09 Nisan 2005
Sayı: 2005/14 (14)


  Kızıl Bayrak'tan
  Tırmandırılan faşist
kudurganlığa ve şovenizme karşı
mücadeleyi yükseltelim!
  Hükümetin sıkıntıları ve çıkmazları
  Trabzon’da polis destekli sivil faşist
provokasyon
  Trabzon’da faşist provokasyon
  Erkan Mumcu: Düzen yeni alternatifleri hazırlıyor
  İşgal orduları Türkiye’den “paralı asker”
devşirmeye hazırlanıyor
  PETKİM ve TÜPRAŞ hisseleri “halka arz”
ediliyor
  Tibet işçisiyle dayanışmayı yükselt!

  TEKEL mitingi; Adana’da 6 bin işçi ve emekçi haykırdı

  Sıradan faşizmin “fantaziler”i:
Tercüman’dan olay yaratacak yazı dizisi!
  Zanalar'ın yeni partisi üzerine
  TC’nin yumuşak karnı: Kıbrıs sorunu
  Emperyalist-kapitalist gericiliğin “ruhani lideri” için yas ilan edildi
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/9 : ABD müda-halesine ve BOP’a tam destek
  ABD’nin yeni “savunma stratejisi”
 Siyonistler günden güne arsızlaşıyor
Savaş kundakçısı Wolfowitz Dünya Bankası başkanlığına atandı

 Gülsuyu’nda 1 Mayıs’a hazırlık toplantısı

 Esenyurt-Kıraç: 1 Mayıs 2005’e hazırlanıyoruz!
 Çukurova Üniversitesi’nde imza
kampanyası
Ekim Gençliği : Birlik ve mücadele için
1 Mayıs’ta alanlara!
Öğrenci hareketinde güçlenen birlik zemini
ve bir ilk adım!
AB ve göçmen kadın emekçilerin sorunları
5. BİR-KAR Gençlik Kampı başarıyla
gerçekleşti
Devrimciler arasındaki ilişki, bir alış veriş, bir ticaret ilişkisi değildir!
Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/9

ABD müdahalesine ve BOP'a tam destek

H. Fırat

“Özgür İnsan Savunması”olarak kitaplaştırılan “Atina Savunması” Ortadoğu'ya ilişkin müjdeli “haber”i veriyor, fakat ABD müdahalesi ile birlikte halklar payına ortaya çıkan “tarihi sentez” olanağına ilişkin herhangi bir ek açıklama sunmuyordu. “Anti-tez” olarak tanımlanan ve dolayısıyla “sentez” etkeni kabul edilen bölge halkları, konunun ele alındığı bölümde etkin bir taraf olarak ele alınmak bir yana, neredeyse ismen bile anılmıyordu. Girişteki bu müjdeli haber içinde “demokratik ve ekolojik çıkışa kaynaklık etmenin kaderiyle bağlanmış” olarak onurlandırılan Kürtler ise ilgili bölümde, emperyalizmin ve siyonizmin elinde Ortadoğu'nun yeni “güçlü sopası” olmak gibi pek de onurlandırıcı olmayan bir konumda sunuluyorlardı.

“Özgür İnsan Savunması”nı bir yıl arayla (Haziran 2004) izleyen “Bir Halkı Savunmak” başlıklı son kitapta ise işin içyüzü konusunda gereğinden fazla açıklama ve ayrıntı buluyoruz. Daha şimdiden birçok kez başvurmak durumunda kaldığımız bu kitap, Abdullah Öcalan'ın “yeni sistem”inin tüm sonuçlarına vardırıldığı ve ayrıntılı biçimde işlendiği bir metin olarak ayrı bir öneme sahiptir. (Daha önce de dile getirmiştik; “Özgür İnsan Savunması”ndan bir parti ve bir program çıkmış, Kongra Gel ve programı bunun ifadesi olmuştu.“Bir Halkı Savunmak”tan ise şu günlerde kamuoyuna açıklandığı gibi yeni programıyla “yeni PKK” çıkmış bulunmaktadır. Yenisiyle eskisi arasında isim dışında bir benzerlik kalmış değil, fakat onu yeniden ihtiyaç haline getiren de zaten isminden öte bir şey değil.) Bu çerçevede söz konusu kitaba bundan sonra (özellikle de “yeni sistem”in esasa ilişkin bazı öğelerini ele alırken) daha çok başvurmak zorunda kalacağız. Fakat burada kendimizi henüz “demokratik uygarlığın sol kanadı” olmaya tarih tarafından mahkum edilmiş konumdaki Ortadoğu için öngörülen büyük tarihi “sentez”in sorunlarıyla sınırlamak durumundayız.

“Bir Halkı Savunmak” kitabında Ortadoğu'ya başlı başına bir bölüm ayrılmış durumda (s.143-205). Fakat bunu önceleyen bölümlerde de konu yeri geldikçe ele alınıyor (Söz konusu olan “5000 yıllık sınıflı devletli toplum”un aşılmakla yüz yüze kalacağı bir tarihsel coğrafya olunca, bu denli bir özel ilgiyi de haliyle hak ediyor). “Doğal toplum”dan başlayarak sınıflı-devletli toplumlarla süren ve sonunda “kapitalist devlet ve toplum”a bağlanan ilk bölüm, burada bir “uygarlık krizi” tespiti yapıyor ve kriz içindeki sistemin tüm öteki coğrafi bölgeler üzerinden aşılamayacağı vurgulandıktan sonra, son paragrafında Ortadoğu'yu bir kez daha onurlandıran şu sözlerle son buluyor:

“Geriye belalı Ortadoğu kalıyor. Ortadoğu'nun coğrafya ve kültürü ile sistemin baş belası olması tesadüf değildir. Toplumun kök hücreleri buradadır. Uygarlık başlatıcıları ve sürdürücülerinin kökleri buradadır. İlahları buralıdır. Er geç evlat baba ocağına dönecek, evdeki hesaplar yeniden görülecekti. ABD'nin misyonuna yaraşır bu rol ‘Büyük Ortadoğu Projesi' ile artık uygulama safhasına girmiştir. Giderek yoğunlaşacak ilişki ve çelişkiler kaostan neyin çıkacağını belirleyecektir. Şimdiden söylenebilecek olan, Ortadoğu'daki gelişmelerin sistemin sondan çözülüşe doğru gitmesiyle ilgili olduğudur. Onun için çok önemli ve doğru çözümlenmeyi gerektirmektedir. Çelişkilerin kırılma noktaları, kaosun yoğunlaştığı alanlardır. Bu alanlar da çoğunlukla yeniliklere rahim görevi ve beşiklik rolü oynarlar. Sümer rahip tapınaklarının kalıntılarında daha önce doğurduğu uygarlığın bu sefer mezarı mı hazırlanmaktadır?” (s.64)

Emperyalist dünya sistemi ve kapitalist toplum düzeniyle barışık ve uyumlu bir yeni dünya görüşünden öte bir şey olmayan “yeni sistem”in içyüzünü maskelemek için bolca başvurulan “sistemin çözülüşü”, “sınıflı-devletli uygarlığın aşılması” türünden içi ve altı tümüyle boş retoriği burada artık bir yana bırakmak, dosdoğru işin özü ve esasına geçmek durumundayız. Bu çerçevede burada bizi Ortadoğu'daki yeni “tarihi sentez”in anahtar ifadesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi” ilgilendirmektedir. Bununla “Özgür İnsan Savunması”nda henüz karşılaşmamıştık; zira ABD, Ortadoğu halklarına karşı başlattığı kapsamlı savaşı daha baştan “demokratik” bir misyonla tanımlamış olsa da, Irak'a emperyalist müdahalenin ilk safhasında bunu henüz “Büyük Ortadoğu Projesi” yaldızlaması içinde ortaya koymuyordu. Emperyalist müdahaleyi halklara şirin göstermek ve yayılacağı geniş coğrafyayı tanımlamak üzere geliştirilen bu proje daha sonra arkadan geldi.

Abdullah Öcalan ABD'nin bu projeye atfettiği demokrasi, kalkınma, refah ve kalıcı barış işlevlerini fazlasıyla ciddiye alıyor ve bölge halkları payına büyük bir tarihi fırsat sayıyor. “Bir Halkı Savunmak” kitabının tüm içeriği, özellikle de Ortadoğu'ya ayrılmış bölüm, bu konuda herhangi bir kuşku ve tereddüde yer bırakmıyor. Abdullah Öcalan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni sistemin ihtiyaçları bakımından gerekli ve zorunlu olarak değerlendirmekle kalmıyor, gereği gibi hayata geçirilirse eğer, sistemin “önümüzdeki 50 yıllık dönemi”nin böylece güvenceye alınacağının da altını çiziyor. Böyle olunca, söz konusu olan hiç de “sistemin sondan çözülüşü” değil, fakat Ortadoğu üzerinden en az “önümüzdeki 50 yıllık dönem” için sağlama alınması oluyor. Söz konusu olan “evladın baba ocağına dönmesi”, elbette ki hatalarının hesabını da vererek sonuçta aile ocağı ile kucaklaşması olarak konulduğuna göre, söylenenlerin mantığı içinde bu “evlat” (burada ABD emperyalizmi) payına bu parlak gelecek öngörüsü gerçekte şaşırtıcı da değildir. Yeter ki içi boş retorik olmaktan öteye gidemeyen öteki tarihsel-felsefi süslemeler ciddiye alınmasın.

Bu durumda “yeni sistem”in Ortadoğu halkları için öngördüğü o parlak gelecek projesi de gerçekte ABD'nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne başarıyla eklemlenmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Ne de olsa “baba ocağına dönen evlad”ın eski hesapları yeniden görmek üzere beraberinde getirdiği biricik somut proje bu. Bunun ötesinde halklar (sonuçta ütopik kalmaya mahkum olduğu bir biçimde dile de getirilen) “demokratik-ekolojik toplum” türünden bir “ideal” projeyle de avunabilirler kuşkusuz, tıpkı “bir dönemlerin sosyalist ütopyası” ile avundukları gibi. Ne var ki ütopya aleminden gerçek aleme inildiğinde bugün için gerçekçi olan biricik tutum ve çözüm, ne edip edip ABD ile ilkeli bir uzlaşmanın zeminini yakalamaktır. “Büyük Ortadoğu Projesi”ne elbette kolayından teslim olmadan, fakat ona körükörüne karşı da çıkmadan, ilkeli uzlaşmalar yoluyla, tarafların çıkarına olacak başarılı bir “sentez”e ulaşabilmektir.

Artık bütün bunları daha yakından ve bizzat Abdullah Öcalan'ın kendi anlatımı üzerinden ayrıntıları içinde görmeye geçebiliriz.

Sistemin büyük “özeleştirel” dersi

Önce kısa bir ön hatırlatma. Burada ele alacağımız sorunları tam olarak yerli yerine oturtabilmek için, Abdullah Öcalan tarafından “yeni sistem”in bir parçası olarak geliştirilen ve Kongra Gel programında formülleştirilen “demokratik kapitalizm” ve “demokratik ve barışçı emperyalizm” üzerine o gerici tezleri özenle gözönünde bulundurmak gerekir. Zira burada söylenen herşey, gerçekte bu tezlerin Ortadoğu üzerinden ve ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesi bağlamında somutlanmasından başka bir şey değildir.

Birinci bölümün sonundaki tarihi gözlemin ardından “Demokratik-Ekolojik Toplum”a ayrılmış ikinci bölümde konuya ilişkin şu değerlendirme ile karşılaşıyoruz: “ABD için jeopolitik açıdan en kritik bölge denilen geniş Ortadoğu'da, islam ülkelerinde yeni bir proje adeta emperyalist sistemin ikinci Marshall Planı olarak hazırlanmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi denilen bu girişim, sistemin krizden ağır darbe almadan çıkabilmesi için zorunlu görünmektedir. Gerek temel enerji kaynakları, gerek sosyokültürel ve dini olgular bölgeyi sistemle eklemlenmeden, ABD'nin hiç rahat olamayacağı bir duruma sokmaktadır. (...) Dolayısıyla yeni proje fikri gereklidir. Önemli olan bunun nasıl ve hangi güçler ile hayat bulacağıdır; hangi siyasal ekonomik sistemi esas alacağıdır. Buna bölge halklarının nasıl yanıt verecekleridir.” (s.118)

Buradaki olumlayıcı dil objektif bir yorumlama çabasının getirdiği bir dikkatsizliğin değil, tersine, konuya ilişkin tüm değerlendirmelere egemen olan tutumun bir yansımasıdır. Abdullah Öcalan ABD'nin kapsamlı bir projeyle Ortadoğu'ya müdahalede geç bile kaldığını, fakat artık nihayet harekete geçtiğini, böylece gerekeni yaptığını söylemekte, sistemin lideri ve yeni dönemin dünya imparatoru olarak ona yakışanın da bu olduğunu düşünmektedir. “Yeni proje fikri gereklidir” ve yerindedir, ama bu henüz yalnızca “tez”dir ve dolayısıyla kendi başına yeterli değildir. “Önemli olan bunun nasıl ve hangi güçler ile hayat bulacağıdır; hangi siyasal ekonomik sistemi esas alacağıdır”, demek oluyor ki sonuçta hangi “sentez”e varacağıdır. Bu ise “tez”i tamamlayacak ve onun başarılı bir “sentez”e ulaşmasını kolaylaştıracak “antitez”e, yani bölge halklarına bağlıdır. Bu açıdan yeni projeye “bölge halklarının nasıl yanıt verecekleri” de önemli bir sorun durumundadır.

Peki “Büyük Ortadoğu Projesi”nin sahipleri buna, halkların yanıtını hesaba katmaya, yani onlardan gelecek “ilkeli uzlaşmalar”a açık olacaklar mıdır? Yanıta ilişkin ilk işaretler yukardaki sözlerin biraz ilerisinde var: “Kapitalist sistemin 19. yüzyıl sonlarına kadar neredeyse tek taraflı bir iradeyle yönlendirdiği dünya, 20. yüzyılda büyük savaşlarla geçti. Savaşların en önemli bir sonucu da halklara rağmen dünyanın yönetilemeyeceğidir. Halklar her ne kadar kendi öz sistemlerini kuramamış da olsalar, politikaya ve devlet iktidarına karşı demokratik iradelerini dayatabilme konumuna gelmişlerdir...” (s.120)

“Halklara rağmen dünyanın yönetilemeyeceği”nin anlaşılması buradaki en önemli tespittir, fakat kendi başına henüz yoruma da açıktır. Öyle ya meydanın yalnızca emperyalistlere kalmadığını, halkların henüz “kendi öz sistemlerini” kurmadan da kendi istem ve iradelerini düzenin ve sistemin efendilerine belli sınırlar içinde dayatabileceklerini, onları belli tutumlara ve tavizlere mecbur edebileceklerini pekala bir devrimci de söyleyebilir. Nitekim devrim-reform diyalektiği de bir bakıma bundan başka bir şey değildir. Halkların kendi öz sistemlerini kurmak üzere yürüttükleri devrim mücadelesinin kendisi, sistemin efendilerini sonuçta belli tavizler vermeye de zorlayan bu tür bir “dayatma”dan başka nedir ki?

Gelgelelim Abdullah Öcalan'ın “yeni sistem”inde devrim kategorik olarak yoktur, dolayısla söylenenlerin bu tür bir yorumu temelden olanaksızdır. Daha da önemlisi, onlarca sayfalık anlatımın tüm yorumlama güçlüklerini ortadan kaldıracak şekilde söylenenlerin gerçek anlamını bütün açıklığı ile ortaya koymasıdır. Abdullah Öcalan, emperyalizmin 19. ve 20. yüzyıl deneyimlerini hesaba katarak kendini bir özeleştiri sürecinden geçirdiğini, bundan böyle halkların iradesini hesaba katmadan dünyanın yönetilemeyeceğini ve sistemin yürütülemeyeceğini anladığını, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin de tamı tamına bu özeleştirel bilincin bir ifadesi ve yansıması olduğu görüşündedir. Nitekim yukardaki paragrafın hemen sonrasında sorun şöyle toparlanıyor:

“Toparlarsak, önümüzde bizleri bekleyen kapitalizmin tek taraflı iradesi döneminin geçtiği, halkların şovenizm ve savaşla yüklü milliyetçiliği aşarak demokratikleşmesini ve barışını dayattığı, kültürel ve yerel gerçekliği ile buluştuğu bir dönem olasılığı güçlüdür. Bunun tek başına değil, hakim sistemin devlet merkezli, ama küçültülmüş yapılanmalarıyla ilkelere dayalı ortaklaşa yürütülmesi de bu olasılık dahilindedir. Uygarlığımız sınıf, cins, etnik ve kültürel tahakkümlü yapısı yerine, halkların komünal demokratik değerlerini tanıyan, cins özgürlüğüne açılmış, etnik ulusal baskıyı aşmış, kültürel dayanışmayı esas almış, tarihi bir aşama olarak ‘küresel demokratik uygarlığa' dönüşebilir.” (s.120)

Burada “toparlanan” görüşün önemini tam olarak değerlendirebilmek için, bu paragrafın “Demokratik Ekolojik Toplum İçin Taslak (Proje) Düşüncesi” başlığı taşıyan ara bir bölümün son sözleri olduğunu gözönünde bulundurmak gerekir. Burada toparlanmış düşünceye göre, “kapitalizmin tek taraflı iradesi dönemi” geride kalmıştır, onun artık halkların iradesini de hesaba katmak zorunda olduğu bir tarihi evreden geçmekteyiz. Buna karşılık olarak halklar da “tek başına değil”, fakat “hakim sistemin devlet merkezli, ama küçültülmüş yapılanmalarıyla ilkelere dayalı ortaklaşa” bir gayretin içine girerlerse eğer, mevcut kapitalist uygarlık her biçimiyle tüm toplumsal sorunları (“sınıf, cins, etnik ve kültürel tahakkümlü yapı”yı oluşturan her türden sorunu!) aşmış olarak yeni bir tarihi aşamaya, “küresel demokratik uygarlık” aşamasına pekala geçebilir. Bu küresel düzeyde demokratik kapitalizmdir ve dolayısıyla “demokratik uygarlık çağı” da, demokratikleşmeyi başarmış kapitalizm çağından başka bir şey değildir. “Demokratik-ekolojik toplum”a gelince; o geniş anlamıyla demokratikleşmiş bulunan kapitalizmin ta kendisi, daha dar ve rafine anlamıyla ise, “devlet üst toplum”u (bunu resmi burjuva toplumu olarak da okuyabilirsiniz) tarafından varlığı tanınmış, “halkın komünal demokratik değerleri”ne dayalı, “etnisite”nin egemen olduğu yerel komünler toplamından başka bir şey değildir.

Burada halklar her ne kadar kendilerine tavizler verilmek durumunda kalınan bir taraf olarak görünüyorlarsa da, gerçekte rolleri tali ve pasiftir. Demokratik uygarlığın oluşumunda etkin ve belirleyici olan sistemin kendi güçleri, yani dünyanın bugünkü efendileridir. Ve onlar bunu, bu evrimci demokratik misyonu yerine getirmeyi, geride kalan ikiyüzyılın özeleştirel değerlendirmesine borçludurlar. Kongra Gel programının girişinde yeralan şu sözlere, bu gerçeğin ışığında şimdi yeniden bakılmalıdır: “Klasik ve yeni sömürgecilik biçimleri ile bunalımını aşamayacağını gören emperyalizm, (...) egemenliğini demokratik normlara büründürerek, kapitalizmi reformasyon yoluyla demokratik uygarlığa doğru evrime yöneltmektedir...”

“BOP”: Ortadoğu'nun büyük dönüşüm projesi!

İşte “Büyük Ortadoğu Projesi” de bu aynı demokratik evrimci yönelimin Ortadoğu'ya uyarlanmış biçiminden başka bir şey değildir. Nitekim aynı programda bu genel tespiti hemen ardından ABD'nin Ortadoğu'ya müdahalesini bu çerçevede açıklayan ve anlamlandıran cümleler izlemektedir. Abdullah Öcalan'ın “Özgür İnsan Savunması”ndan alınma bu görüş, onun yeni kitabında bu kez “Büyük Ortadoğu Projesi”yle bağlantılı olarak, çok daha somut bir çerçevede ele alınıp irdeleniyor:

“Güncelleşen deyimle Büyük Ortadoğu Projesi; emperyalizmin yakın dönem analizlerini yapan, güncel sorunları çözmeye çalışan bir içerikle 1990 sonrasını esas almaktadır. Fransa ve İngiltere'nin I. Dünya Savaşı sonrası inşa ettikleri düzeni yetersiz ve hatalı bulmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası kendi uygulamalarını da istikrar ve güvenlik adına despotizmi güçlendirdiği için özeleştirisel bir tavırla hatalı bulmaktadır. Bölge halkının aşırı fakirleşmesini sistem için zararlı ve tehlikeli bulmaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişme, bireysel özgürlükler, demokratikleşme ve güvenlik iç içe geliştirilmek istenmektedir. Bu modelle hem kronikleşmiş Arap-Filistin, Kürt-Arap, Türk-İran sorunlarını, hem de despotizmin boğduğu toplumsal dokuyu çözmek, böylelikle yeni patlamaları önlemek istemektedir. Bir nevi bölgeye uyarlanmış yeni bir Avrupa ve Japonya Marshall Planı söz konusudur. Eğer bölge sistem için çok önemliyse -ki, öyledir- ve kaos benzeri bir süreçten geçiyorsa, bu amaçlara dayalı bir proje fikri gerekli ve gerçekçidir. Hatta bunda geç kalınmıştır...” (s. 184-85)

Abdullah Öcalan elbette “Ortadoğu'nun yıkılmış bir Japonya ve Avrupa'dan çok farklı konum”da olduğunun farkındadır. Fakat burada sorun bu farkta değil, proje sahiplerinin amaçlarında ve projenin somut hedeflerindedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasıyla hep kurulmaya çalışılan paralelliğin anlamı da buradadır. Avrupa ve Japonya demokrasi, ekonomik kalkınma ve sosyal refahla ayağa kaldırılmıştı, şimdi bu açıdan sıra Ortadoğu'dadır -kurulan paralelliklerle verilmek istenen mesaj tamı tamına budur. ABD emperyalizmi “özeleştirisel bir tavırla” ve bu özeleştiriden çıkardığı köklü sonuçlar temelinde, “ekonomik gelişme, bireysel özgürlükler, demokratikleşme ve güvenlik” sorunlarını “iç içe” bir paket proje olarak ele almakta, böylece bölgede despotizme son vermeyi ve bu arada tüm ulusal, etnik ve dinsel-mezhepsel sorunları çözmeyi hedeflemektedir. ABD'nin halisane duygularla bölge için “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında düşündüğü bu çözümler eğer bölgedeki statükoyu ve özellikle de “despotizmi” aşmayı başarır da uygulanırsa, bu, Ortadoğu'nun son ikiyüz yıllık tarihi içindeki en büyük uygarlaştırıcı dönüşüm anlamına gelecektir ve yaratacağı dönüşüm etkisi ancak çağdaş insanlığın gördüğü en büyük devrimlerle kıyaslanabilecektir. Ne mutlu ki ABD liderliğindeki sistem bu büyük “devrimsel” tarihi dönüşüme Afganistan ve Irak'tan başlamış da bulunmaktadır:

“Batı kapitalist sistemin çözmek zorunda kalacağı uzun, orta ve kısa vadeli sorunları tahmini bir sıralamaya tabi tutarsak, kısa vadede Afganistan ve Irak vardır. Demokratik federasyon idea edilmektedir. Bölgenin yeni model ülkeleri olarak düşünülmektedir. Hazırlanan anayasal taslaklar kağıt üstünde demokratik federal sistem önermektedir. İdealli ve yenilik içeren bir yaklaşım olduğu açıktır. Uygulamanın nasıl seyir izleyeceği merakla beklenmektedir. Çok sayıda etnik, dini grup barındıran kültürlerin demokratik federalizmle tanışması büyük bir uygarlık dönüşümüdür. Bir nevi Ortadoğu'nun Fransız ve Rus Devrimleri etkisini yaratacaktır. Eski despotik rejimlerin restorasyonu çok düşük bir ihtimaldir...” (s.186)

Yani aslında ABD fazlasıyla iyi niyetli, geniş görüşlü ve halkların lehine radikal dönüşümler yanlısıdır. Ne var ki bölgede buna yanıt verebilecek bir sosyal-kültürel ve siyasal doku yazık ki henüz yoktur ve buradan bakıldığında ABD'nin işi gerçekten zordur. Fakat yineliyoruz, bu onun değil fakat despotik devlet geleneğinin 800 yıllık birikimiyle bizzat Ortadoğu'nun kendi yapısal kusurudur.

“Gerçek” olan “haklıdır” da!

Bütün bu değerlendirmeler insana “ABD daha ne yapsın ki!” dedirtiyor doğal olarak. Nitekim bu değerlendirmelerin sahibi olarak Abdullah Öcalan'ın kendisi de bu görüştedir ve bu çerçevede o “Büyük Ortadoğu Projesi”ni yürekten desteklemektedir. Desteklemekle kalmamakta, bir dizi açıklama ve uyarısıyla ABD'ye bir tür danışmanlık da yapmaya çalışmaktadır. Ona göre ABD'nin bölgeye müdahalesi, Afganistan'a ve Irak'a yönelik savaşları, yerinde ve gerçekçidir. Buna gösterilen tepkiler anlamsızdır, daha çok da duygusal ve ahlakidir; bunlar hukuksal bakımdan belki bir anlam taşırlar, ama siyasal açıdan bakıldığında, ABD, sistemin mantığı içinde ve sistemin lideri olarak, gerekeni yapmaktadır ve yapmak zorundadır. Bu elbette onun “haklı olduğunu söylemek değildir”, ama ABD'den yaptıklarını yapmamasını istemek de doğru ve gerçekçi değildir. ABD'nin yaptıklarını “ahlaki ve hukuki bulmamak gerçekçi olmasını engellemez” (s.183-184).

Buradaki “gerçekçiliğin” giderek ABD destekçiliğine çıktığını görmek için dönüp yukarıya aktardığımız parçalara yeniden bakmak yeterlidir. Abdullah Öcalan'ın yeni felsefesine göre, “gerçek” olan aslında “haklı”dır da, bu nedenle hoşumuza gitsin ya da gitmesin, sonuçta kabul edilmek (ve giderek de desteklenmek!) zorundadır. Bu objektivist mantığın nasıl işlediğini ve nereye çıktığını somut bir sorun üzerinden daha yakından da görebiliriz. 183-184. sayfalardan yaptığımız özetlemenin devamı, 184. sayfada “ulus devlet” sorunu üzerinden şöyle gelmektedir:

“ Yine ulus devlet çağının geçtiğini söylemek, küresel emperyalizmi onaylamak değildir. Daha çok küresel ekonomi, askeri ve siyasi gerçekliğin bu modeli verimli görmediği, bir ayak bağı olarak değerlendirdiğidir. Ulus devlet, milliyetçi söylemin aksine, tam bağımsızlığın gerçekleştiği devlet değildir. Kaldı ki, hiçbir olgular dünyasında tam bağımsızlık diye bir kavram yoktur. Bağlılık içinde olmak evrensel bir kategoridir. Karşılıklı bağımlılık içinde olmayan hiçbir nesne ve özne yoktur. Ulus devlet bağımsızlığını fetişleştirmek bir küçük burjuva ütopyasıdır. Ne devletlerin, ne ulusların bağımsızlığı gerçekleşmiş bir olgudur. Her birisinin diğerine değişik özellikler altında bağımlılığı vardır. ABD'nin dayattığı imparatorluk eğilimi en esnek bağımlılık türüdür. Katı sömürgecilik, etnik temizlik, dinsel bağnazlık gibi demode yöntemleri esas almamaktadır. Yeni sömürgecilikten bile daha postmodern bağımlılık biçimlerini denemektedir. Kaldı ki, çok sayıda ulus devlet, yönetim yapıları gereği, ABD'ye bağımlılığı bir ödül gibi kavramaktadır. Ulus devlet ortadan kaldırılmıyor. Ama serserice hareketlerine de eskisi kadar müsaade edilmiyor. Yeni küreselleşme döneminde ulus devletlerin yeniden mevzilenmesi kaçınılmazdır...” (s.184)

Bu uzun pasajı bütünlüğü içinde aktarırken amacımız ele alınan özel sorunu tartışmak değil, fakat yalnızca, o ünlü “objektivist” mantığın nasıl da devamında, “gerçek” olan aynı zamada “haklıdır” da, dolayısıyla desteklenmelidir sonucuna çıktığını örneklemektir. İlk cümle bir onayın sözkonusu olmadığını belirtmektedir; fakat hemen devamında söylenen ve giderek kontrolden çıkan her şey, aslında doğru ve gerekli olanın tam da bir onay olduğuna varmaktadır. Düşününüz ki bunun için felsefeden ve tarihten girilmekte, strateji, taktik ve ahlaktan çıkılmaktadır. Sonuç, bu evrensel bağımlılık dünyasında ABD emperyalizmine bağımlılıktan daha iyisi mi olura çıkmaktadır. Önceki bölümlerde Abdullah Öcalan'ın o ölçüsüz AB övgülerini, AB'ye yapılan akıl almaz yakıştırmaları aktarırken, bu kadarına işi AB emperyalizmini yaldızlamak olanlar bile cesaret edemezlerdi demek durumunda kalmıştık. Şimdi burada, Abdullah Öcalan'ın “ulus-devlet çağı”nın neden geçtiği ve dolayısıyla ABD'ye bağımlılığın neden gerekli ve zorunlu, amaca ve çıkara en uygun olduğuna ilişkin satırlarını okurken, görevi Amerikan emperyalizmini savunmak ve onu halklara şirin göstermek olanlar bile bu kadarına cesaret edemezlerdi demek durumundayız. Düşünün ki diyalektiğin karşılıklı bağımlılık kategorisi bile burada, emperyalizme bağımlılığa felsefi bir dayanak sağlamak üzere kullanılabiliyor. (“Yeni sistem”in felsefesinde bu türden bayağılaştırmaların haddi hesabı yok; buna önceki bölümlerde bazı örnekler vermiştik, burada yeni bir örneğini görmüş bulunuyoruz ve daha da bir dizi yeni örneğini görmek olanağımız olacak.)

“5000 bin yıllık sınıflı-devletli toplum”un aşılması üzerine o pek iri sözlerin bir ciddiyeti olmadığı çoktan anlaşılmış olmalıdır; Abdullah Öcalan için biricik olanaklı dünya, halihazırda yaşadığımız dünyadır, yani kapitalist-emperyalist dünya düzenidir. Bu nedenledir ki onun nazarında, üretici güçlerin bugünkü gelişme düzeyiyle bağdaşmayan (ki bu daha geçen yüzyılın başında, emperyalizm çağıyla birlikte, bir gerçek haline gelmişti) ulus-devlet olgusunu aşmanın biricik olanaklı yolu, emperyalist küreselleşmenin onaylanması ve desteklenmesidir. Sınıflar arası ilişkiler alanında olduğu kadar uluslararası ilişkiler alanında da doğası gereği eşitsizliğe, sömürüye, zora, hükmetmeye ve dolayısıyla köleliğe dayalı olan kapitalist-emperyalist ilişkileri köklü bir toplumsal devrimle aşmak, halkların özgürlüğe, eşitliğe ve gönüllüğe dayalı sosyalist enternasyonal birliğini kurmak ideal ve hedefi, devrim döneği herkese olduğu kadar Abdullah Öcalan'a da artık tümüyle yabancıdır. Emperyalist küreselleşmeye verilen o hararetli desteğin gerisinde bu basit ve yalın gerçek yatmaktadır.

ABD'ye/BOP'a gönüllü “proje danışmanlığı”

Abdullah Öcalan'ın ABD'nin bölgeye emperyalist müdahalesini ve “Büyük Ortadoğu Projesi”ni desteklemekle kalmadığını, bir dizi açıklama ve uyarıyla adeta ABD'ye “proje danışmanlığı” yapmaya da soyunduğunu söylemiştik. Ona göre en önemli sorun, Ortadoğu'nun “küresel ekonomiyle” (bunu dünya kapitalizmiyle diye okuyacaksınız) son ikiyüz yıldır bir türlü bütünleşememesidir. Bunun önündeki en büyük engel ise Ortadoğu'daki yerleşik despotik devlet geleneğidir. ABD, “Büyük Ortadoğu Projesi” çerçevesinde bu engelin üzerine gitmekle kavranması gereken halkayı doğru yerden kavramış bulunmaktadır. Fakat bu sorunu kapsamı ve derinliği içinde tam olarak kavradığı da tartışmalıdır. Zira sözkonusu olan “1250'lerden beri tutuculaşan bir despotik sistem”dir ve başarılı olmak için bu sistemi üreten köklere kadar inmek gerekir. Bunun için, “Afganistan ve Irak benzeri savaşlar yetmez. İktidar blokları bölgede kırılmadan, atılacak her adım daha ağır başarısızlık demektir. Bir despotik devlete dayanıp diğerini çözme taktikleri verimli olmaktan uzaktır. Ortadoğu kültürü bu durumlarda despotizm üretmekte yeteneklidir.” Aslında ABD buna yeteneklidir de, fakat “tümünü yıkmayı hedeflese” bu kez karşısına “halk yığınlarının kontrolü sorunu çıkar.” Nitekim “Irak çıkmazı” bu açıdan “olup bitenler kadar olup bitecekleri izah edebilecek derslerle doludur.” (s.185)

O halde ne yapmalı? Yapılması gereken şudur: “Dolayısıyla BM ve NATO'nun devreye girmesi zorunluluk arz etmektedir. Fakat bu giriş Afganistan veya Somali'deki gibi yüzeysel olamaz. Kalıcı ve kapsamlı olması koşullar gereğidir. Ortadoğu'yu çözümlemek daha yeni yeni önemini ortaya koymaktadır. Sovyet sisteminden katbekat zorluklar içeren çözülme sorunlarıyla karşılaşılacaktır. Sekiz yüz yıldır sürekli tutuculaşan zihniyet ve iktidar kalıplarını kırmanın getireceği sonuçlar dünyanın hiçbir bölgesine benzemez. Serbest kalacak birey, kabile ve cemaat sosyalitesi adeta serseri mayın gibi ortalıkta sürüklenip duracaktır. Hangi zihniyet ve ekonomik devrimle bu küçük despotik bloklar parçalanıp, yerine yeni zihniyet ve ekonomik yapılar inşa edecektir? ...” (s.186)

Bu kuşkusuz yanıtı kolay bir soru değildir. Verilen, daha doğrusu verilemeyen yanıttan anlıyoruz ki, sonuçları ancak “Fransız ve Rus Devrimleri”yle kıyaslanabilir bu denli zor bir devrimci misyonun başarılmasında “Tanrı ABD'ye yardımcı olsun!” demekten başka yapacak bir şey yok. Ne var ki ABD için bir geri çekiliş şansı da yok. Ne edip edip başarılı olmak zorunda. Çünkü “ABD önderliğindeki koalisyonun başarısızlığı”, “daha stratejik sorunlar doğuracaktır. ABD için küresel çapta bir darbe olacak, imparatorluğunun gerileme süreci hızlanacaktır. Ortadoğu'da kaybeden ABD, tüm Asya, Avrupa ve Afrika'da da kaybetme sürecine girecektir. Güney Amerika, Meksika ve Kanada'yı bile eskisi gibi tutamayacak, ikinci bir Rusya konumuna düşecektir. Mevcut güç dengesinde ABD'nin bu konuma düşmeyi kabul etmesi iktidar gerçekliğine aykırıdır. Dolayısıyla stratejik bir duruş kaçınılmazdır. Ne kadar masraflı olsa ve dünya çapında itirazlarla da karşılansa, kalmak ve bazı çözümleyici sonuçlar almak zorundadır.” (s.186)

Bu sözlerin devamını daha yukarıda aktarmış bulunuyoruz. Uygulanmasına Afganistan ve Irak üzerinden başlanmış bulunan ve “model” olarak alınmış bu ülkelerde gerçekten başarılı olması durumunda etkileri ancak “Fransız ve Rus Devrimleri”yle kıyaslanabilir çapta olacak olan büyük dönüşüm projesine ilişkin pasaj, biraz önce aktardığımız pasajı izliyordu. Bunu ise bölgede kısa, orta ve uzun vadede yapılabilir olan işlere ilişkin açıklamaların ardından, şu tavsiyeler izliyor:

“Her üç vade içinde yüklü miktarda askeri ve ekonomik güç gereklidir. Ortadoğu Projesi'nin yürütülebilmesi askeri ve ekonomik operasyonları sürekli gerekli kılacaktır. Bununla birlikte sözü çok edilen kadın özgürlüğü ve liberal bireyler yetiştirilmesi vazgeçilmez öneme sahiptir. Kadın uyanmadan ve asgari özgürleşmeyi yaşamadan, diğer tüm çabalar sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bireysel özgürleşme kadın erkek ayrımı yapmadan genelde sağlanmadan, başta kadın olmak üzere toplumsal tüm kesimlerin özgürleşmesi sağlanamaz.” (s.187)

Bütün bunların “Büyük Ortadoğu Projesi”nin yürütücülerine yönelik uyarılar, öneriler ve tavsiyeler olarak ortaya konulduğunu yinelemek gerekmez sanırız. Buraya kadar söylenenlere bir de ekolojiye ilişkin sorunlar eklenmiş olsaydı, Ortadoğu genelinde “demokratik-ekolojik toplum” projesinin bir gerçeğe dönüşmesi için geriye çözülmesi gereken başkaca da bir sorun kalmayacaktı herhalde.

Fakat yazık ki henüz Ortadoğu'ya ilişkin olarak ortaya konulan düşüncelerin finaline ulaşmış değiliz. Bunun için konuyu bir bölüm daha sürdürmek zorundayız.

(Devam edecek...)