03 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/25

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzen içi çatışmanın son perdesi ve
devrimci müdahalenin artan önemi
  12 Eylül’ün hesap defterini Kenan Evren’in yargılanması da, intiharı da kapatamaz!
  CHP’nin “12 Eylülcüler yargılansın” manevrası ve gerçekler
Batan da, kriz içinde debelenen de
asalak sermaye düzenidir!
2 Temmuz etkinlikleri...
Basın-İş İstanbul Şube Yönetimi’ni gerçekleri açıklamaya davet ediyoruz...
  Kent AŞ direnişi sürüyor…
  Entes direniş güncesi...
İşçi ve emekçi hareketinden...
  Esnek istihdamı ve “kiralık işçi” uygulamasını yasal hale getiren, işçinin işgüvencesini gaspeden özel istihdam büroları yasası kabul edildi…
  DESA deneyimi üzerine
  Esenyurt Tekstil İşçileri Kurultayı sonrası çalışmamızda yeni bir dönem başlamıştır!
  Emekçi kadın mücadelesi
ve sendikalar
  Honduras’ta amerikancı faşist askeri darbe!
  Molla rejimi halk hareketini devlet terörüyle sindirmeye çalışıyor!
  Uluslararası Kızılhaç raporu:
  “İşçi sınıfı ya devrimcidir,
ya da hiçbir şey!”
  Kapitalizmin krizi yıkım üretiyor, sermaye cephesi daha fazla fedakarlık istiyor…
  Ulusal Sorun-Kürt Sorunu Sempozyumu
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Düzen içi çatışmanın son perdesi ve devrimci müdahalenin artan önemi

“AKP ve Gülen hareketini bitirme planı” başlıklı belgenin ortaya atılmasının ardından, düzen cephesinde bir süredir yaratılmış bulunan “uyum” havası da sona erdi. Bir süredir aralarındaki karşıtlıklar soluklaşmaya başlayan çatışan güçler, tüm gövdeleriyle yeniden açığa çıktılar. Böylelikle düzen içi çatışma ve rekabetin geçici ve aşılmış bir süreç olmadığı, tüm taraflarıyla birlikte varlığını koruduğu bir kez daha görülmüş oldu. Geçici soluklanmalar ve ortak çıkarlar ile ortak efendilerin zoruyla yan yana gelişlerin bu gerçeği değiştirmediği, mücadele halindeki gerici odakların sürekli olarak birbirini gözettiği ve teyakkuz halinde olduğu ortaya çıktı.

 “AKP’yi ve Gülen hareketini bitirme belgesi”nin deşifre edilmesinin akabinde karşı taraf “darbe tezgahlamak” iddiasıyla orduyu hedef aldı. Son derece yoğun ve sistematik bu kampanya karşısında ordu, daha çok savunmada kalarak saldırıyı savuşturmaya çalıştı. Bu kapsamda Başbuğ ile Erdoğan bir araya gelerek bir orta yol bulmaya da çalıştılar. Bu görüşmenin ardından sular durulmuş gibiydi. Göründüğü kararıyla yeni bir “mutabakat”a varılmıştı. Ancak çok geçmeden ortada bir “mutabakat”tan ziyade taahhütlerin olduğu görüldü.

“Belge”nin emir-komuta zinciri içinde hazırlandığını kabul etmeyen ordu, “belge”nin ordu içerisinde hazırlandığı açığa çıkarıldığı durumda sorumluların kesin olarak cezalandırılacağı taahhüdünü vermekteydi. Bununla birlikte “belge”nin sahte çıkması durumunda ise bunun kendisine yönelik tezgahlanmış bir yıpratma kampanyası olduğu gerekçesiyle hesabını soracağı tehdidini savurmaktan da geri kalmıyordu. Böylelikle Genelkurmay’ın en kötü ihtimalle kendi içerisinde bazı kurbanlar vererek saldırılar karşısında manevra yapacağı görülmekteydi. Fakat bu durumda da, generaller ordu içerisinde büyük bir itibar kaybı yaşardı. Bu haliyle de “belge”yi tümden reddetmek ve sahteliği konusunda ısrar etmek seçeneği daha ağır basıyordu.

Bunun için generaller, askeri mahkemenin kadük hukukuyla belgenin sahteliğini ilan etme yolunu seçti ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ belgeyi bir “kağıt parçası” olarak tanımlayarak kendilerine yönelik asimetrik bir psikolojik harekat yürütüldüğü suçlamasında bulundu. Ancak, Genelkurmay’ın bu hamlesine yanıt gecikmedi. Tayyip Erdoğan kendilerine yönelik bir darbe girişiminin varlığı konusunda ısrar etti ve ardından da jet hızıyla geçirilen bir yasa değişikliğiyle askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önü açıldı. Bu tutum, Genelkurmay’ın blöfüne karşı rest çekmek anlamı taşıyordu. Nitekim yasa değişikliğiyle birlikte “belge”de imzası bulunan albay gözaltına alınarak tutuklandı. Bu, çatışan güçler arasında artık silahların çekildiği bir noktayı gösteriyordu. Ancak hamle üstünlüğü AKP tarafındaydı, dahası ordu karşısında artık güç dengesinin kendi lehine değiştiği yönünde bir güç gösterisi de yapmış oluyordu.

Bu aşamadan sonra ise ordu karşı bir hamle yapmak yerine sorunu masa başında çözmeyi seçti. Konu peşpeşe yapılan zirvelerde masaya yatırıldı ve yapılan son MGK toplantısının sonuç bildirgesinde Genelkurmay’ın yıpranan imajına cila olacak türden bazı ifadelerle çatışmanın harareti bir parça düşürüldü. Ardından da tutuklanmış bulunan albay serbest bırakılarak silahlar indirilmiş oldu. Düzen içi çatışmanın bir perdesi daha böylelikle kapanmış görünüyor.

Fakat, son yaşananlar bu çatışmada güçler arasındaki dengelerin değişmekte olduğunu ortaya koydu. Her ne kadar, efendilerin ortak çıkarları (ki Genelkurmay Başkanı “belge”yi “kağıt parçası” olarak nitelediği çıkışında bölgesel gündemlerden bahsederek bu olguya işaret etmişti) çatışmayı bir noktada sınırlamaktaysa da, bu kuşkusuz düzen güçleri arasındaki güç ve nüfuz mücadelesinde ortaya çıkan yeni dengeleri göstermektedir. Bu aşamada Tayyip Erdoğan’ın “polis rejimin güvencesidir” biçimindeki sözleri de dikkat çekicidir. Ordunun militarist gücüne karşılık, dinci cephenin polise yaslandığı bir sır değil. Yaşanan çatışmayı gerçek bir iktidar mücadelesi olduğunu gösteren bu olgunun altının Erdoğan tarafından çizilmiş olması ise, dinci cephenin ulaştığı güce ve özgüvene ışık tutmaktadır.

Diğer taraftan son yaşananlar, AKP ve yandaşları cephesinden darbeciliğe karşı verilmiş kahramanca bir demokrasi mücadelesi olarak yansıtılsa da, çatışmanın seyri içerisinde karşılıklı olarak yapılan manevralar bunu yalanlamaktadır. Öyle ki AKP ve yandaşlarının mücadelesinin genel olarak darbeciliğe, darbeciliğin kendisine yönelik olan biçimine karşı olduğunu ortaya koymuştur. CHP de zaten “madem darbeciliğe karşısınız o zaman 12 Eylül’ün darbecilerini yargılayın” biçiminde bir manevra yaparak bu gerçeğe işaret etti. Ancak, CHP’nin bu yaptığının bir manevradan ibaret olduğu açık olduğu ölçüde AKP de CHP’nin davetini kabul etti. Bu aşamadan sonra ise dikkat çekici biçimde birbirini tamamlayan iki eğilim ortaya çıktı. Eğilimlerden birincisi, 12 Eylül darbesini ve Evren’i açıktan sahiplenmek ve savunmak biçiminde oldu. Diğeri ise, bizzat Tayyip’in ağzından ifade edildiği biçimiyle “konuyu sulandırmak” olarak değerlendirildi. Tüm bunlar, yaşananları darbecilikle demokrasiyi savunanlar arasındaki bir mücadele olarak sunmaya hala da hevesli olanlar payına yeterli bir yanıt oldu.

Tüm bunlar siyasal alanda bağımsız devrimci bir odaklaşmanın ve buna bağlı olarak yapılması gereken pratik-politik hazırlığın ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Özellikle İran örneği bu bakımdan son derece açıklayıcı ve aydınlatıcıdır. İran’da uzun süredir bir iç iktidar mücadelesi yürüten “reformcu” ve “muhafazakar” olarak tanımlanan burjuva klikler arasında patlak veren çatışma, işçi sınıfı ve emekçi halkın inisiyatifiyle düzenin ve rejimin kendisine yönelme tehlikesini doğurduğunda bu burjuva kliklerin bir bütün olarak nasıl korktukları açığa çıkmıştı. Egemen güçler, bu deneyimden bir kez daha iç mücadelelerinde kitlelerin enerjisine başvurmanın ve onları sokağa taşımanın ateşle oynamak anlamına geldiğini görüyorlar. Zaten burjuvazinin bilinci bu konuda yeterince açıktır. Dahası, ordunun AKP ve yandaşları karşısında savunmada kalıyor olmasının nedenlerinden biri de, onun sahip olduğu kitle desteğidir. Diğer taraftan Cumhuriyet mitingleri gibi bazı denemelerin dahi nasıl bu türden korkularla düzenlendiği biliniyor.

Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, devrimci politika ve örgütlenmeyle birleşemediği ölçüde emekçi kitlelerin kurulu düzenin siyasal mecralarının sınırlarını zorlayan kendiliğinden öfke patlamaları düzeni aşmaya yetmez. Anlık patlamalar, hedefini bulamadan ortadan kaybolur gider. Elbette bu kadarı da kitlelerin ileri ve öncü unsurları açısından uyarıcı olur ve yeni arayışları gündeme getirir. Ancak sonuçta bir dalga kaçırılmış, önemli imkanlar da heba edilmiş olur. Bunun için bugün düzen içi çatışmanın kendi mecrasından devam ettiği koşullarda, devrimci güçler payına yapılması gereken, bu çatışmanın ayrıntılarına ve rüzgarına kapılmadan, ancak bu çatışmanın ortaya çıkardığı düzen gerçeğini de etkili biçimde teşhir etmeyi ihmal etmeden işçi sınıfı ve emekçileri kazanacak bir politik-pratik seferberlik içerisinde olmaktır.

Ayrıca, bunu yapabilmenin imkanları da alabildiğine birikmiştir. Özellikle krizin faturasını ödeyen işçi ve emekçilerin artan hoşnutsuzlukları --­ile birlikte düzenin yeni faturalar çıkarmaktan başka bir seçeneğinin olmaması düşünüldüğünde, bu imkanların daha da artacağı, sınıflar arası gerilimlerin giderek toplumun baştan aşağı sarsacağı günlerin yaklaşmakta olduğu görülmektedir. Bugün yapılması gereken tüm bunların da bilinciyle devrimci görev ve sorumluluklara daha sıkı sarılmak ve daha enerjik bir örgütlenme çabası içerisine girebilmektir. Böyle yapıldığında düzen içi çatışma, devrimci sınıf mücadelesini büyütmenin ve düzeni alt etmenin bir olanağı haline getirilebilir.