AB takviminin işleyişine ve bu konuyla ilgili kimi gelişmelerle bağlantılı olarak AB ile ilişkiler üzerine tartışmalar yine kızışmış bulunuyor. Takvime göre 2002 sonunda toplanacak Kopenhag zirvesinde Türkiyenin üyelik müzakereleri için bir takvim belirlenmesi ihtimali bulunuyor. Ancak bu, Türk devletinin uyum için verilen direktifleri bu tarihe kadar yerine getirmiş olmasıyla güçlenecek, ya da getirmemiş olmasıyla zayıflayacak bir ihtimal. Tartışmaların bir boyutunu bu ihtimaller üzerine inşa edilen kurgular oluşturuyor. Diğer yandan Avrupada ve Türkiyede yaşanan, konuyla bağlantılı bir takım gelişmeler var. Türkiyede yürütülen tartışmaların bir boyutu da bu gelişmelerle ilişkilendiriliyor. Gelişmelerden biri, Avrupada idam cezasının tümüyle tarihe gömülmesi olarak ifade edilen kararlar. Olay haber bültenlerine, Avrupa Konseyi üyesi 44 ülkeden 36'sı, ölüm cezasıyla ilgili yasağın, savaş zamanı da dahil olmak üzere genişletilmesini öngören protokolü imzaladı ifadeleriyle yansıtıldı. Türkiye ise gelişmenin dışında kalan birkaç ülkeden biri. Dolayısıyla idam cezası, AB için yürütülen tartışmaların başında yer almayı sürdürüyor. Gelişmelerin Avrupa boyutunda PKK ve DHKP-Cnin terörist örgütler listesine dahil edilmesi de bulunuyor. Türkiyedeki gelişmelere gelince. Bunlardan biri 9 Mayısta kutlanan Avrupa günü. Gün Avrupa günü olunca, konunun da AB ile ilişkiler olması gayet doğal. Bir diğeri MGKnin Mayıs ayı olağan toplantısı. Hükümet cephesinden, gündemin şimdiden belli olduğuna ilişkin açıklamalar geliyor. Gerçi gündemi tahmin etmek için hükümetten bir açıklamaya ihtiyaç bulunmuyor. Ülkenin gündemi, AB için idamın ve olağanüstü halin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması gibi kritik ve stratejik konularla yüklüyken, kendini konunun doğrudan ve tek muhatabı gören askerin bu gündemlerle ilgilenmemesi düşünülemez. Dolayısıyla MGK toplantısında, bir bakıma tartışmaların bugünkü boyutuna son noktayı koyacak kararlar alınacaktır. Bu durumda, düzen cephesinden yürütülen söz konusu tartışmaların havanda su dövmekten farksız olduğu söylenebilir. Gerçekten de asıl karar mekanizması MGK olduğuna göre, böyle kritik konuların tartışılmasına ayrılan uzun mesailerin hiçbir yararı yok. Ama bu da tartışmayı kimin yaptığına bağlı. Bu yüzden de, birileri televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde, Avrupa günü toplantılarında havanda su döve dursun, sermaye çevreleri toplantılarını yapmış, kararlarını açıklamış bulunuyorlar. Kendilerine İş Çevresi Grubu adını veren ve aralarında Ömer Dinçkök, Ferit Şahenk, Bülent Eczacıbaşı, Sakıp Sabancı, Rahmi Koç, Aydın Doğan, Mehmet Emin Karamehmet, Tuğrul Kudatgobilik, Mehmet Ali Yalçındağ, Ersin Özince ve Hüsamettin Kavi gibi burjuvazinin önde gelen isimlerinin bulunduğu grup, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhanın ev sahipliğinde Alternatif Bankın Esentepedeki Genel Merkezinde toplandı. Üç saat süren toplantının ardından yapılan açıklamada, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasına yönelik takvimin giderek sınırlı bir süreye sıkışması, bu konuda atılacak adımlara hayati bir önem kazandırmaktadır denildi. Demokratikleşme, insan hakları ve siyasi kriterlere yönelik alınacak kararların, Türkiyenin gelişmesi ve geleceği açısından sürdürülen ekonomi reformlar üzerinde de olumlu etkilerinin olacağının düşünüldüğü ifade edilen açıklamada ek olarak, AB ve ilgili tüm yasal düzenlemelerde ulusal bir güç birliği ve konsensusun sağlanabilmesi için konunun Ekonomik ve Sosyal Konsey'in gündemine alınarak konseyin münhasıran bu konuyu değerlendirmek üzere en kısa sürede toplantıya davet edilmesinde büyük yarar ve gerek göülmüştür görüşü aktarıldı. Grubun açıklaması iki açıdan önemli: Birincisi, hükümetin ABden sorumlu üyesi Mesut Yılmazın açıklamalarıyla çakışması; ikincisi de, sermayenin suç ve sorumluluğuna yine işçi sendikalarını ortak etme arzusu. Yılmaz son açıklamalarında özetle; eğer yıl sonunda yapılacak AB zirvesinden önce istenen uyum yasaları çıkarılamaz ve üyelik görüşmelerine ilişkin takvim alınamazsa, Türkiye fakirlik zincirini kıramaz... yabancı sermaye yatırımları gelmez... işsizlik devam eder... gerilimler azalmaz, artar... ulusal güvenlik, tek başına kalmış bir Türkiyede daha büyük sorun olur... Kıbrısı koruduk zannederiz ama asıl o zaman kaybetmiş oluruz... Balkan ülkeleri de ekonomik olarak Türkiyeyi sollar geçerler... diyor. Patronlar ise, uyum yasalarının uygulanan ekonomik reformlar üzerinde de olumlu etkileri olaca&crren;ı ifadelerini kullanıyorlar, ki sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Sermayedarların görüşleriyle ortaklaşan sadece M.Yılmaz da değil. 9 Mayıs Avrupa gününü coşkuyla kutlayan aydınlarımızın hazırlayıp, Avrupa Hareketi başlığı altında imzaya açtıkları metnin bakışı da hemen hemen aynı çerçevede: "Türkiye, baskı değil özgürlük, fakirlik değil zenginlik, korku değil güven arıyorsa yolu AB'den geçer. Avrupa, Türkiye'nin yüzyıllardır ilerlediği yöndür. 'Muasır medeniyet'tir. Yatırımdır. İştir. Kazançdır. Dayanışmadır. Bilimdir, teknolojidir. Sosyal güvenliktir... Tabii, onlar daha popüler bir dille ifade ediyor, dolayısıyla da kitleleri avutma-oyalama misyonunu üstlenmiş oluyorlar. Eğer bir de patronların arzusu gerçekleşir ve ESKyı toplamak mümkün olursa, ki olmaması için bir neden görünmüyor, bir de sendikalar üzerinde işçi sınıfının konuya ve görüşlere ortak edilmesi gündeme gelecek. Söz konusu sendikaların işçi sınıfını temsil etmediği, bu ihanetçilikle edemeyeceği bilinse de görüntü değişmeyecek. Sendikalar ne kadar patronların görüşlerine imza atıp meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsınlar, işçi sınıfı ve emekçilerin gözünde Avrupa ile, Amerika ile, İMF, Dünya Bankası ve benzerleriyle ilişkiler, Türk devletinin emperyalist güçlerle kurduğu kölelik ilişkileridir ve sonuç kendi üzerlerindeki sömürünün katmerlenmesidir. Bu durumda, patronların ifadesiyle, eğer AB ile ilişkilerin ilerlemesi ekonomik programları (işçilerin ifadesiyle yıkım programlarını) olumlu etkileyecekse, demek ki sınıf üzerindeki sömürü ve soygunu daha da katmerleştirecektir. Görüldüğü gibi, toplumun iki temel sınıfı, patronlar ve işçiler, her konuda olduğu gibi AB ile ilişkiler konusunda da taban tabana zıt görüşlere sahiptir. İşin ucu ekonomiye, dolayısıyla İMFye ve yıkım programlarına dayandığında, sınıfın sadece bilinçli-öncü kesimleri değil, en geniş kesimleri durumun farkındadır. Sermaye sınıfı ve devleti de sınıf cephesinden bu farkındalığın farkında olduğu için, konuyu daha ziyade özgürlük ve demokrasi ile ilişkilendirmeye çalışıyor. Sanki Avrupanın derdi yoksul ülkeleri kalkındırmakmış gibi; bolluk, refah, demokrasi vb. ABye üyeliğe bağlanıyor. Oysa, konuya sınıf cephesinden bakıldığında, Avrupadaki bolluk, refah, demokrasi vb.nin de, tıpkı Türkiyede olduğu gibi, esasta egemen sınıflar için var olduğunu görmek zor değil. Söz konuu nimetler her yerde olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de onları tekeline almış bulunan burjuvazi tarafından kullanılmaktadır. Avrupa ülkelerinde de işçi ve emekçiler saldırılarla karşı karşıya bulunmakta, işsizlik, düşük ücret, esnek üretim vb. dayatmalarla boğuşmaktadırlar. Özetle, sermaye sınıfı ve devletinin, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri AB tartışmaları vesilesiyle kandırmaları, oyalamaları, sermaye sınıfının peşinden AB trenine yedeklemeleri pek kolay görünmüyor. Ama yine de sınıf devrimcilerinin görevi, her vesileyle olduğu gibi, AB tartışmaları vesilesiyle de kitleleri uyarmak, aydınlatmaktır. Sınıfa ve emekçi kitlelere bu vesileyle götüreceğimiz bilinç, sınıf ve emekçi kitleler için gerçek refahın, bolluğun, demokratik hak ve özgürlüklerin, ancak ve ancak kendi düzenleri tarafından sağlanabileceği gerçeğidir. |
|||||