En klasik işleviyle medya, egemen sınıfların elinde etkin bir ideolojik egemenlik ve manipülasyon aracıdır. Emekçilerin beyinlerinin işgal edilmesi ve istenileni görmesi, istenilen biçimde düşünmesi, istenilen biçimde hareket etmesi için medyanın yerini tutabilecek bir ikinci araç yoktur belki de. Ancak medyanın klasik işlevi bu olmakla birlikte, özellikle ülkemizde (dünyada geçmişi çok daha eskilere dayanıyor) daha çok da son 10 yıldır, sermaye birikiminin yoğun yaşandığı bir sektör haline geldi.
Bunun en önemli nedenlerinden biri reklamların, genel olarak da tüketimin kapitalistler için hayati önem kazanmış olmasıdır. Kapitalizmin on yılları bulan krizi, pazara sunulan malların tüketiminin gerçekleştirilmesi, tüketimin uyarılması ve yönlendirilmesinde medyanın etkin kullanımını gerektirmektedir. Bu da emekçi kitlelerin politik amaçlar için alıklaştırılması için kullanılan medyanın aynı zamanda kapitalist ekonominin ihtiyaçları için de kullanılması anlamına gelmektedir.
Son 10-15 yılda bu çerçevede medya sektöründe büyük bir tekelleşme yaşanmıştır. Birincisi, geçmişte mali bakımdan zayıf ancak siyasal açıdan etkili olanların tekelci burjuvazinin güçlü kesimlerinin elinde toplanması biçiminde olmuştur. İkincisi ise, geçmişte nispeten sınırlı bir sermaye birikimi olan tekelci burjuvazinin alt tabakalarının ülkenin en önemli tekelci güçleri haline gelmeleri biçiminde yaşanmıştır. Geçmişte gazetecilik dışında herhangi bir faaliyet alanı olmayan, daha çok da aile şirketleri biçiminde örgütlenen sermaye grupları, süreç içerisinde faaliyet alanlarını genişleterek ülkedeki belli başlı tekellerden biri haline gelmişlerdir.
Medyada yaşanan bu tekelleşme, onu elinde tutan tekelci burjuvaziye büyük bir siyasal güç kazandırmıştır. Bu siyasal gücün artan tekelci rekabetle birlikte ciddi sonuçları olmuştur. Tekeller arası iktisadi ve siyasal güç ve nüfuz mücadelelerinde medya en etkili ve keskin silah haline gelmiştir.
Ülkemizde özel TV ve radyoların yasak olduğu, yazılı basının ise ideolojik bir silah görevi üstlendiği bir dönemde, medya tekelci burjuvazinin genel sınıf çıkarlarını esas almaktaydı. 80 sonrasında, özellikle de Sovyetler Birliğinin çökmesinin ardından bu alanda da tam bir liberalizasyona gidildi. Bu zemin üzerinde bugünün medya tekelleri ortaya çıktılar. Medya kapitalist tekellerin yeni bir savaşım silahı halini aldı.
Bugün ülkedeki en büyük iki medya tekeli durumunda olan, petrolden demir-çeliğe ve bankacılığa kadar geniş bir alanda faaliyet gösteren Uzanlar ile Doğan grubu arasında yaşanan çatışma bu bakımdan özellikle dikkate çekicidir. Bu iki grubun savaşımında medya en etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Her iki grubun gazete ve TV kanallarında karşılıklı olarak süren bu savaşta, her türlü yöntem ve araç sınırsızca kullanılmaktadır. Karşılıklı olarak tüm kirli ilişki ve işler ortaya serilmektedir. Kara para aklamadan vergi kaçakçılığına, banka hortumlamadan şantaja, özelleştirilen işletmeleri nasıl yağmaladıklarına kadar her türlü pislik her iki grubun medya organlarını işgal etmektedir.
Medya gücünü ticari amaçlar için etkin biçimde (tehdit ve şantaj da dahil) kullanarak ve özellikle 90ların başlarından itibaren özelleştirme yağmasından beslenerek büyük bir mali güç haline gelen Uzanlar, tekelci burjuvazinin kaymak tabakasıyla kıyasıya bir iktisadi rekabet içerisine girdiği gibi, bir parti kurarak da tekelci burjuvazinin ortak siyasal çıkarlarını tehdit eder bir konum kazanmıştır. Uzanların bu başarısında medya en önemli rolü oynamıştır.
Ancak Uzanların bu atağı, tekelci burjuvazinin köklü ve geleneksel kesimleri tarafından, ellerindeki siyasal güç ve devlet mekanizması kullanılarak yanıtlanmıştır. Uzanlar, 80lerde türeyen ve özelleştirme yağmasından beslenerek büyük bir mali-iktisadi güç haline gelen burjuvaların başına gelenlerin bir benzeriyle yüzyüze kalmışlardır. Bankalarına ve şirketlerine el konulması, tutuklama vb... Bugün tekelci burjuvazinin geleneksel kesimleri, Uzanları iktisadi ve siyasi bakımdan büyük ölçüde etkisizleştirmişlerdir.
Uzanlara karşı yürütülen bu operasyonda Doğan grubu birçok alanda ve özellikle medya sektöründe rakip tekelci güç olarak ön plana çıkmıştır. Dolayısıyla kızışan rekabet ve hesaplaşma, Uzanlar-Doğan savaşına dönüşmüştür.
Uzanlar, Doğan grubuna karşı medya aracılığıyla sürdürdüğü saldırıda rakibinin pisliklerini ortaya sermektedir. POAŞın Doğan grubuna nasıl yağmalattırıldığından devletin ve hükümetin geçtiği kıyaklara kadar birçok şey Uzanların gazetelerinde yer almaktadır.
Bu nedenle geçtiğimiz hafta Aydın Doğan, bir basın toplantısı düzenleyerek, Uzanların kendi hakkında öne sürdüğü iddiaları yanıtladı. Kendisine çamur atıldığını, yaptığı herşeyin yasalar dahilinde olduğunu uzun uzun anlattı. Ancak söyledikleri, Uzanların hortumlama olarak ileri sürdüklerinin tümüyle yasal olduğunu anlatmakla sınırlı kaldı. Özetle; sermayem var, yasalar da medya kuruluşlarının özelleştirme ihalelerine girmelerine ve değişik alanlarda faaliyet göstermelerine izin veriyor, öyleyse ben neden bunu yapmayayım biçimindeydi.
Tüm bunlar, yasalara uygun olup olmama, kirli ve karanlık bağlantılarının olup olmaması vb.den bağımsız olarak, medyadaki tekelleşme ve medyanın tekellerin nasıl da etkili bir silahı olarak kullanıldığının bir doğrulaması olmuştur. Yaşanan kavga, emekçilerin sömürüsü ve aldatılmasıyla beslenen, binlerce işçinin sokağa atılmasıyla sonuçlanan özelleştirme yağmasıyla semiren bir medya tekelleri gerçekliğini tüm yalınlığıyla ortaya koyuyor.
Kimin kimden kirli olduğunun bir önemi yok. Ortadaki pislik bir bütün olarak burjuvazinin pisliğidir. Tekelcileşen medya, tekelci burjuvazi adına emekçilerin aldatılıp alıklaştırılmasında kullanılan ve mafyalaşan bir ekonomide büyük kazançlar elde etme üzerine kurulu bir organizmanın pisliğidir. Ve bu iki grup şahsında dışavuran pislik sadece buzdağının görünen yüzüdür. Ancak görünen kısım bütünün tüm özelliklerini yeterince yansıtmaktadır.
Amerikancı uşak takımının dünkü yalanları çöktü...
Türkiyenin Iraka asker göndermesi üzerinden yaşanan gelişmeler, yürütülen tartışmalar gelinen yerde tam bir orta oyununa dönüştü. ABD, 1 Marttaki kazanın yaşanmaması için bu sefer işi sıkı tuttu. Önce başına çuval geçirip hizaya getirdiği işbirlikçilerine bu sefer parasını peşin vererek tezkereyi meclisten çıkartmayı başardı. ABD uşakları yapılan kan pazarlığını gizlemek ve emekçi kitlelerin işgale ve işbirlikçiliğine karşı tepkilerini yatıştırmak için biz ABD istediği ve para için gitmeyeceğiz ulusal çıkarlarımız için gideceğiz, ABD işgalci değil kurtarıcıdır, 8.5 milyar dolar kredinin asker gönderme ile ilgisi yok vb. yalanlara sarılarak aylardan beri kirli bir kampanya yürütüyorlardı. Ne var ki tezkerenin geçmesinin ardından yaşanan gelişmelerden ötuuml;rü şimdi tam tersi yönde konuşuyorlar, dün söylediklerini unutarak kendilerini yalanlayan yeni açıklamalar yapıyorlar.
Tezkereyi meclisten geçirip gerekli askeri hazırlıkları yapan işbirlikçi düzen cephesi şimdi ABDnin ağzından çıkacak emri beklemekte. Ancak ABD bu zor emri bir türlü veremiyor. Çünkü Irak halkı, hatta kendi uşağı Geçici Hükümet Konseyi dahi, Türk askerine şiddetle karşı çıkıyor. İşte bu durum işbirlikçilerin tüm yalanlarının açığa çıkmasına vesile oluyor.
Tezkere meclisten geçmeden önce hükümeti, ordusu, patron örgütleri, medyası ile işbirlikçi düzen cephesi hep bir ağızdan asker göndermeyi haklı çıkartmaya dönük bir propagandaya girişmişti. Gelişmeler bu propagandanın tümüyle yalana dayalı kirli içyüzünü açığa çıkarıyor.
Diyorlardı ki 8.5 milyar dolar kredinin asker gönderme ile bir ilgisi yok. Öyle ise her iki tarafta üzerinde anlaşıp imzaladığı halde krediyi neden hala alamıyorsunuz? Biz sırf ABD istediği için değil, asıl olarak kendi ulusal çıkarlarımız için gideceğiz; gitmezsek çok önemli ulusal çıkarlarımız, hatta ülkenin güvenliği tehlikeye girebilir, diyordunuz. Tezkere meclisten geçti, askeri hazırlıkta tamam, o halde daha ne duruyorsunuz? Madem ülke güvenliği tehlikede, ulusal çıkarlarınız söz konusu, asker göndermek için daha neyi bekliyorsunuz?
ABDnin başını çektiği emperyalist haydutlar Irakı işgal edip yağmalarken, her gün onlarca sivili katlederken işbirlikçi takımı bunu Irakın demokratikleşmesi olarak sunuyordu. Onlara göre ABD bir kurtarıcı idi. Irak halkını Saddam belasından kurtarıp özgürleştirmekte idi. Ancak geçtiğimiz günlerde, Irakın sömürge valisi Paul Bremerin Türkiye Irakta 400 yıldan uzun bir süre sömürgeci güç olarak kaldı. Bu nedenle GHK (Geçici Hükümet Konseyi) Türk askerini istemiyor açıklaması üzerine, dün kurtarıcı dedikleri ABDye şimdi işgalci demeye başladılar. Bremerin bu sözlerine karşılık Peki İngiltere neydi? Şimdi siz nesiniz? diye soruyorlar. Biz de kendilerine soralım: Madem ABD ve İngiltere işgalci peki siz Iraka asker göndererek ne olacaksınız?
İşbirlikçi uşak takımı daha düne kadar efendisi ABDden kuklası Irak Geçici Hükümet Konseyine Türk askeri istemeleri için baskı yapmasını talep ediyordu. Irakta satın aldıkları, hiçbir ciddiyeti olmayan imamları, aşiret liderlerini ekranlara çıkarıp Türk askeri gelsin diye açıklama yaptırıyorlardı. Böylece halka bakın Irak halkı bizi istiyor diyerek Amerikan işbirlikçiliğini ve işgali haklı göstermeyi amaçlıyorlardı. Irak halkı kukla hükümet konseyi, hatta Türkmen temsilcileri bile istemiyoruz, gelmesinler, gelirlerse işgalci muamelesi görürler demesine rağmen, Abdullah Gül çıkıp istiyorlar ama söyleyemiyorlar deme arsızlığını sergiliyordu.
Dün Irak halkının isteklerini önemsediklerini göstermek için bunca çaba harcayanlar, bugün bırakın Iraklı direnişçileri en ılımlı ABD taraftarlarını dahi muhatap almaya yanaşmıyorlar. ABDnin GHK istemiyor, biz ikna edemedik, gelin siz ikna edin deyip aradan çekilmesine karşılık öfkeyle GHKyı tanımadıklarını haykırıyorlar. Siz asker istediniz. Biz de o kadar uğraşıp tezkereyi geçirdik. Şimdi neden aradan çekiliyorsunuz diye efendileri ABDye sitemkarca yakarıyorlar.
Amerikan işbirlikçileri dün söylediklerini bugün yalayıp yutmak ihtiyacı duyuyor. Ama yalanları öylesine çok ki bir kısım gerçekleri istemeyerek de olsa kusmak zorunda kalıyorlar.
İşte işbirlikçi uşak takımının içerisine düştüğü rezil tablo budur. Onların hafızaları zayıf olabilir ya da tükürdüğünü yalamaya, her gün birbiri üstüne yeni yalanlar söylemeye alışmış olabilirler. Onur, namus, ahlak gibi insani değerlerden yoksun olanlar için bu anlaşılır bir durumdur. Ancak işçi ve emekçi kitleler yaşanan tüm bu rezilliğe seyirci kalmamalıdır. Unutmamak gerekir ki onlar bunu resmi olarak ülkemizin ve bizim temsilcimiz sıfatıyla yapıyorlar. Dolayısıyla sessiz kalındığı ölçüde bu kara leke bu ülkede yaşayanların alnına sürülmüş olarak kalacaktır.