor, bu konuda döne döne
yaşayarak gördükleri var. Sendikacıların hep de ihanetine uğramış, hep
de yarı yolda bırakılmış, daha da kötüsü arkadan hançerlenmiş. Sendikacılar
yüz-ikiyüzbin kişiyi Ankaraya taşımışlar, yürüyeceğiz diye. Emekçiler
kalkıp büyük bir coşkuyla Ankaraya gitmişler, gitmişler de niye
gittikleri belli değil, niye döndükleri belli değil, sonrası ne olacak
bu belli değil. 90lı yıllar boyunca defalarca bu böyle olmuş... Sendika bürokrasisinin büyük tahribatı Yakın dönemden bir örnek. Kamu çalışanları 1 Aralıkta, Emek Platformunun
da sözde desteğiyle bir genel greve gitti, ortaya çıkan sonuç kamu sendikalarının
başındakileri bile şaşırttı, zira beklenenden de büyük bir katılım oldu.
Eyleme bir milyonu aşkın kamu emekçisi katıldı, aynı gün yüzbinlerce
kamu emekçisi alanlara çıktı, yürüyüşler yaptı. Ama 1 Aralıkın
arkası gelmedi, arkası tam bir belirsizlik ve boşluk oldu. 1 Aralıktan
bugüne 4 ay geçmiş durumda, ortada yeni herhangi bir eylem yok. 1 Aralık
eylemine katıldıkları için binlerce, onbinlerce kamu emekçisi hakkında
soruşturmalar açıldığı halde, buna karşı bile bir şey yapılmamış. İşte bu tutum, sendika bürokrasisinin bu tutarsız, teslimiyetçi, yer
yer ihanete varan çizgisi, emekçileri umutsuzluğa düşürüyor. Geniş katılımlı
eylemler yapıyoruz da ne oluyor, istemler de biz de sonuçta ortada bırakılıyoruz,
diye düşünüyor tabandaki işçi ya da emekçi. Sendika bürokrasisinin düzene
en büyük hizmeti, tersinden de işçi sınıfı ve emekçilere karşı en büyük
kötülüğü, işte tam da bu noktadır. Bu düşünüş tarzını, bunun beslediği
umutsuzluk ve çaresizlik duygusunu emekçide yaratmaktır. Bu çok yıkıcı,
tahrip edici, mücadeleyi zaafa uğratan gerici bir davranış çizgisidir.
Kitle eylemleri bu gerici çizgiyle adeta işlevsizleştirildi. Eylem,
hak ve istemleri koparıp alma eylemi olmaktan çıktı, hava boşaltma eylemine
dönüştü. Siz 1 Aralıkta bir eyleme gitmiiniz, bir takım talepleriniz
var. Bu taleplerde sonuç alana kadar, eylemlilik sürecini bir plan dahilinde
sürdürmek zorundasınız. Kendini göstermelik biçimde yineleyen değil,
fakat daha ileri biçimler halinde aşan eylemler zinciriyle yapmalısınız
bunu. Orada bir günlük iş durdurmuşsunuz, gösteri yapmışsınız; bunu
bir dizi ara eylemlerle sürdürerek ardından örneğin üç günlük bir genel
greve bağlmlısınız. Ardından daha etkili eylem biçimleri denemeli ve
sonuç almayı zorlamalısınız. Elbette Türkiye gibi bir ülkede bunun gerektirdiği
bedeller varsa bunu da yüreklice ödemesini bilerek. KESKin tepesini
tutan pelteleşmiş liberal takımında olmayan da işte bu zaten. Reformist takımının devrimci sınıf mücadelesinin zoruyla hak almak
gibi bir sorunu yok. Bu adamlar her ne kadar taban basıncı altında zaman
zaman eyleme başvuruyorlarsa da, kitlelere de kitle eylemine de zerre
kadar güvenleri yok. Hakları koparıp almak diye bir bakış açıları yok
onların, onlara pelteleşmiş liberaller dememiz bundandır. Bakınız, emekçiler
Ekvadorda hak alıyorlar, Bolivyada hak alıyorlar. Güney
Koreli işçiler günlerdir direniyorlar, sonuç alana kadar sürecek bu,
bu kararlılığı kendileri bizzat dile getiriyorlar. Liberal takımının
böyle bir sorunu yok. Havayı boşaltıyorlar, görüyorsunuz işte alanları
da dolduruyoruz diyorlar ve hemen ardından sahneden çekiliyorlar. Sermaye
ve hükümeti de bu davranış çizgisini çok iyi bildiği içindir ki eylemleri
fazla sorun etmiyor, sonuçta bildiğini okuyor. Yıllardır bu böyle yaşanıyor. Bu durumda işçiler, emekçiler bunlara, kendilerine döne döne bu oyunu
böyle oynayan sendika yönetimlerine niye güvensinler ki? Ve bu duruma
bakıp çaresizlik ve umutsuzluk duygusuna kapılmaları niye anlaşılmaz
olsun ki? Bunun anlaşılır bir yanı var demek istiyorum, ben bir durum
tanımlıyorum. Bu bir durum, bir olgu. Olguyu doğru göreceksiniz ki,
soruna müdahaleyi doğru bir tarzda yapabilesiniz. Bu ülkede 14 aydır İMF reçeteleri uygulanıyor. Buna karşı Türk-İşten
bir ses var mı? Türk-İş pratikteki tutumuyla saldırıyı olduğu gibi destekliyor,
saldırı engelsiz sorunsuz gerçekleşsin diye işçi sınıfını dizginleyip
oyalıyor. Sermaye düzeninin genel çıkarları gereğince ona düşen görev
de bu. Bu tutumuyla boydan boya sınıfa ve ülkeye ihanet içindedir. İMF programı son krizle birlikte çöktü, Bayram Meral haini şimdi Emek
Platformunun başına geçmiş, İMFyi suçluyor, İMFnin
her yerde yaptığı budur diyor... Bunları bugüne kadar bilmiyor muydu,
yeni mi öğrendi bunları? İMF politikalarının 70 küsur ülkede uygulanıp
hiçbir ülkenin derdine deva olmadığını, tam tersine bu ülkeleri ve emekçilerini
yıkıma götürdüğünü bu sermaye uşağı yeni mi öğrenmiş oluyor? İMFnin
reçetesini dayattığı ülkenin derdine deva olmak gibi bir sorununun da
olmadığını bilmiyor muydu? Elbetti çok iyi biliyordu. Biliyordu da,
14 aydır susup şimdi niye söylüyor? Çünkü şimdi tepki var, şimdi çöküşün
yarattığı bir sosyal infial var. Bunun karşısında emekçilerin havasından
gitmesi, bu manevrayla itibarını, böylece de koltuğu koruması var. Emek Platformu üzerinden Ortada şu günlerde yeniden bir Emek Platformu var, yayınlanan açıklamalarının
altında bir dizi imza. Bir bildiri yayınlamışlar; İMF ve DB politikalarından
vazgeçilmedikçe sorunlarımıza çözüm bulunamaz, diyorlar. Bunu diyenler,
bir nebze olsun samimiyet taşıyorlarsa, İMF ve DB politikalarından vazgeçilene
kadar direnmek zorundalar. Bildiride ılımlı bir ifadeyle böyle bir iddia
da var güya. Bir eylem takvimi çıkarmışlar. Keşke yapsalar bu kadarını.
Ama bunların böyle iddialı eylem programları yayınlayıp, üç gün sonra
ortam biraz yatıştıktan, emekçilerin de bu yeni saldırı programının
uygulanmasına biraz alıştığını gördükten sonra geri çekildiklerini biliyoruz.
Bu adamlar her krizin ertesinde böyle göstermelik çıkışlar yapmayı,
aldatıcı manevralarla durumu geçiştirmeyi bir davranış tarzı haline
getirmişler. Bunu bizden öte tabandaki emekçiler de artık çok
iyi biliyorlar. Bu nedenledir ki, şu sıralar peşpeşe açıklamalarla ortaya
konulan iddiaların zerre kadar bir inandırıcılığı, herhangi bir ciddiyeti
yok. Ciddi bir mücadelede ne olur? Bir mücadele kendine bir haklılık temeli
tanımlar, bu çerçevede istemlerini ve hedeflerini ortaya koyar. Buna
nasıl ulaşacağına ilişkin eylem ve davranış biçimleri saptar ve ardından
kararlılıkla bu çizgide yürür. Hedefe ulaşana kadar da onu kovalar.
Türkiyede sendika bürokrasisinden beklenecek şey değildir bu.
Sendika bürokrasisi düzenin tam hizmetinde hareket ederek hava alan,
tepkileri yatıştıran bir davranış çizgisi izliyor. Böylece emekçi hareketini
felç ediyor. Eylem emekçi hareketine özgüven, cesaret kazandıracağına,
ona umutsuzluk aşılıyor, onda çaresizlik duygusu, eylemle, mücadeleyle
sonuç almaya güvensizlik duygusu geliştiriyor. Emek Platformu üzerinden bakıldığında, emek cephesinde durum bu. İşçi
sınıfı saflarında gerçekte büyük bir memnuniyetsizlik ve öfke birikimi
olmakla birlikte, halihazırda işçilerden ciddi bir çıkış yok. Geçen
hafta sonu, 18 Martta, Kocaelinde bir işçi mitingi yapıldı,
umulanın çok çok altında bir katılım oldu. Kriz sonrasının bu ilk önemli
işçi eylemine topu topu 5 bin kişi katıldı. Düşünün ki aynı Kocaelinde,
bir süre önce özelleştirme konulu bir panele bile bin kişi katılmıştı.
Oraya bin kişinin katıldığı bir yerde mitinge 20 bin kişinin katılması
beklenirdi. Dolayısıyla bir başarısızlık saymak gerekiyor bu eylemi.
Ve mitingin havasından yansıtılanlar da çok iç açıcı şeyler değil. Kitlelerde,
özellikle de işçilerde halihazırda belirgin bir güvensizlik var, son
miting üzerinden yansıyanlar bunu gösteriyor. Bayram Meralin danışmanlarından Yıldırım Koç Emek Platformu üzerine
Aydınlıkta bir yazı yazmış. Emek Platformunun büyük tarihi
görev üstlenmiş bulunduğunu vurguluyor ve platforma Türk Kamu-Sen ile
Memur-Senin alınmasını büyük bir ilerleme sayıyor. Bu, 80
öncesinin anlamsız ayrımlarının ortadan kalktığını gösteriyor diyor. Türk Kamu-Sen ile Memur-Senin buraya alınması, bu sendikacıların
başındaki faşist yöneticilerin büyük bir başarısı aslında. Bunlar belli
bir kitle tutuyorlar ve bu kitleyle bir biçimde davranış birliğini kaybetmemenin
belli bir önemi var. Ama bir kriz döneminde onlar için Emek Platformu
içerisinde yer almak, meşrulaşmaktan başka bir şey değil. Adam, Bayram Meralin baş danışmanı demek istiyorum, söze bu durumu
övmekle başlıyor. Ardından sözü Türkiye Ziraat Odaları Birliğinin
burada yer almasına getiriyor ve bunu da övüyor. Bu, emeğin problemini
burjuvazinin problemiyle yanyana koymak, işçisi-işvereniyle ortak çıkar
birliğini övmek gibi bir şey. Sayfalarında yazdığı Aydınlıkçı konuma
da pek oturuyor bu tutum. Daha da önemli bir nokta var. Diyor ki, Emek Platformunun bölgelerde
yerel kolları yaratılacaktır ve bu yerel kollara merkezi yapıda yeralan
örgütlerin dışında hiçbir örgüt katılmayacaktır. Buradaki murad ilerici
devrimci örgüt, kurum ve kuruluşların dışlanmasıdır. Bayram Meralin
hala da utanmadan solcu sosyalist geçinen danışmanı bu dışlanmayı çok
önemli bir gelişme görerek olumluyor. Dolayısıyla EPin yerel kollarını
yaratmak, aslında yerelde de denetimi korumaktan, orayı da denetim altına
almaktan başka bir anlama gelmiyor. Daha ilginç bir şey var. Yerel uzantıları merkezi yapının aldığı kararlara
uymak zorundalar, o çerçevede davranmak zorundalar, Emek Platformu da
zaten bunu böyle düşünüyor, diye devam ediyor yazı. Bu aslında toplumsal
muhalefeti ülke çapında merkezi bir yapıyla kıskaca, yani tam denetime
alıp güdükleştirmekten başka bir şey değil. Yani burjuvazi adına aslında
gene bu dönemin hoşnutsuzluğu Emek Platformu üzerinden bloke ediliyor.
Kim var bu Emek Platformunun başında? Bayram Meral var, açılış
konuşmasını o yapıyor. Ve bu sözleri yazan da onun baş danışmanı, maaşlı
memuru... Sabırlı ve soluklu bir mücadele Ağır kriz dönemleri, kitlelerin düzene, düzen kurumlarına, düzen partilerine,
düzen parlamentosuna olan umutlarını kaybederek yeni arayışlar içerisine
girme dönemleridir de. Biz kendi cephemizden işçi sınıfı ve emekçilerin
önüne onların en acil, en yakıcı istemlerinden oluşan bir mücadele ve
eylem platformu koymalı, bu temel üzerinde onları mücedeleye çekmek
için çok yönlü bir çaba harcamalıyız. Krizini belirginleştirdiği, daha
anlaşılır hale getirdiği gerçeklerden de yararlanarak kitlelerde düzen
karşıtı bir bilinç geliştirmeye çalışmalı, krizin sorumlusu olarak kapitalist
düzeni ve burjuva sınıf egemenliğini suçlamaya çok özel bir önem vermeliyiz.
Emperyalist köleliği iç dayanaklarından koparan milliyetçi sol çizginin
maskesini indirmeli, Emek Platformu üzerinden kurulan tuzakra dikkat
çekmeli, bunu herşeyini sendika bürokrasisine ipotek eden kuyrukçu liberalizmin
teşhiriyle birleştirmeliyiz. Bugün için, krizin sunduğu olanakları da en iyi biçimde değerlendirerek
yapabileceklerimizin azamisini yapacağız, yapmak zorundayız. Ama soluklu
olmasını, sabretmesini de bileceğiz. Doğrularımızı güvenle savunacağız,
doğrularımıza dayanarak inançla, enerjiyle sınıf ve kitle çalışması
yürüteceğiz, mücadele edeceğiz. Bunu en iyi biçimde yapmaya çalışırken,
yineliyorum, sabırlı ve soluklu olmasını da bileceğiz. Türkiye kapitalizminin
çözümsüz sorunlarla yüzyüze olduğunu, emekçilerin en hareketsiz kaldığı
bir dönemde bile bataktan çıkamadığını göreceğiz, bunun bilincinde olacağız.
Buradan hareketle devrimci iyimserlik içinde olacağız, geleceğe tam
bir güvenle bakacağız, bunun sağladığı güç ve enerjiyle mücadele edece&currn;iz.
Krizlerin ne tür çalkantılar getireceği, bu çalkantıların beklenmedik
biçimde hangi olanakları ortaya çıkaracağı ve çoğaltacağı belli olmaz.
Bunun bilinciyle en iyi biçimde hazırlanmaya bakmalıyız biz. Günü kurtarmak
değil geleceği kucaklamak bilinciyle hareket etmeliyiz. Günü en iyi
biçimde değerlendirebilmenin de temel bir ön koşuludur bu bakışaçısı. Türkiyede ağır sorunlar var, güçlü kriz dinamikleri var. Bir
istikrarsızlık var. Sorunlar birikiyor, tepkiler birikiyor, çözümsüzlükler
birikiyor... Bunlar önemli şeyler, bunların anlamını sindirmek, önemini
görmek gerekiyor. Bizim bugün için kitleleri krize karşı sokağa dökemememizi
problem etmemek lazım. Öyle dönemler vardır ki, devrimcilerin çizgilerini
ve kimliğini koruması bile büyük bir tarihi kazanımdır. Biz dezavantajlı
bir dönemden geliyoruz. Kapsamlı 12 Eylül faşist saldırısı ve bunu izleyen
ağır yenilgi, dünyadaki yıkılışlar ve ağır gericilik dalgası, Kürt hareketinin
bastırılması süreci içerisinde toplumda yaratılan şovenist zehir, Kürt
hareketinin utanç verici teslimiyeti vb... Bunlar son yirmi yılın ardı
arkası kesilmeyen dezavantajları oldular ve bunların yıkıcı etkileri
daha yeni yeni kırılıyor. Biraz saetmek lazım, zamana güvenmek lazım.
Kendimize değil zamana güvenmekten sözediyorum, bu önemli bir nokta.
Bilinçli ve sağlam devrimciler olarak biz komünistler, bu dönemde soluğumuzu
iyi tutmalı ve enerjik bir çabayla işimize bakmalıyız. |
|||||