16 Kasım 2012
Sayı: SİKB 2012/12 (45)

 Kızıl Bayrak'tan
Büyük metal hareketliliği ve Renault deneyimi
Açlık grevindeki tutsaklar ölüm sınırında!
Açlık greviyle eylemli dayanışma büyüyor
HDK 2. Genel Kurulu üzerine
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu
Kandil çok soğuktu!
DHF’den açıklama
Kiğılı davasında ilk duruşma
Türk Metal’e Renault’da büyük öfke
Oyak-Renault’da
yaşananların gösterdiği
Metal işçisinin MESS-Türk Metal ittifakını yıkmaktan başka çaresi yoktur!
Ankara’da 25. yıl coşkusu
Geceye gelen mesajlardan
Katledilişinin 3. yıldönümünde komünist işçi Alaattin Karadağ’ın devrimci anısına
İzmir İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Gecesi üzerine
"TOHUM" şöleni gerçekleşti
Suriye’ye yönelik gerici ablukaya karşı anti-emperyalist
mücadeleyi yükseltelim!
Avrupa’da şalterler indi hayat durdu
Avrupa’da açlık grevi ile dayanışma eylemleri
YÖK düzeni yeni taslağı piyasaya sürdü
Gençlik faşist baskılara boyun eğmeyecek!
50’li yıllar İstanbul’unda
“gurbet kuşları”
Taksim yalanı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu...

Geçmişle hesaplaşma oyunu!

H. Eylül

 

Meclis bünyesinde kurulan Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu geçtiğimiz günlerde Çiller, Demirel, Raci Tetik, Mehmet Ağar, Yaşar Büyükanıt ve Hilmi Özkök gibi sermaye düzeninin kirli icraatları ile bilinen insanlarıyla konuştu. Bu haliyle komisyon, sicilleri kirli bu piyonları aklama platformu olarak çalışıyor. BDP milletvekillerini dışarda tutarsak, komisyonda bulunan milletvekilleri sözde ifadeye çağırdıkları isimleri “incitmemeye” hayli özen gösteriyorlar.

Komisyon bugüne kadar 300 küsur saat çalıştı, 130’un üzerinde kişiyi dinledi, 4 bini aşkın sayfa tutanak tutuldu. Bu yoğun mesai süresince, karşılıklı sohbetlerle geçmiş yadedildi, yakınanlar, şikayetçi ve mağdur olanlar, mağrur olanlar hep birlikte “darbe ve muhtıralı” yılları tozlu raflardan devletin derinliğine kaldırdılar. Sözde geçmişle hesaplaşanlar, o kanlı geçmişin insanlık suçlarıyla değil, kendilerini ilgilendiren kısımlarını cımbızlayarak “darbecilere” veryansın ettiler.

Bu çok perdelik oyun sürerken, hiç eksilmeyen “ulusa seslenişler” devam etti, bu kez apoletsizler tarafından. “İdam da idam”,  “Asmayalım da besleyelim mi” diyen bu sefer Evren değildi. Lakin ne çok benzerlikler taşıyordu devlet adına konuşanların söyledikleri.

İsrail’den alınan ve kaybolan silahları soran komisyona; “mücadele için bu gerekiyordu, silahların kaydı yok, bunların kaydı olmaz” ve işkenceler için “uygulanması gereken sert sorgu yöntemleri” diyen katil Ağar, ne elindeki kanı gizleme gereği duyuyordu, ne de komisyonun o değerli üyeleri Ağar’ın elindeki bu kanı önemli buluyorlardı. Kurulan komisyon esasında bir aklama, gerçekleri karartma işlevi görmekteydi. Bugün değişen güç dengelerinde avantajlı duruma düşenlerin, rant düellosunda rakiplerini, sahip oldukları sömürü çarkını sıkıntıya sokmadan bertaraf edebilmek dışında bir amaçları yoktu. Esasında Ağar’ı hapishanedeki makam odasında ziyaret edenler ile aynı zamanda Ağar’ın elindeki kanı silmeye çalışmaların anlaşılır olmayan bir durumu yok. Zira o kan ve daha niceleri, aynı zamanda onların bugün kavgasını verdikleri saltanatı ayakta tutan ortak kirli geçmişleridir.

“Kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek” isteyen düzen aktörleri değişebilir. Sorgu yöntemleri kimi zaman sertleşip, kimi zaman yumuşayabilir. Ancak dağıtılan adalet hiçbir zaman adil olmaz. Burjuva hukuk, teknolojininde yardımıyla “sert” komplo yöntemleriyle işlevini yürütmeye devam eder. Zindanlar hiç boş kalmaz. Mantık ve uygulama değişmez. Maraş Madımak olur, Roboski olur. 17 yaşındaki Erdal Eren, 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur Kaymaz olur. 8 yaşındaki Enes’ler, 9 yaşındaki Abdullah Duran’lar, Ceylanlar, Aydınlar, İbrahim Oruçlar, Alaattin Karadağ’lar, daha niceleri TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonunun ilgi alanına girmez. Katillerini yargı önüne çıkarmayanlar, faili meçhullerini aydınlatmayanlar, hakikatleri açığa çıkarabilir, darbelerle hiç yüzleşebilirler mi?

Bu sömürü düzeninde tüm insanlık suçları, provokasyonlar, katliamlar, işkenceler, darbeler, infazlar, faali meçhuller, kaçırılıp katledilen devrimcilerin, demokratların, Kürtler’in gömüldüğü “şeytan üçgenleri”, asit kuyularında erimeye bırakılanlar TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun o binlerce sayfa eden tutanakları içinde bir kez daha kaybedilmeye çalışılır.

Köklerini Osmanlı’dan almakla övünenlerin en iyi devraldıkları ise, taht kavgalarında birbirlerini boğazlayanların kanlı hırslarıdır. Yeri geldiğinde birbirlerine acımasızlıkları bundandır. Ancak asıl acıları çekenler, bir avuç asalak gittikçe zenginleşirken yoksulluğun en derin kuyusuna, geleceksizliğe itilen onmilyonlardır. Tebaa kandırılmalıdır ki, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan bu kapitalist devlet yaşayabilsin.

28 Şubat ile namlanan meşhur Batı Çalışma Grubu’nu, bazı kirli organizasyonlarını hatırda tutanların, mesela 12 Eylül’de işkenceleriyle kendine yer açan Ankara’nın DAL’ını (Derin Araştırmalar Laboratuvarı) sessizlikle geçiştirmesi rastlantı olabilir mi?

Kapitalist sistemin yarattığı toplumsal eşitsizlikler gittikçe derinleşirken, hak ve özgürlüklere yönelik yeni saldırılar gündeme gelirken, toplantı ve yürüyüş hakkı gibi en temel haklar saldırıya uğrarken, milyonlarca emekçinin kazanılmış hakkı olan kıdem hakkına göz koyulmuşken, sendika hakkı işçi ve emekçiler için kullanılamaz bir duruma getirilirken, Kürt ulusunun en temel istemleri yok sayılırken, “ana dil hakkını” tartışıyoruz derken bile Kürtçe’yi mahkeme kayıtlarına “bilinmeyen bir dil olarak” geçirirken, devlet erkanı tarafından kurulan ve kurulacak olan komisyonlar, hazırlanan onbinlerce sayfalık tutanaklar, ancak buz kütlesinin suyun üstündeki görünen kısmı olabilir.

Taht kavgasında canları yananlar intikamlarını aynı kaderi paylaştıkları kendileri gibi kapitalist sınıf kardeşlerinden almazlar. Sahip oldukları sermaye birikimleri, idare mekanizmasındaki güçleri ve arkalarına aldıkları emperyalist güç odaklarının desteği ile rakiplerini safdışı etmeye çalışırken bile, asla ayaklarının altındaki tuğlaya dokunmazlar. Bilirler ki, bina çökerse enkazın altında kendileri de kalırlar. Bundan kaynaklı her zaman “sarsılan devlet otoritesini yeniden tesis ederken” kavga, satranç tahtasında olduğu gibi sürer. Sömürü düzeninin şahları saltanat makamlarından, iç çekişmelerini de, sömürü ve yıkım düzenini de idare eder, seçtikleri memurlarına tam yetki verirler.

Ta ki işçi sınıfı ve emekçiler tarafından tahtları bir yana, taçları bir yana savruluncaya kadar. İşçiler ve emekçiler güçlerinin farkına vardıklarında, kendi sınıf çıkarları için harekete geçtiklerinde, bağımsız siyasal bir sınıf hareketine dönüşerek, işçi sınıfının biricik temsilcisi olan komünist işçi partisi etrafında birleştiklerinde, sömürücü sınıflar için mutlak son yaklaşmış olacaktır. Her türden sömürünün ortadan kaldırıldığı sosyalist işçi-emekçi cumhuriyeti kurulduğunda, ancak o zaman yaşanmış tüm hakikatler açığa çıkartılacak, işçi sınıfı kendi komisyonlarının başına geçerek, tarihin tüm karanlık noktalarını aydınlatacak, asıl hesaplaşmanın olacağı mahkemeleri işletecektir. İşte o vakit dünyayı yaratan eller, işlenmiş bütün insanlık suçları için kendi kalemlerini kıracaklardır. Adalet yerini gerçekten bulmuş olacaktır.

 

 

 

 

Anadil düzenlemeleri fos çıktı!

 

Bülent Arınç’ın açlık grevlerinin taleplerinden biri olan anadilde savunma hakkı için yaptığı açıklamalar, bu düzenlemenin zaten yapılmakta olduğu yönündeydi. Üstelik Arınç bundan yola çıkarak eylemin gereksiz olduğunu dahi defalarca tekrar etmişti.

Ancak “zaten yapılmakta olan” düzenlemenin ayrıntıları basına yansıdıkça bunun iğreti ve göstermelik bir düzenleme olmaktan öteye gitmediği de anlaşıldı. Atıf yapılan Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın 1. Maddesinde CMK’nın 202. Maddesinde bir değişiklik yapılması öngörülüyor. Değişiklik ifadesi ise şöyle:

Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık,

a)İddianamenin okunması,

b)Esas hakkındaki mütalaanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir. Bu durumda sanık, savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak zorundadır. Bu imkan, yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz.”

Önerilen düzenlemenin bir yasal güvence değil aksine keyfi uygulamaların önünü açtığı görülmekte. Zira “yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz” ifadesi inisiyatifin hakime bırakılması anlamına geliyor.

Bir diğer önemli nokta ise sanığın tercümanını hazır tutma zorunluluğu. Bu da ekonomik olarak ciddi bir külfet anlamına geliyor ve hakkın kullanımını ücrete tabi tutuyor.

Mahkeme aşamasında iğreti de olsa tanınan anadilde savunma hakkının mahkeme öncesi aşamalarda kullanılmasına dair herhangi bir ibare ise düzenlemelerde yer almıyor. Yine sözlü savunma dışında yazılı olarak anadilde savunma yapmak bu düzenlemeyle mümkün değil.

Taslak bu haliyle yasalaşırsa sermaye devletinin ikiyüzlü düzenlemelerinin ve açılım oyunlarının bir yenisi olarak yerini almış olacak.