30 Haziran'01
Sayı: 15


  Kızıl Bayrak'tan
  Konya Tatbikatı aynasından yansıyanlar
  ABD-İsrail-Türkiye ittifakı...
  Ek vergiler krizin yeni taksididir..
  Fazilet Partisi kapatıldı
  Sivasın katili sermaye devletidir
  Kamu emekçileri hareketi
  Sınıf hareketi
  Ölüm Orucu ile dayanışma etkinlikleri
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/9
  PKK-DÇS: Teslimiyet ve tasfiye süreci derinleştiriliyor
  Otadoğu
  Kapitalizmin kadın sağlığına genel etkileri
   Uluslararası hareket
  Ölüm Orucu direnişçilerinden mektup
  Müzik ve politik mücadele
  Politik çıkmaza doğru sürüklenen ÖDP
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/9

Sabırlı ve soluklu bir hazırlık...


Dış borçların geçersiz sayılması istemi

H.Fırat
(24 Mart '01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır...)

Dış borç ödemelerinin durdurulması, tüm dış borçların geçersiz sayılması isteminin bu düzen altında gerçekleşme olanaklarına ilişkin olarak sorulmuş bir soru var.

Biz istemlerimizi formüle ederken, soruna; kurulu düzen ya da emperyalist dünya düzeni bunu ne kadar kabul eder, bu istemin bu düzen altında pratik gerçekleşme şansı nedir, bunu beklemek ne kadar gerçekçidir türünden soruların yanıtları üzerinden bakmayız, istemlerimizi buna göre formüle etmeyiz. Biz istemlerimizin haklı ve meşru olmasına, tarihsel gelişmenin genel doğrultusuna ve çalışan sınıfların ihtiyaçlarına uygun düşmesine bakarız. Biz aldığımız borçları misliyle ödemiş bulunuyoruz; bu borçları ödemeyi sürdürmenin hiçbir meşruluğu yoktur bizim nazarımızda, biz bunu hareket noktası olarak alırız.

Bu borçlar ülkemizin boynunda sürekli ağırlaşan bir kölelik zinciridir ve emekçiler için sürekli bir sosyal yıkım kaynağıdır. Bu noktada ülkemizin kaderi ile emekçimizin sosyal kaderi üstüste de binmiş, adeta özdeşleşmiştir. Ağır borçların acısını işçi sınıfı ve emekçiler kendi hayatlarında ayrıca yaşıyorlar. Hem ülke kaybediyor hem de emekçiler, bu ikisi bir ve aynı anlama geliyor. Bu anlamda ülkenin ulusal çıkarlarını, ki buradaki ulusallık tümüyle anti-emperyalist anlamdadır ve belirgin bir toplumsal içeriği vardır, en iyi savunabilecek sınıf da işçi sınıfıdır. Emperyalist köleliğe tüm ilişki ve kurumlarıyla, görünüm ve sonuçlarıyla ancak işçi sınıfı karşı çıkabilir.

Tüm dış borçlar geçersiz sayılsın istemini formüle ederken, biz hiç de emperyalizmin mücadelenin baskısı altında duruma göre buna rıza gösterebileceği umuduyla hareket etmiyoruz. Bizim için önemli olan bu konuda kitlelerin aydınlatılması, mücadeleye ikna edilmesi ve bu istem temelinde harekete geçirilmesi, böylece kurulu düzene karşı mücadeleye bu istem üzerinden de çekilmesidir. Kitlelere biz, bu borçlar ülke ve emekçiler olarak bizi köleleştirmiştir, kaldı ki bu borçlar defalarca misliyle de ödenmiştir, ödedikçe büyüyen bu borçlara daha fazla katlanmak, buradan gelen yükü taşımak zorunda değiliz, diye sesleniriz. Bu borçları uşakça bir uysallıkla ödeyen ve böylece emekçilerin yaşamında daha ağır yıkımlar yaratan işbirlikçi burjuvaziye karşı mücadeleye girişin, ça&curre;rısında bulunuruz. Sonuçta bizim için önemli olan, bu istemin kitleler tarafından benimsenmesi ve onları hareketlendirmesidir. Bu mücadelenin somut istemi ne ölçüde gerçekleştireceği, bu düzenin kendi sınırları içerisinde bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği burada çok da önemli değildir.

Bu düzen yıkılmadan, bu borçları geçersiz saymak hemen hemen imkansızdır. Burjuva devleti, sistemle bütün ilişkilerini koparmadan bu borçları ödemiyorum diyemez. Bu, bu devletin sınıf karakterine ve varlık koşullarına aykırıdır. Ödemiyorum demez de, çok çok anlayış ister, vadeye yayılsın, ödeme kolaylığı sağlansın yakarışında bulunabilir. Biz bu talebi bu devlet ayakta kaldıkça bu borçlar iptal edilebilir diye formüle etmiyoruz, bu noktayı yineliyorum. Bizim için önemli olan; kitlelerin gündelik yaşamında derin ve yıkıcı etkiler yaratan bu sorun üzerinden kitlelere seslenmek, kitlelerin sosyal ve yurtsever duyarlılığını, devrimci bilincini ve eylemini buradan hareketle de geliştirmektir. Kurulu düzenle emekçileri karşı karşıya getirmektir.

Öte yandan, gelecekte, işçi sınıfının devrimci iktidarı kurulduğunda, bu istemin gerekleri gerçekleştirilecek midir? Elbette! İşçi sınıfı iktidarı ele geçirdiğinde, eski burjuva düzenden kalma bütün yükümlülükleri yok sayacaktır, doğal olarak buna borç yükümlülükleri de dahil olacaktır. Ekim Devrimi’nin ardından Rusya proletaryası bütün yükümlülükleri yok saydı, bütün anlaşmaları geçersiz ilan etti, tüm gizli anlaşmaları açıkladı. Geleceğin devrimleri de aynı şeyi yapacaktır. Demek ki bu tarihsel olarak gerçekleşebilir bir istemdir. Bu gerçekten hareketle de bu istemi şimdiden formüle edebiliriz. Bu düzen altında pratik olarak gerçekleşip gerçekleşmemesi bizi ilgilendirmiyor.

Kitlelerin istemiyle emperyalistler borç silmezler, böyle bir şey olmaz. En fazla, durumu en kötü olan bazı ülkeler için borçların belli bir kısmı hibe edebilir, kalanının ödeme planı uzun zamana ve belli kolaylıklara bağlanabilir. Bu da sistemin genel çıkarı, esenliği ve işleyişi için yapılan bir tür fedakarlık olur. Bir ülke ekonomisi ne kadar batakta olursa olsun, neticede borç ödeme servisi işliyorsa, yeni borçları da verir emperyalistler. Yeter ki sözkonusu ülkeyi bu borçları ödeyebilecek bir sisteme, bir mekanizmaya bağlamış olsunlar. İMF reçeteleri bu işi görüyor aynı zamanda. İMF öyle düzenlemeler getiriyor ki, reçeteyi uygulayan borçlu devlet borç ödeme işini aksatmaksızın gerçekleştirebiliyor. Siz borcunuzun vadesi gelmiş ana para ve faiz ödemelerini yaptınız mı, emperyalist alacaklıların çok yönlü dayatmalarına kölece boyun eğdiniz mi, sorun kalmıyor. Bu durumda elbette yeni borçlar almanızda fazla bir güçlük de çıkmaz.

Emperyalist şefler bunun böyle olması gerektiğinin teorisini de yapıyorlar. ‘80’li yıllarda dünyanın dört ayrı ülkesinin dört önemli ekonomi dergisinde aynı anda yayınlanan önemli bir makalesinde, eski Alman başbakanı Helmut Schmith; önemli olan çarkın dönmesidir, ne kadar borç yükü birikirse biriksin, batılı devletler yeni borçlar vermekten çekinmemelidirler, ticari çarkın dönmesi için bu gereklidir; bu yapılmaz da sistem tıkanır ve çökerse hepimiz bunun altında kalırız, demişti. Emperyalist alacaklılar için önemli olan çarkın dönmesidir, önemli olan o borç ödeme servisinin bir biçimde işlemesidir, borçların sürekli olarak bir vurgun ve soygun kaynağı işlevini görmesidir.

Borç yükü en ağır üçüncü ülke

Borç tuzağı uluslararası çapta en temel sorunlardan biridir. Rakamsal değer olarak dünyanın en borçlu ülkelerinin başında Brezilya geliyor, 232 milyar dolar borcu var. İkinci sırada Rusya var, dış borcu 183 milyar dolar. Üçüncü sırada Meksika var, dış borcu 160 milyar dolar. Dördüncü sırada Çin var, dış borcu 155 milyar dolar. Beşinci sırada Endonezya var, dış borcu toplam 151 milyar dolar. Altıncı sırada Arjantin var, 144 milyar dolar. Onu Güney Kore 140 milyar dolarla izliyor, vb.
Türkiye en borçlu ilk on ülke arasında yer alıyor, dış borcu 2000 yılı itibarıyla 110 milyar dolardı. Son kriz ve devalüasyonla birlikte nereye vardığı ise şu an için henüz bilinmiyor. Demek ki, dünyanın ilk on borçlu ülkesi arasındayız. Bir de bunun ulusal gelire oranı var ki, bu kaba rakamsal değerlerin gerçek anlamı asıl burada ortaya çıkıyor. Dış borcun yıllık ulusal gelire oranı bir ülkenin borç yükünün gerçek ağırlığını ortaya koyan asıl ölçüdür. Buradan bakıldığında, dünyanın en borçlu ve dolayısıyla emperyalist dünya piyasasının ölçüleriyle en riskli üçüncü ülkesi durumunda Türkiye. Birinci sırada Endonezya var, dış borç stoku ulusal gelirinin %169’nu bulmuş. İkinci sırada Rusya var, dış borcun ulusal gelirinin %62’si olduğu söyleniyor. Üç&uul;ncü sırada ise, %55 oranıyla Türkiye var.

2000 yılı itibarıyla Türkiye’nin dış borcunun yıllık ulusal gelirine oranı %55 olarak veriliyor. Şimdi 2001’deyiz ve krizi henüz yaşadık. Bazı araştırmacılar, son devalüasyonla birlikte Türkiye’nin ulusal gelirinin 210 milyar dolardan 160 milyar dolara düştüğünü söylüyorlar. Bir anda %40 fakirleşme bunu anlatıyor, ki bu fakirleşme artık otomatiğe bağlanmış devalüasyonla sürekli artıyor. Bu, Türkiye’deki mal ve hizmetlerin devalüasyonla birlikte değer kaybetmesinin bir sonucudur. Borcunuz da aynı ölçüde değerleniyor demektir, yani aynı borcu ödemek için devalüasyon oranında daha fazla mal ve hizmet üretmek durumundasınız. Bir başka ifadeyle, ulusal geliriniz aşağı düşerken borcunuz yukarı çıkıyor. Bu durumda dış borcumuzun yıllık ulusal gelirimize oranı %70’ler düzeyine tırmanmış olmalıdır. Bu, Türkiye’nin Rusy#146;yı da geride bırakarak, borç yükü bakımından durumu en kötü ikinci ülke durumuna yükselmesi demektir. Türkiye’ye paralel biçimde bunalımın pençesinde kıvranan ve şu sıra ağır İMF reçeteleri uygulayan Arjantin daha öne geçmediyse tabii...

Son beş yıldır, Çin’i bir tarafta tutarsak, borçlu ülkelerin hemen tümü, Meksika, Arjantin, Brezilya, Endonezya, Rusya, kriz üstüne kriz yaşıyorlar. Bunların bir kısmı, örneğin Güney Kore, örneğin Brezilya ya da Meksika, bir zamanlar “mucize” yarattığı iddia edilen ülkelerdir. Bir zamanlar büyük gürültülerle sunulan bir “Güney Kore mucizesi” vardı, şimdi bu ülke tam iflasta ve emperyalist tekeller için bir yağma sofrası durumunda. Bir “Brezilya mucizesi” vardı, bu ülke uzun yıllardır iflasta. ‘60’lı ve ‘70’li yılların mucizeleri şimdi batakta, demek ki, zaman hep daha geri bir noktaya götürüyor bu ülkeleri. Bunun bütün bu ülkelerde böyle olması demek ki bir rastlantı değil. Bu, şu veya bu hükümetin yanlış politikasının ürünü de değil. Bu ülkerin işbirlikçi burjuvazisi emperyalist küreselleşme sürecini gönülden destekliyor, bundan çıkar umuyor. Tüm bu iflaslar aynı zamanda bu küreselleşme sürecinin yarattığı sonuçlardır da.

O zaman bunu, bu temel ilişkiler sistemini aşacaksınız. İşbirlikçi burjuvazinin temsil ettiği iç ve uluslararası ilişkiler sistemini aşacaksınız. Bunu aşmadan, bu aynı temel üzerinde durarak, fakat güya farklı bir “ulusal program” uygulayarak Türkiye’yi düze çıkarmak iddiasının hiçbir bilimsel değeri ve pratik ciddiyeti yoktur. Bu milliyetçi bir burjuva liberal şarlatanlıktır.

Dış borç ödemelerinin durdurulması ve tüm dış borçların geçersiz sayılması istemine yönelik sorular hakkında söylenebilecekler şimdilik bunlar...

Emekçiler hoşnutsuz fakat güvensiz

Bugün işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde büyük bir hoşnutsuzluk olduğuna herhangi bir kuşku yok. Emekçiler iktisadi ve sosyal cephede yaşanmakta olan ve krizle birlikte daha da ağırlaşan gelişmeleri etinde kemiğinde duyuyorlar. Gündemdeki saldırıların ne anlama geldiğini, bunun ülke ve kendileri için hangi sonuçları yarattığını da iyi kötü biliyorlar.

Bugünün Türkiye’sinde sorun bu değil. Türkiye’de sorun, örgütsüzlüğün ve güven veren bir önderlikten yoksunluğun emekçilerde yarattığı güçsüzlük ve çaresizlik duygusu. 12 Eylül saldırısının yarattığı, fakat tüm çıkışlara rağmen hala da aşılamayan bir durum bu. ‘80’li yılların sonu ve ‘90’lı yılların başında işçi sınıfının başını çektiği kitle hareketi ile bu bir ölçüde zorlandı, bunda bazı gedikler de açıldı, fakat sonuçta aşılamadı. Kitle hareketi geriledi ve ardından Kürt sorunu üzerinde gündeme getirilen kirli savaş ve şovenizm saldırısı üzerinden toplum yeniden bir biçimde eski sindirilmiş konuma itildi. Biraz şovenizmle sersemletildi, biraz ileri kesimlerine karşı acımasız bir terör uygulanarak bu ülkede hak arama mücadelesinin ne anla geldiği, ona karşı nasıl davranılacağı gösterildi. İleri kesimlere uygulanan keyfi ve acımasız terör üzerinden geniş kitleler terörize edildi, amaçlanan da buydu zaten.

Bugün emekçiler bir güçsüzlük ruh hali içinde, önemli ölçüde kendine güvensiz. Kendini örgütsüz hissediyor, birliğini zayıf görüyor. Başında güven duygusuyla bağlanabileceği bir önderlik, bir devrimci parti göremiyor, satılmış sendika yöneticilerine zaten güvenmiyor, bu konuda döne döne yaşayarak gördükleri var. Sendikacıların hep de ihanetine uğramış, hep de yarı yolda bırakılmış, daha da kötüsü arkadan hançerlenmiş. Sendikacılar yüz-ikiyüzbin kişiyi Ankara’ya taşımışlar, yürüyeceğiz diye. Emekçiler kalkıp büyük bir coşkuyla Ankara’ya gitmişler, gitmişler de niye gittikleri belli değil, niye döndükleri belli değil, sonrası ne olacak bu belli değil. ‘90’lı yıllar boyunca defalarca bu böyle olmuş...

Sendika bürokrasisinin büyük tahribatı

Yakın dönemden bir örnek. Kamu çalışanları 1 Aralık’ta, Emek Platformu’nun da sözde desteğiyle bir genel greve gitti, ortaya çıkan sonuç kamu sendikalarının başındakileri bile şaşırttı, zira beklenenden de büyük bir katılım oldu. Eyleme bir milyonu aşkın kamu emekçisi katıldı, aynı gün yüzbinlerce kamu emekçisi alanlara çıktı, yürüyüşler yaptı. Ama 1 Aralık’ın arkası gelmedi, arkası tam bir belirsizlik ve boşluk oldu. 1 Aralık’tan bugüne 4 ay geçmiş durumda, ortada yeni herhangi bir eylem yok. 1 Aralık eylemine katıldıkları için binlerce, onbinlerce kamu emekçisi hakkında soruşturmalar açıldığı halde, buna karşı bile bir şey yapılmamış.

İşte bu tutum, sendika bürokrasisinin bu tutarsız, teslimiyetçi, yer yer ihanete varan çizgisi, emekçileri umutsuzluğa düşürüyor. Geniş katılımlı eylemler yapıyoruz da ne oluyor, istemler de biz de sonuçta ortada bırakılıyoruz, diye düşünüyor tabandaki işçi ya da emekçi. Sendika bürokrasisinin düzene en büyük hizmeti, tersinden de işçi sınıfı ve emekçilere karşı en büyük kötülüğü, işte tam da bu noktadır. Bu düşünüş tarzını, bunun beslediği umutsuzluk ve çaresizlik duygusunu emekçide yaratmaktır. Bu çok yıkıcı, tahrip edici, mücadeleyi zaafa uğratan gerici bir davranış çizgisidir. Kitle eylemleri bu gerici çizgiyle adeta işlevsizleştirildi. Eylem, hak ve istemleri koparıp alma eylemi olmaktan çıktı, hava boşaltma eylemine dönüştü. Siz 1 Aralık’ta bir eyleme gitmiiniz, bir takım talepleriniz var. Bu taleplerde sonuç alana kadar, eylemlilik sürecini bir plan dahilinde sürdürmek zorundasınız. Kendini göstermelik biçimde yineleyen değil, fakat daha ileri biçimler halinde aşan eylemler zinciriyle yapmalısınız bunu. Orada bir günlük iş durdurmuşsunuz, gösteri yapmışsınız; bunu bir dizi ara eylemlerle sürdürerek ardından örneğin üç günlük bir genel greve bağlmlısınız. Ardından daha etkili eylem biçimleri denemeli ve sonuç almayı zorlamalısınız. Elbette Türkiye gibi bir ülkede bunun gerektirdiği bedeller varsa bunu da yüreklice ödemesini bilerek. KESK’in tepesini tutan pelteleşmiş liberal takımında olmayan da işte bu zaten.

Reformist takımının devrimci sınıf mücadelesinin zoruyla hak almak gibi bir sorunu yok. Bu adamlar her ne kadar taban basıncı altında zaman zaman eyleme başvuruyorlarsa da, kitlelere de kitle eylemine de zerre kadar güvenleri yok. Hakları koparıp almak diye bir bakış açıları yok onların, onlara pelteleşmiş liberaller dememiz bundandır. Bakınız, emekçiler Ekvador’da hak alıyorlar, Bolivya’da hak alıyorlar. Güney Koreli işçiler günlerdir direniyorlar, sonuç alana kadar sürecek bu, bu kararlılığı kendileri bizzat dile getiriyorlar. Liberal takımının böyle bir sorunu yok. Havayı boşaltıyorlar, görüyorsunuz işte alanları da dolduruyoruz diyorlar ve hemen ardından sahneden çekiliyorlar. Sermaye ve hükümeti de bu davranış çizgisini çok iyi bildiği içindir ki eylemleri fazla sorun etmiyor, sonuçta bildiğini okuyor. Yıllardır bu böyle yaşanıyor.

Bu durumda işçiler, emekçiler bunlara, kendilerine döne döne bu oyunu böyle oynayan sendika yönetimlerine niye güvensinler ki? Ve bu duruma bakıp çaresizlik ve umutsuzluk duygusuna kapılmaları niye anlaşılmaz olsun ki? Bunun anlaşılır bir yanı var demek istiyorum, ben bir durum tanımlıyorum. Bu bir durum, bir olgu. Olguyu doğru göreceksiniz ki, soruna müdahaleyi doğru bir tarzda yapabilesiniz.

Bu ülkede 14 aydır İMF reçeteleri uygulanıyor. Buna karşı Türk-İş’ten bir ses var mı? Türk-İş pratikteki tutumuyla saldırıyı olduğu gibi destekliyor, saldırı engelsiz sorunsuz gerçekleşsin diye işçi sınıfını dizginleyip oyalıyor. Sermaye düzeninin genel çıkarları gereğince ona düşen görev de bu. Bu tutumuyla boydan boya sınıfa ve ülkeye ihanet içindedir.

İMF programı son krizle birlikte çöktü, Bayram Meral haini şimdi Emek Platformu’nun başına geçmiş, İMF’yi suçluyor, İMF’nin her yerde yaptığı budur diyor... Bunları bugüne kadar bilmiyor muydu, yeni mi öğrendi bunları? İMF politikalarının 70 küsur ülkede uygulanıp hiçbir ülkenin derdine deva olmadığını, tam tersine bu ülkeleri ve emekçilerini yıkıma götürdüğünü bu sermaye uşağı yeni mi öğrenmiş oluyor? İMF’nin reçetesini dayattığı ülkenin derdine deva olmak gibi bir sorununun da olmadığını bilmiyor muydu? Elbetti çok iyi biliyordu. Biliyordu da, 14 aydır susup şimdi niye söylüyor? Çünkü şimdi tepki var, şimdi çöküşün yarattığı bir sosyal infial var. Bunun karşısında emekçilerin havasından gitmesi, bu manevrayla itibarını, böylece de koltuğu koruması var.

Emek Platformu üzerinden
tezgahlanan tuzaklar

Ortada şu günlerde yeniden bir Emek Platformu var, yayınlanan açıklamalarının altında bir dizi imza. Bir bildiri yayınlamışlar; İMF ve DB politikalarından vazgeçilmedikçe sorunlarımıza çözüm bulunamaz, diyorlar. Bunu diyenler, bir nebze olsun samimiyet taşıyorlarsa, İMF ve DB politikalarından vazgeçilene kadar direnmek zorundalar. Bildiride ılımlı bir ifadeyle böyle bir iddia da var güya. Bir eylem takvimi çıkarmışlar. Keşke yapsalar bu kadarını. Ama bunların böyle iddialı eylem programları yayınlayıp, üç gün sonra ortam biraz yatıştıktan, emekçilerin de bu yeni saldırı programının uygulanmasına biraz alıştığını gördükten sonra geri çekildiklerini biliyoruz. Bu adamlar her krizin ertesinde böyle göstermelik çıkışlar yapmayı, aldatıcı manevralarla durumu geçiştirmeyi bir davranış tarzı haline getirmişler. Bunu bizden öte tabandaki emekçiler de artık çok iyi biliyorlar. Bu nedenledir ki, şu sıralar peşpeşe açıklamalarla ortaya konulan iddiaların zerre kadar bir inandırıcılığı, herhangi bir ciddiyeti yok.

Ciddi bir mücadelede ne olur? Bir mücadele kendine bir haklılık temeli tanımlar, bu çerçevede istemlerini ve hedeflerini ortaya koyar. Buna nasıl ulaşacağına ilişkin eylem ve davranış biçimleri saptar ve ardından kararlılıkla bu çizgide yürür. Hedefe ulaşana kadar da onu kovalar. Türkiye’de sendika bürokrasisinden beklenecek şey değildir bu. Sendika bürokrasisi düzenin tam hizmetinde hareket ederek hava alan, tepkileri yatıştıran bir davranış çizgisi izliyor. Böylece emekçi hareketini felç ediyor. Eylem emekçi hareketine özgüven, cesaret kazandıracağına, ona umutsuzluk aşılıyor, onda çaresizlik duygusu, eylemle, mücadeleyle sonuç almaya güvensizlik duygusu geliştiriyor.

Emek Platformu üzerinden bakıldığında, emek cephesinde durum bu. İşçi sınıfı saflarında gerçekte büyük bir memnuniyetsizlik ve öfke birikimi olmakla birlikte, halihazırda işçilerden ciddi bir çıkış yok. Geçen hafta sonu, 18 Mart’ta, Kocaeli’nde bir işçi mitingi yapıldı, umulanın çok çok altında bir katılım oldu. Kriz sonrasının bu ilk önemli işçi eylemine topu topu 5 bin kişi katıldı. Düşünün ki aynı Kocaeli’nde, bir süre önce özelleştirme konulu bir panele bile bin kişi katılmıştı. Oraya bin kişinin katıldığı bir yerde mitinge 20 bin kişinin katılması beklenirdi. Dolayısıyla bir başarısızlık saymak gerekiyor bu eylemi. Ve mitingin havasından yansıtılanlar da çok iç açıcı şeyler değil. Kitlelerde, özellikle de işçilerde halihazırda belirgin bir güvensizlik var, son miting üzerinden yansıyanlar bunu gösteriyor.

Bayram Meral’in danışmanlarından Yıldırım Koç Emek Platformu üzerine Aydınlık’ta bir yazı yazmış. Emek Platformu’nun büyük tarihi görev üstlenmiş bulunduğunu vurguluyor ve platforma Türk Kamu-Sen ile Memur-Sen’in alınmasını büyük bir ilerleme sayıyor. Bu, ‘80 öncesinin anlamsız ayrımlarının ortadan kalktığını gösteriyor diyor.

Türk Kamu-Sen ile Memur-Sen’in buraya alınması, bu sendikacıların başındaki faşist yöneticilerin büyük bir başarısı aslında. Bunlar belli bir kitle tutuyorlar ve bu kitleyle bir biçimde davranış birliğini kaybetmemenin belli bir önemi var. Ama bir kriz döneminde onlar için Emek Platformu içerisinde yer almak, meşrulaşmaktan başka bir şey değil.

Adam, Bayram Meral’in baş danışmanı demek istiyorum, söze bu durumu övmekle başlıyor. Ardından sözü Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin burada yer almasına getiriyor ve bunu da övüyor. Bu, emeğin problemini burjuvazinin problemiyle yanyana koymak, işçisi-işvereniyle ortak çıkar birliğini övmek gibi bir şey. Sayfalarında yazdığı Aydınlıkçı konuma da pek oturuyor bu tutum.

Daha da önemli bir nokta var. Diyor ki, Emek Platformu’nun bölgelerde yerel kolları yaratılacaktır ve bu yerel kollara merkezi yapıda yeralan örgütlerin dışında hiçbir örgüt katılmayacaktır. Buradaki murad ilerici devrimci örgüt, kurum ve kuruluşların dışlanmasıdır. Bayram Meral’in hala da utanmadan solcu sosyalist geçinen danışmanı bu dışlanmayı çok önemli bir gelişme görerek olumluyor. Dolayısıyla EP’in yerel kollarını yaratmak, aslında yerelde de denetimi korumaktan, orayı da denetim altına almaktan başka bir anlama gelmiyor.

Daha ilginç bir şey var. Yerel uzantıları merkezi yapının aldığı kararlara uymak zorundalar, o çerçevede davranmak zorundalar, Emek Platformu da zaten bunu böyle düşünüyor, diye devam ediyor yazı. Bu aslında toplumsal muhalefeti ülke çapında merkezi bir yapıyla kıskaca, yani tam denetime alıp güdükleştirmekten başka bir şey değil. Yani burjuvazi adına aslında gene bu dönemin hoşnutsuzluğu Emek Platformu üzerinden bloke ediliyor. Kim var bu Emek Platformu’nun başında? Bayram Meral var, açılış konuşmasını o yapıyor. Ve bu sözleri yazan da onun baş danışmanı, maaşlı memuru...

Sabırlı ve soluklu bir mücadele

Ağır kriz dönemleri, kitlelerin düzene, düzen kurumlarına, düzen partilerine, düzen parlamentosuna olan umutlarını kaybederek yeni arayışlar içerisine girme dönemleridir de. Biz kendi cephemizden işçi sınıfı ve emekçilerin önüne onların en acil, en yakıcı istemlerinden oluşan bir mücadele ve eylem platformu koymalı, bu temel üzerinde onları mücedeleye çekmek için çok yönlü bir çaba harcamalıyız. Krizini belirginleştirdiği, daha anlaşılır hale getirdiği gerçeklerden de yararlanarak kitlelerde düzen karşıtı bir bilinç geliştirmeye çalışmalı, krizin sorumlusu olarak kapitalist düzeni ve burjuva sınıf egemenliğini suçlamaya çok özel bir önem vermeliyiz. Emperyalist köleliği iç dayanaklarından koparan milliyetçi sol çizginin maskesini indirmeli, Emek Platformu üzerinden kurulan tuzakra dikkat çekmeli, bunu herşeyini sendika bürokrasisine ipotek eden kuyrukçu liberalizmin teşhiriyle birleştirmeliyiz.

Bugün için, krizin sunduğu olanakları da en iyi biçimde değerlendirerek yapabileceklerimizin azamisini yapacağız, yapmak zorundayız. Ama soluklu olmasını, sabretmesini de bileceğiz. Doğrularımızı güvenle savunacağız, doğrularımıza dayanarak inançla, enerjiyle sınıf ve kitle çalışması yürüteceğiz, mücadele edeceğiz. Bunu en iyi biçimde yapmaya çalışırken, yineliyorum, sabırlı ve soluklu olmasını da bileceğiz. Türkiye kapitalizminin çözümsüz sorunlarla yüzyüze olduğunu, emekçilerin en hareketsiz kaldığı bir dönemde bile bataktan çıkamadığını göreceğiz, bunun bilincinde olacağız. Buradan hareketle devrimci iyimserlik içinde olacağız, geleceğe tam bir güvenle bakacağız, bunun sağladığı güç ve enerjiyle mücadele edece&currn;iz. Krizlerin ne tür çalkantılar getireceği, bu çalkantıların beklenmedik biçimde hangi olanakları ortaya çıkaracağı ve çoğaltacağı belli olmaz. Bunun bilinciyle en iyi biçimde hazırlanmaya bakmalıyız biz. Günü kurtarmak değil geleceği kucaklamak bilinciyle hareket etmeliyiz. Günü en iyi biçimde değerlendirebilmenin de temel bir ön koşuludur bu bakışaçısı.

Türkiye’de ağır sorunlar var, güçlü kriz dinamikleri var. Bir istikrarsızlık var. Sorunlar birikiyor, tepkiler birikiyor, çözümsüzlükler birikiyor... Bunlar önemli şeyler, bunların anlamını sindirmek, önemini görmek gerekiyor. Bizim bugün için kitleleri krize karşı sokağa dökemememizi problem etmemek lazım. Öyle dönemler vardır ki, devrimcilerin çizgilerini ve kimliğini koruması bile büyük bir tarihi kazanımdır. Biz dezavantajlı bir dönemden geliyoruz. Kapsamlı 12 Eylül faşist saldırısı ve bunu izleyen ağır yenilgi, dünyadaki yıkılışlar ve ağır gericilik dalgası, Kürt hareketinin bastırılması süreci içerisinde toplumda yaratılan şovenist zehir, Kürt hareketinin utanç verici teslimiyeti vb... Bunlar son yirmi yılın ardı arkası kesilmeyen dezavantajları oldular ve bunların yıkıcı etkileri daha yeni yeni kırılıyor. Biraz saetmek lazım, zamana güvenmek lazım. Kendimize değil zamana güvenmekten sözediyorum, bu önemli bir nokta. Bilinçli ve sağlam devrimciler olarak biz komünistler, bu dönemde soluğumuzu iyi tutmalı ve enerjik bir çabayla işimize bakmalıyız.