17 Mayıs 2013
Sayı: KB 2013/20

 Kızıl Bayrak'tan
Reyhanlı katliamının sorumluları emperyalistler ve yerli taşeronlarıdır!
Tayyip Erdoğan Washington’da
Amerikancı gericilerin özlü sözü
Sahibinin sesi medya iş başında
Bu fotoğrafa iyi bakın!
Reyhanlı için emekçiler hesap soruyor!
THY siyonist İsrail’e sponsor oldu
Kargo işçisi geleceği için direniyor!
THY’de baskılara rağmen grev kararlılığı
“Bu işin peşini bırakmayacağız!”
Taşeron cumhuriyeti - Volkan Yaraşır
Anti-emperyalist mücadele ve ulusal etken - H.Fırat
Libya’da çeteler savaşı
Ölümü değersiz gören değersiz yaşayanlara dair... - T. Kor
15-16 Haziran direniş ruhuyla...
“Bedeller ödemeliyiz ki yarın çocuklarımız daha iyi bir dünyada yaşasınlar!”
Üniversitelerden...
Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için
yaz kampında buluşalım!
Faşizmin işkencehanelerinde
devrim savunması!
Nükleer tekellerin çıkarına insan ve doğa sağlığı katlediliyor!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Anti-emperyalist mücadele ve
ulusal etken

H.Fırat

 

(Bağımsızlık ve Devrim, II. Bölüm, Eksen Yayıncılık, 1998, s. 31-55)

Fark konunun öneminden değil, fakat sorunun ortaya konuluşundan, ele alınışından geliyor, demiştim... Peki konunun ele alınışını belirleyen nedir? Doğru ele alışı nasıl saptayacağız? Bu konudaki nesnel ölçütler nelerdir? Her konuda olduğu gibi bu konuda da doğru ölçüt herşeyden önce izlenen, izlenecek olan yöntemdir. Marks’ın teorisi, Marksizm-Leninizm dediğimiz dünya görüşü, herşeyden önce bilimsel bir yöntem demektir. Bu bilimsel yöntemin en ayırdedici yönlerinden biri ise, somut siyasal sorunların kendi somut tarihsel gerçeklikleri içerisinde ele alınması ve çözümlenmesi gerektiğine ilişkin ilkesel tutumdur. Şu ya da bu toplumsal ya da siyasal sorunun her yerde ya da her durumda geçerli herhangi bir soyut çözüm formülü ya da şablonu yoktur. Herhangi bir ülkede anti-emperyalist bir mücadelenin ne anlama geldiğini, onun kapsamını ve niteliğini ancak o ülkeyle ilgili somut çözümlemenizle ortaya koyabilirsiniz. Genel planda da bu böyledir. Bütün toplumsal ve siyasal sorunlar verili her toplumsal durumda kendine özgü somut bir tarihsel anlam taşır. Ulusal sorunun ya da genel anlamda anti-emperyalist mücadelenin de bu çerçevede soyut bir içeriği yoktur. Bu her toplumun gelişme düzeyine, o toplumun ortaya çıkarttığı yeni toplumsal ve iktisadi ilişkilere, bunun yansıması sınıf ilişkilerine, mevcut egemen sınıfın yapısına vb. bağlı olarak değişebilen bir şeydir.

Gelgelelim Türkiye solunda marksist bilimsel yöntem değil genel düşünce şablonları vardır. Sonuçlara ve çözümlere somut çözümlemelerle değil, genel şablonlar hareket noktası alınarak ve bunlardan türetilen muhakemelerle gidilir.

Bu düşünce sistemi şöyle işler: Anti-emperyalist mücadele ulusal nitelikte bir mücadeledir; ulusal mücadele ise her zaman için burjuva demokratik bir içerik taşır; o halde anti-emperyalist mücadele de genel olarak, her zaman ve her durumda, burjuva demokratik bir mücadeledir. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele her zaman ve her durumda burjuva devriminin bir sorunu ve temel bir unsurudur. İçte demokrasi sorununu çözememiştik, demokrasi sorunu burjuva devriminin bir sorunuydu ve bundan dolayı da içte burjuva demokratik devrim çizgisi bir nesnel zorunluluktu. Dışta emperyalizmin egemenliği var ve emperyalizmin egemenliği ise ulusal kölelik demektir. Ulusal kölelik ulusal kurtuluşu gerektirir ve ulusal kurtuluş ise her zaman burjuva kurtuluştur, burjuva demokratik kurtuluştur. Dolayısıyla içte burjuva devrimi ve dışta burjuva devrimi. İçte siyasal demokrasi ve dışta siyasal bağımsızlık. İçte demokratik yön ya da öğe ve dışta ulusal yön ya da öğe. Ve tüm bunların toplamı ve en veciz ifadesi olarak, ulusal demokratik devrim!..

Türkiye sol hareketine egemen muhakeme tarzı, buna düşünce şablonu da diyebilirsiniz, işte kısaca ve kabaca bu.

Bu şablonun ‘60’lı yıllardaki teorisyenleri milliyetçi-kemalist orta sınıf aydınları idi. ‘71 devrimci hareketi MDD Hareketi üzerinden bu şablonu devraldı, Çin Devrimi formülleri temelinde ona evrensel dayanaklar buldu, onu devrimci bir yoruma tabi tuttu ve ‘70’li yıllara devretti. ‘70’li yıllar boyunca kendi içindeki sayısız iç bölünmeye rağmen geleneksel küçük-burjuva devrimci akımlar bu düşünce şablonlarını paralel bir tutumla sürdürdüler. Şimdi ‘90’lı yılların sonuna geliyoruz ve hala da sürdürüyorlar. Yine de aradan geçen dönemin yarattığı temelli bir fark var. ‘70’li yıllarda bu şablonlara belirgin bir inanç ve güven vardı, bazı çevreler bu şablonlara bir içerik kazandırmak için güvenli ve hummalı bir bir teorik çaba içinde olabiliyorlardı. Dönemin kitle hareketine damgasını vuran küçük-burjuva demokratik öğe, bu inanç ve güveni besleyen kuvvetli bir maddi-siyasi iklim oluşturuyordu. Oysa bugün o eski inanç ve güvenden eser yok. Savunulan görüşleri işleme ve gerekçelendirmeye yönelik sözüedilebilir herhangi bir çaba yok, yalnızca birer önyargıya dönüştüğü için bir türlü aşılamayan içi boş düşünce kalıpları var.

Önyargıya dönüşmüş bu düşünce esaretinden kurtulmak içinse, herşeyden önce, Marksizm-Leninizmin bilimsel yöntemine sarılmak gereklidir. Bu yöntemin temel bir kuralı, toplumsal-siyasal sorunların ancak kendi somutlukları içinde ele alınarak incelenebilecekleri ve doğru bir çözüm şekline kavuşturulabilecekleridir. Türkiye’de emperyalizme karşı mücadelenin burjuva demokratik karakterde olduğunu neye göre söylüyoruz? Bu sonuca anti-emperyalist mücadelenin her zaman ve her durumda değişmeyen bir karaktere sahip olduğu gibi genel bir kabulden mi ulaşıyoruz, yoksa Türkiye toplumunun bugünkü somut toplumsal-iktisadi gerçekliğinden hareketle mi? Bu temel önemdeki sorunun yanıtında tartışmakta olduğumuz konunun tüm içeriği saklıdır. Bu çok farklı açılardan enine boyuna irdelenip tartışılacaktır. Şimdilik bize gerekli olan, yöntemsel hatırlatmalardan çıkarmamız gereken kısa sonuç ise şudur: Soyut bir demokrasi sorunu olmadığı gibi, soyut bir anti-emperyalizm sorunu da yoktur.

Tarihsel dönemler içinde ulusal etken/ulusal sorun

Konuya “ulusal etken”den ya da “ulusal sorun”dan başlamamız gerekecek. Zira konuya ilişkin anahtar kavramlardan biri budur. Bilindiği gibi geleneksel küçük-burjuva akımların programlarında ve devrim stratejilerinde bu kavram çok özel bir yer tutar. Buna göre; emperyalizme karşı mücadele her durumda “ulusal”, dolayısıyla burjuva demokratik karakterde bir mücadeledir. Bu nedenledir ki; slogan ve formülasyonlarda, devrimin anti-emperyalist yönü ya da karakteri, “ulusal”, “milli” vb. terimlerle ifade edilir. Milli Demokratik Devrim, Ulusal Demokratik Devrim, Ulusal Demokratik Halk Devrimi vb. örneklerde olduğu gibi. (Şimdilerde “anti-emperyalist demokratik devrim” diyenler de var, fakat bu içeriğe değil terminolojiye ilişkin bir farklılıktır.) Anti-emperyalist mücadele her durum ve koşulda salt “ulusal” karakterde, dolayısıyla burjuva demokratik nitelikte bir mücadele sayıldığı, ya da salt buna indirgendiği için, ulusal sorun kavramından konuya başlamak açıklayıcı olacaktır.

Ulus, ulusal sorun, ulusal kölelik, ulusal kurtuluş, bunlar tarihsel kategorilerdir. Demek oluyor ki, tarihsel bir evrimin ürünüdürler ve tarihsel evrimin gelecekteki seyri içinde ortadan kalkacaklardır. Böyle olduğu içindir ki, genel dünya tarihinin farklı evrelerinde farklı ülkeler ve halklar için olduğu kadar, her bir ülke ya da halkın kendi tarihinin farklı evrelerinde de farklı bir anlam ve içerik taşırlar.

Ulusal sorun, dünya tarihi içinde ilk kez Batı’da, ulusal gelişme ve bir ulusal devlet formu içinde bütünleşme olarak kendini gösterdi ve tarihsel çözümünü buldu. Bu gelişme ve çözümün maddi-toplumsal temeli doğal olarak kapitalist gelişmeydi. Sorun, feodal parçalanmışlığı ortadan kaldırmak, ulusal pazar etrafında birliği sağlamaktı. Yani ulusal sorun tarihte ilk kez olarak, feodal parçalanmışlığı gidermek ve kapitalist pazar etrafında bir ulusal birlik kurmak olarak göstermişti kendini. Batı’da ulusal sorunun çözümü, ulusal pazar etrafında, ulusal devlet formu içerisinde, ulus birliğinin sağlanmasıdır. Bu gelişmenin muhtevası ve karakteri doğal olarak burjuva demokratik bir nitelik taşır. Zira sözkonusu olan zaten klasik şekliyle burjuva devriminin kendisidir. Yani Batı’nın bütün o burjuva demokratik devrimlerinde bu anlamda bir ulusal sorun, dolayısıyla da o sorunun bir tarihsel çözümü vardır.

Batı’dan Doğu’ya doğru geçiyoruz, Doğu Avrupa’ya bakıyoruz. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında burada ulusal sorun daha farklı bir biçim ve kapsamda çıkıyor karşımıza. Dünya tarihinin bu evresinde ve dünyanın bu bölgesinde, ulusal sorunun aldığı biçim ve kapsam, çok uluslu imparatorlukların, bunların bünyesindeki çok sayıda ezilen ulusun varlığı ile belirleniyor. Çarlık Rusyası, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu, o dönemde birer halklar hapishanesi. Bunların bünyesinde geneldeki kapitalist gelişmeye bağlı olarak şekillenen ulusal kimlikler ve kendini gösteren ulusal sorunlar, ulusal hareketler ve çatışmalar var. Burada ulusal sorun, ezilen ulusların ezen ulusun egemenliğinden kurtulması sorunu olarak kendini gösteriyor. Bu tarihsel evrede ulusal sorun, şu veya bu ezilen ulusun şu veya bu ezen ulusun egemenliğinden kurtulması mücadelesi, yani kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi olarak, kendi bağımsız ulusal varlığına ve devletine sahip olma mücadelesi şeklinde kendini gösteriyor.

Burada, bu tarihsel evrede, bu çok uluslu imparatorluklar bünyesinde ulusal sorun, aynı şekilde, burjuva demokratik bir içerik taşıyor. Ezilen ulusun hakim ulusal bünyeden özgürleştirilmesi ile ezilen ulusun geniş köylü yığınlarının feodal ilişkilerden özgürleşmesi sorunu burada tarihsel olarak paralel düşen sorunlardır. Bu iki sorun birlikte, somut toplumsal-iktisadi içeriğiyle, burjuva demokratik devrimi kapsamına girmektedir. Dolayısıyla burada da ulusal sorunun mahiyeti ve çözümü, kendi sınırları içerisindeki karakteriyle, burjuva demokratik bir nitelik taşıyor.

Ve nihayet 1905 Devrimi sonrasına, esas olarak da birinci emperyalist savaş dönemine geliyoruz. Bakıyoruz, bu sefer Doğu’da bir ulusal kaynaşma başlıyor. Hindistan kaynıyor, Çin kaynıyor, Endonezya kaynıyor... Bu 20. yüzyılın başında bu kez artık Asya’nın ve Afrika’nın sömürge ve yarı-sömürge halklarının emperyalizmin egemenliğinden kurtulma çabası kendini göstermiştir. 1905 Devrimi’nin ardından ilk ipuçlarını veren bu kaynaşma, emperyalist savaştan sonra daha belirgin bir hale gelecekti. Çünkü emperyalist savaş bu sömürge halklarını dünya politika sahnesinin içine çekti. O güne kadar tarihin kenarında kalmış bulunan ve dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan bu halklar dünya siyaset sahnesinde peşpeşe kendilerini göstermeye başladılar.

Bu gelişmenin önünü açmada Ekim Devrimi’nin apayrı bir tarihsel rolü oldu. Tüm dünyayı sarsan bu muazzam tarihsel olay, ezilen halkların emperyalist-sömürgeci kölelikten kurtulma umutlarını ve arzularını görülmemiş ölçülerde güçlendirmekle kalmadı, onların karşısına güçlü ve samimi bir müttefik olarak da çıktı. Ekim Devrimi, muazzam maddi ve moral etkisiyle, Doğu’nun, Asya’nın ve Afrika’nın mazlum halklarını milli kurtuluş devrimleri süreci içine çekti. Özetle, işçilerin ve köylülerin Rusya’da kendi egemen sınıflarıyla ve onların gerisindeki emperyalist kuvvetlerle hesaplaşmayı başarabilmeleri ve dünya sahnesine bütün ezilen halkların sözcüleri olarak, içten ve kararlı müttefikleri olarak çıkmaları, apayrı bir itilim kazandırıyor sömürge ve yarı-sömürge halkların kurtuluş mücadelelerine. Böylece 20. yüzyıl tarihi içinde büyük sarsıntılar yaratan bir ulusal kurtuluş mücadeleleri süreci başlıyor.

Peki nedir Doğu’daki bu ulusal kurtuluş süreçlerinin anlamı, kapsamı ve karakteri? Nedir örneğin Çin’in ulusal kurtuluş süreci? Bu sürecin özü ve esası, içte feodal egemenlikle ve dışta emperyalist kölelikle hesaplaşmaktır. Bu tarihsel evrede Çin vb. ülkeler tarihsel olarak burjuva demokratik gelişme sürecinin sorunlarıyla yüzyüzeler. Bu gelişmenin içteki engeli feodal-komprador sınıflar, dıştaki engeli emperyalizm. Ulusal demokratik gelişmenin önünü açmak için bu engelleri aşmak, içte feodal-komprador sınıflarla, dışta ise emperyalizm ile hesaplaşmak zorunlu tarihsel görevler. Dıştaki emperyalizmin içteki dayanağı feodal ya da yarı-feodal sınıflardır. İçte feodalizmle hesaplaşmak, burjuva demokratik bir içerik taşıyor. Dışta emperyalizmle hesaplaşmak, aynı şekilde, burjuva demokratik bir içerik taşıyor. O tarihsel evrede bu böyle.

Dolayısıyla buradan hemen bir sonuç çıkartılabilir. Emperyalizme karşı mücadelenin içeriğini belirleyen, aynı zamanda, onun içteki dayanağının, toplumsal ve iktisadi dayanaklarının karakteridir. Çin’de emperyalist egemenlik içte feodal sınıflara dayanıyordu. Köylüler içte feodal toprak sahiplerine başkaldırırken, dışta karşılarında emperyalizmi buluyorlardı. Dışta emperyalizme karşı mücadele, bunu onun içteki feodal dayanaklarına karşı mücadeleyle birleştirmeyi gerektiriyordu. Özetle, anti-feodal devrimin anti-emperyalist devrimle organik bir bütünlüğü ve dolayısıyla da burada devrimin genel bir burjuva demokratik karakteri var.

Zaten bu toplumlar burjuva gelişme, yani uluslaşma sürecinin sorunlarını yaşıyorlar. Burada burjuva gelişmeyi böyle anlamak gerekiyor. Zira ulusal gelişme, temelde bir burjuva gelişmedir. Ve bir ulusun kendi kimliğini kazanması süreci, aslında burjuvalaşması sürecidir. Ve bu mahiyetiyle bu tarihsel gelişme burjuva demokratik bir içerik taşır. Anti-emperyalist mücadele burada, bu tarihsel aşamada, bu ulusal kurtuluş mücadelesi aşamasında, anti-feodal, anti-emperyalist mücadele aşamasında, somutta burjuva demokratik bir içerik taşıyor. Bu mücadeleyi veren güçlere, bu mücadelenin temel toplumsal dayanaklarına bakıyoruz; köylülük, bütün katmanlarıyla köylülük. Ama köylülüğün özgürleşmesi mücadelesi, burjuva demokratik bir nitelik taşır. Köylülüğün feodal ilişkilerin prangasından kurtulması, tarihsel olarak da, somut iktisadi-toplumsal içerik olarak da, burjuva demokratik bir karakter taşır. Nedir köylülüğün özgürleşmesi? Feodal bağımlılık ilişkilerinden kurtulması ve toprağa kavuşmasıdır. Özel mülk şeklinde toprağa kavuşmasıdır. Burada henüz sosyalist içerik taşıyan hiçbir şey yoktur. Sözkonusu olan bu sınırlar içinde henüz tümüyle burjuva demokratik bir gelişmedir. Ama elbette tarihsel olarak bu bir ilerleme, büyük bir ilerlemedir. Feodal bağlardan, o feodal kast ilişkilerinden kurtulmak, burada tarihsel yönden büyük bir ilerlemedir. Bu demokratik devrimin esas içeriği ve karakteridir. Ve köylülük bu özgürleşmeyi, ancak dışta da emperyalizme karşı mücadele ederse başarabiliyor. Yani anti-feodal devrim burada anti-emperyalist devrimle içiçedir. Bu organik bir bütündür. Birini tasfiye etmek için diğerini de tasfiye etmek bir zorunluluktur. Anti-feodal anti-emperyalist devrim, gerçek bir devrim olarak, gerçek bir ulusal demokratik devrim olarak, burada organik bir bütün oluşturmaktadır.

Bu ülkelerde devrim özünde bir köylü-toprak devrimidir ve devrimin yükünü taşıyan temel toplumsal güç de köylülüktür. Gelgelelim köylülüğün kendisi bağımsız olarak böyle bir inisiyatifi ortaya koyabilen bir sınıf değil. Köylülüğü birilerinin sürüklemesi gerekiyor. Dünya siyaset sahnesinde de, her toplumun kendi içinde de, ilk itilim daha ileri bir sınıftan geliyor. İşçi sınıfını kastediyorum. Eğer işçi sınıfının önderliği varsa, işte o anti-emperyalist, anti-feodal devrim bütün sonuçlarına varabiliyor. Ya da köylülüğün mücadelesine işçi sınıfının ideolojisinden ve genel dünya siyaset sahnesindeki mücadelesinden esinlenen şu veya bu devrimci akım önderlik ediyorsa... Burada biraz karmaşık problemler var, bunlara girmek istemiyorum. Vurgulamak istediğim temelde şudur: Bu mücadeleler, dünya proleter devrim sürecinin bir parçası olarak ortaya çıktıkları ölçüde, dışta emperyalizme karşı, içte feodalizme karşı bir hesaplaşmaya dönüşebiliyorlar. Çin Devrimi bunun klasik bir örneğidir.

Ama işçi sınıfının, ya da işçi sınıfının devrimci ideolojisini ve ideallerini temsil etmek iddiasında olan devrimci bir akımın etkinlik kuramayıp da burjuvazinin etkinlik kurduğu kurtuluş mücadeleleri var. Ulusal burjuvazinin etkinlik kurduğu kurtuluş mücadeleleri var. Bu mücadeleler gene burjuva demokratik nitelik taşıyan mücadeleler. Ama bunlar dışta emperyalizme karşı içte feodalizme karşı kesin bir hesaplaşmaya varamayan mücadeleler. Burjuva ulusal kurtuluş mücadeleleri bunlar.

Üç temel tarihsel evreden kalkarak, ulusal sorunun kendini tarih sahnesinde göstermesinin üç dönemini kısaca özetledim ve bu çerçevede üç ayrı ulusal sorun kategorisi sıraladım. İlkin Batı’da modern ulusların ortaya çıkması sürecinden sözettim. İkinci olarak, özellikle Doğu Avrupa’da klasik örneklerini gördüğümüz bir ulusal özgürleşme mücadelesinden, ezilen ulusların ezen ulusun siyasal egemenliğinden kurtuluş mücadelelerinden, klasik anlamıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelelerinden sözettim. Ve nihayet konuyu getirip sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleleriyle bağladım. Ulusal sorunun ve hareketin bu üç ayrı döneminde sorunun somut anlamı ve kapsamı değişse de temelde değişmeyen bir yön var. Bu, bu üç dönemde de ulusal sorunun değişmeyen burjuva demokratik karakteridir. Çünkü her üç durumda da sözkonusu olan, bu ulusların burjuvalaşma ve demokratikleşme süreçleridir. Ulusal sorunun burjuva demokratik karakteri de zaten buradan geliyor. Bu sınırlar içinde kapitalizm aşılmış olmuyor. Tersine, gerçekte kapitalist gelişmenin ideal bir zemini olan burjuva uluslaşma ve burjuva ulusal devlet formu kazanılıyor. (Elbette bu mücadeleler, 20. yüzyılda ve son iki kategoriye giren toplumlarda, bu sınırlar içerisinde durmak zorunda değil. Bu problemlere girmiyorum, bunlar devrim sorunları, devrim stratejisi sorunları tartışıldığı zaman tartışılmalı. Ya da ben bu tartışmanın sonraki evrelerinde girebilirim bu sorunlara.)

Her üç tarihsel durumda da ortak olan nokta, ulusal sorunun burjuva demokratik bir içerik taşımasıdır, dedim. Ama dikkat edin, bu üç farklı kategorideki halklar bu tarihi aynı dönemde yaşamıyorlar. Örneğin İngiltere’nin 17. yüzyıldan başlayarak yaşadığı ve 19. yüzyıla ulaştığında esas olarak tamamladığı bir süreci, Çin ancak 20. yüzyılın başında yaşamaya başlıyor. İngiltere’den neredeyse 250 yıl sonra yaşıyor. Yani aynı sorun, tarih içerisinde, evrensel tarih içerisinde halkların karşısına farklı tarihsel aşamalarda çıkıyor. Çin’in karşısında bir burjuva uluslaşma sürecinin varolduğu bir tarihsel evrede, İngiltere, Almanya, Fransa sosyal kurtuluş sorunuyla yüzyüzedirler. Bu toplumlarda burjuva uluslaşma süreçleri tarihsel olarak artık geride kalmıştır, sosyal kurtuluş, bunun bir çözümü olarak sosyalizm gündemdedir. Yüzyılın başında Çin kendi burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmeye çalışırken, aynı dönemde gücü olsaydı Alman proletaryasının, güç biriktirebilseydi İngiliz proletaryasının yapacağı iş proleter devrimi gerçekleştirmek ve sosyalizme geçmekti. Batı halklarının burjuva demokratik ulusal gelişme yönünden bir önceki tarihsel evrede yaşayıp tamamladığını Doğu halkları ancak bir sonraki tarihsel evrede yaşayabiliyor. Çin’in 20. yüzyılın başında yaşamaya kalktığını, İngiltere 16.-17. yüzyıl içinde yaşamaya başlıyor ve bunu 19. yüzyılın başında fazlasıyla tamamlıyor. Batı’da ulusal sorun, bazı istisnai örnekler ve durumlar dışında, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren artık geride kalmıştır. Orada burjuva gelişmenin sorunları değil, burjuva demokratik kurtuluşun sorunları değil, burjuvalaşmış ulus içerisinde proletaryanın sosyal kurtuluş mücadelesi ya da genel planda emeğin sosyal kurtuluş mücadelesi sözkonusudur.

Dolayısıyla, dikkat edin, dünya tarihi içerisinde bile sorun ancak somut bir çerçevede ortaya konulup tartışılabilinir. Bu tarihsel durumlar ve örnekler de gösteriyor ki, bu sorun soyut olarak konulumaz. Değişik tarihsel evrelerde, bu sorunun somut konuluşu, somut içeriği, başka başkadır. Farklı ülkelerin tarihini karşılaştırdığımızda bunu görüyoruz.

Bir de şu veya bu toplumun kendi tarihine, kendine özgü tarihine, farklı aşamaların sürekliliği içinde bakalım. Peşpeşe bir dizi devrim ve dolayısıyla tarihsel evre yaşadığı için klasik bir örnek oluşturan Rusya’yı alalım örneğin. Rusya’da ulusal sorun neydi? Bu soru bu şekliyle çok geneldir ve bu genelliği içinde sorunun soyut bir yanıtı da yoktur, olamazdı. Rusya’da Çarlık ayakta iken ulusal sorunun anlamı ve içeriği farklıdır. Çarlığın devrilmesinin ardından farklıdır. Ve nihayet sosyalist rejime geçildiği dönemde daha farklıdır. Çarlık ayakta iken, bu, ezilen ulusların ezen ulusun egemenliğinden kurtulması mücadelesidir. Bu çerçevede burjuva demokratik bir içerik taşıyor. Bakıyoruz, Şubat Devrimi’nin ardından, ulusal özgürleşme mücadelesi ancak Çarlığın yerini almış emperyalist burjuvazinin devrilmesiyle bir sonuca bağlanabiliyor. Sorunun kendisi demokratik içeriğini korumakla birlikte, sorunun çözümü gitmiş emperyalist burjuvazinin devrilmesi sorununa, Rus emperyalist burjuvazisinin devrilmesi genel sorununa bağlanmış. Yani sosyalist devrimin bir parçası haline gelmiş, bu anlamda sosyalist bir karakter kazanmış. Halbuki Şubat Devrimi’nden önce bu demokratik devrimin bir parçası idi. Şubat’tan sonra bakıyoruz soruna, sorun daha farklı bir anlam, içerik ve dolayısıyla çözüm tarzı kazanıyor. (Rusya tarihinin farklı evrelerinde sorunun anlam, içerik ve dolayısıyla çözümünde oluşan farklılaşma için, Stalin’in devrimin birinci yılında kaleme aldığı temel önemde bir makaleden alınarak ekte sunulmuş pasajlara bakınız. -Red.)

Sonra bakıyoruz, Rus proletaryası Rus burjuvazisini deviriyor, iktidarı ele geçiriyor, ama ülkede hala bir ulusal sorun ve bu çerçevede bir tartışma var. Bu aşamada sorun ne? Bu aşamada sorun, eski ulusal eşitsizlikler döneminin, devrim öncesi ulusal eşitsizlikler tarihinin yarattığı ve kökleştirdiği tarihsel eşitsizlikler ile yine eski dönemin mirası ulusal önyargıları ve düşmanlıkları gidermektir. Sosyalizme geçiş aşamasında işte sorun bu. Proletarya iktidarı almış, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımış, uluslar özgür tercihlerle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde biraraya gelmişler. Ama buna rağmen sorun henüz bitmemiş. Eski yapısı ve muhtevasıyla bitmiş, değişik bir yapı ve muhteva ile hala da sürüyor.

Bu aşamada sorun ne? Bir, devrim öncesi tarihten kalma önyargılar var ve ulusal güvensizlikler, bunun yarattığı olumsuz bir kültür var. Bunu gidermek başlıbaşına bir sorun ve bu öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil. İki, Çarlığın izlediği ulusal baskı siyasetinden dolayı iktisadi ve kültürel açıdan geri kalmış, geri bıraktırılmış uluslar gerçeği var. Uluslar arasında iktisadi, kültürel, siyasal açıdan gelişme eşitsizlikleri var. Sosyalist bir düzen pratikte ezilen ulusun lehine sistemli iktisadi, siyasi ve kültürel tedbirlerle bu eşitsizlikleri bir an önce gidermekle yüzyüzedir ve gerçek bir enternasyonalizmin gereği olarak bunu yapmak zorundadır. Dolayısıyla bu mahiyette bir ulusal sorun var. Bu anlamda, çok uluslu bir geçmişi olan toplumlarda sosyalizmin inşa süreci, aynı zamanda, farklı uluslar arasında tarihin biriktirdiği somut maddi eşitsizlikler neyse onları gidermek süreci de olacaktır. Ve bu çerçevede, bu mahiyette bir ulusal sorun sözkonusudur. Bu da işte sosyalist inşanın bir parçası olan bir sorun. Elbetteki geçmiş tarihin, eski düzenin devrettiği bir sorun. Ama çözümünü artık sosyalist inşa süreci içinde bulan, sosyalizmin kuruluşu süreci içinde bulan bir sorun. Normalde burjuva demokratik devrimin bir öğesi olan sorun kendi çözümünü gidip bir başka çerçevede, sosyalist devrim ve sosyalizmin kuruluşu süreci içinde buluyor.

Dünya tarihinin ve belirli bir ülkenin farklı evrelerindeki farklı durumlar üzerine bu anlatımdan süzülüp çıkarılacak en basit ve özlü sonuç ise, bir kez daha şu temel önemdeki yöntemsel ilkeden başka bir şey de değil: Toplumsal ve siyasal sorunların soyut bir konuluşu ve soyut bir çözümü yoktur. Her sorun kendi tarihsel somutluğu içinde incelenir. Ve her sorunun mahiyeti ancak böyle bir somut tarihsel incelemeyle açıklığa kavuşturulabilinir. Bu sonucu, konuya ilişkin klasikleşmiş metinlerin yazarı Stalin’in sorunun yöntemsel ele alınışına ilişkin şu veciz sözleriyle pekiştirebiliriz: “Ulusal sorun, hiç de, kesin olarak mutlak, değişmez bir şey değildir. Mevcut rejimin dönüşümü genel sorununun bir parçası olduğu için, ulusal sorun, tamamen toplumsal koşullar, ülkede kurulmuş olan iktidarın niteliği ve, genel olarak, toplumsal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir.” (Bkz. Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun makalesinden ekte aktarılan parçalar. -Red.)

Anti-emperyalist mücadele her durumda
burjuva demokratik bir karakter mi taşır?

Şimdi konuya Türkiye’yle bağlantılı daha somut bir çerçeveden devam edebiliriz. Türkiye’de bağımsızlık mücadelesinin içeriği nedir? Bu soruya yanıt mı arıyorsunuz, o halde öncelikle şunu bilmek zorundasınız; hiçbir kalıp, hiçbir şablon bu soruya kendi başına bir yanıt oluşturmaz. Yanıt, Türkiye’deki somut toplumsal-iktisadi ilişkilerin tahlilidir. Yanıt, Türkiye üzerindeki emperyalist egemenliğin yapısının ve niteliğinin somut bir çerçevedeki tahlilidir. Bu egemenliğin temelleri nelerdir ve bu egemenliğe nasıl son verilir sorularınızın yanıtı, sorunun çözümüne, çözümün içeriğine de açıklık kazandıracaktır.

O zaman dönüp bakacağız, gerçekten bunun içeriği nedir? Bunun içeriği ne kadar demokratiktir ve ne kadar sosyalisttir? Evet sözkonusu olan demokratik ve sosyalist yanları ya da boyutları olan bir sorundur. Anti-emperyalizm sorunu belli tarihsel durumlarda siyasal demokrasi sorunundan temelden farklıdır demiştim. O noktayı yeniden tekrarlıyorum, zira konunun anlaşılması ve önyargıların geride bırakılabilmesi bakımından bu noktanın kavranması son derece önemlidir. Siyasal demokrasi burjuva demokrasisidir. Ne ederseniz edin, siyasal demokrasi, kendi sınırları içinde, daima burjuva demokratik bir sorundur. Kuşkusuz o kendi çözümünü kendi karakterini aşan bir çerçevede ortaya koyabilir. Yani siz siyasal demokrasi sorununda da mesafe almak için burjuvaziye karşı bir mücadele perspektifi ve stratejisi izleyebilirsiniz, bu ayrı bir sorun. Gelgelelim onun genel çerçevesi sosyalist olsa bile, kendi dar çerçevesi her halükarda burjuva demokratik bir içerik taşır. Oysa, önemle belirtiyorum, anti-emperyalist mücadele sözkonusu olduğu zaman, bu aynı şey her tarihsel durumda tam geçerli değil. Belli tarihsel-toplumsal koşullarda ancak kısmen geçerli, bu bir yanıyla, yalnızca belli sınırlar içinde geçerli. Anti-emperyalist mücadelenin elbette burjuva demokratik bir yönü ya da boyutu var. Ama siz anti-emperyalist mücadeleyi her durumda buna indirgediğiniz zaman, burjuva demokratik bir perspektifin içine hapsolursunuz, yani somutta milliyetçilik dediğimiz ya da salt yurtseverlik dediğimiz platforma düşersiniz. Çünkü anti-emperyalist mücadele, aynı zamanda anti-kapitalist bir içerik de taşır. Ve bu anti-kapitalist içeriğiyle o aynı zamanda sosyalist mücadelenin de dolaysız bir öğesidir.

Daha da önemlisi şudur. Anti-emperyalist mücadelenin dolaysız olarak böyle bir muhteva kazandığı tarihsel koşullarda, onun burjuva demokratik yönü ya da boyutu da artık temeldeki bu sosyalist çerçeve içinde devrimci bir anlam kazanır, kazanabilir. Bunu kavrayamadığınız sürece, Türkiye gibi burjuva uluslaşma sürecini esası itibarıyla tamamlamış, burjuva ulusun kendi içinde emek ve sermaye olarak uzlaşmaz biçimde bölündüğü bir ülkedeki anti-emperyalist mücadele sorununu da doğru kavramayı başaramazsınız. ‘60’lı yıllarda sol-kemalist orta sınıf aydınları “İkinci Milli Kurtuluş Mücadelesi” derlerken, bunu aynı zamanda işbirlikçi komprador-feodal sınıf ve olgunlaşmamış, henüz tali durumdaki emek-sermaye çelişkisi ile gerekçelendiriyorlardı. Oysa onların genel kalıplarını bugün hala sürdürenler, bugün aynı gerekçeleri ileri süremiyorlar. Geri iktisadi tahliller geride bırakılalı çok oldu. Kaba tutarsızlık, bunun ürünü olan geri stratejilerin hala da sürdürülüyor olmasındadır.

Türkiye’de Amerikan emperyalizminin egemenliğine son vermek mi istiyorsunuz? Türk burjuvazisinin sınıf egemenliğini devirmeden bunu yapamazsınız. Bunu yaptığınızda ise zaten sosyalist devrim yapmış olursunuz. Dolayısıyla devrimimiz bu noktada yalnızca iç karakteriyle proleter devrim değil, dış karakteriyle de proleter bir devrim olacaktır. Ama onun içeriği proleter devrimden ya da sosyalist karakterden ibaret değil. Bu genel olgu bağımsızlık sorunu için de geçerli. Yani siyasal bağımsızlık (bakın bağımsızlık demiyorum, ya da anti-emperyalizm demiyorum, “siyasal” ön takısına dikkat çekiyorum, bunun altını çiziyorum) “siyasal bağımsızlık” denilen de bir sorun var. Siz dünya emperyalist sisteminin dışına çıkmadığınız halde, nispeten gelişmiş bir siyasal bağımsızlık elde edebilirsiniz. (Elbetteki üç ya da bilemediniz beş yıl sonra emperyalizme yeniden adım adım boyun eğmek üzere. Çünkü kapitalizmin kendi yasaları, sistemin kendi yasaları vardır, bu kaçınılmaz olarak dayatır kendini.) Bu dar anlamda bir siyasal bağımsızlık sorunu elbette vardır, işte bu darlığı, bu tanımlanmış darlığı içerisinde siyasal bağımsızlık sorunu, burjuva demokratik bir karakter taşır.

Buradaki siyasal bağımsızlık sorunu, tanımı, niteliği ve kapsamı yönünden, aynen siyasal demokrasi sorunu gibidir. Genel olarak demokrasi değil, ya da proleter demokrasi değil, siyasal demokrasi. Yani sosyal içeriğinden soyutlanmış bir siyasal ilişkiler sistemi, bir kurumlar sistemi, ya da bir haklar sistemi olarak siyasal demokrasi, nasıl burjuva demokratik bir içerik taşıyorsa, sistemin kendi sınırları içinde ileri bir devlet bağımsızlığı elde etmek anlamında siyasal bağımsızlık da, bu anlamda burjuva demokratik bir içerik taşır.

Peki, eğer biz devrimci isek, eğer biz bu toplumdaki en ileri sınıfın temsilcisi olmak iddiasındaysak, eğer biz salt burjuva gelişiminin sorunlarıyla değil de temelde ve işin esasında emekçilerin sosyal kurtuluş mücadelesi sorunuyla ilgiliysek, biz emperyalizmden kurtuluş sorununu bu tür bir bağımsızlığa indirgeyebilir miyiz? Böyle olursa bizim herhangi bir milliyetçi burjuva ya da küçük-burjuvadan farkımız ne olur? Örneğin somutta Doğu Perinçek’ten farkımız ne olur?

Buna sorun ve kavramlar üzerine düşünme yeteneği ya da zahmeti gösteremeyenlerin yetiştirecekleri yanıt şudur: Kim bağımsızlık sorununu buna indirgiyor ki? Elbette Türkiye’nin devrimcileri, bu konumlarını korudukları sürece, bağımsızlık sorununu buna indirgemiyorlar. Ama onlar burjuva iktisadi ve toplumsal ilişkilerin egemen olduğu ve emperyalist egemenliğin bu ilişkiler üzerinden temellendiği bir toplumda anti-emperyalist mücadeleyi burjuva demokratik karakterde görmekle, onun niteliğini buna indirgemekle, farkında olmadan da olsa aynı küçük-burjuva yurtsever konuma düşüyorlar. Ayrıca bu tutarsız teorik konumu ve kavrayışı korudukları sürece, yarının uygun koşullarında, bu kez bilinçli bir biçimde, “devrimin ilk aşaması” adına sistem sınırları içinde ileri bir siyasal bağımsızlık çizgisine kayabilirler. Unutmayalım, dünün TKP’sinin “ileri demokratik düzen”ini bugünün EMEP’i “demokratik devlet” biçiminde hortlatıyor. İleri “demokratik devlet” ve ileri “siyasal bağımsızlık”. Kurulu düzenin temelleri üzerinde! Önce dönüp dünün, ‘70’lerin TDKP’sinin bu sorunları ortaya koyuşuna bakın, sonra da bugünün EMEP çizgisine. İki farklı tablo oluşturur gibiler. Ne var ki, arada temel önemde bir süreklilik öğesi var. Bu, Türkiye devriminin sorunlarına burjuva demokratik ufku aşmayan yaklaşımdır. Dünün devrimci TDKP’si de anti-emperyalist mücadeleyi “ulusal” ve “burjuva demokratik” karakterde görüyordu. Bu görüş tarzı bugünkü EMEP’in dünde varolan kökünü işaretler.

Çok güçlü bir demokratik devrim kültürü var Türkiye sol hareketinde. Bunun nedenlerini tahmin etmek zor değil. Sol hareketin tarihine toplu olarak baktığımızda, bu kültürün bir sürekliliği olduğunu görüyoruz. Bir içerik değişimine uğrayabiliyor kısmen, biçim değişimine, teriminoloji değişimine uğrayabiliyor. Ama esasa ilişkin içeriği yönünden bir sürekliliği var. İnsanlar bugün faşizme karşı mücadelenin belli bir ele alınışına, demokrasi sorununun belli bir ele alınışına, bağımsızlık sorunu ya da köylü sorununun belli bir ele alınışına çok bağlıymış gibi görünüyorlar da, bu konuda önyargı çok kuvvetli de, buna hiç kuşku yok, ama bakıyoruz içerik olarak ortada fazla birşey yok. Örneğin geleneksel akımlar gelinen yerde konumuzu oluşturan sorunu, anti-emperyalist mücadele sorununu nasıl ele alıyorlar diye merak edip bakmaya kalksanız, dikkate değer herhangi bir ciddi metin ya da makale bulamazsınız. Emperyalizme karşı mücadelenin sorunlarını ele alan, programın bağımsızlık maddesini gerekçelendiren herhangi ciddi bir metin görmek mümkün değil. Geçmiş metinlerde, ‘80 öncesinin dergilerinde ya da kitaplarında var elbette böyle şeyler. Ama ‘80 sonrasına ait doğru dürüst bir şey yok, düşününüz ki aradan 15-20 yıl geçmiş! Bugünün geleneksel çizgiye bağlı siyasal akımları çok bağlıymış gibi göründükleri programatik sorunlara ilişkin ortaya herhangi ciddi bir düşünce koyuyor değiller. Bunu hiçbir temel programatik sorunda göremiyoruz. Demokrasi sorununda yok, bağımsızlık sorununda yok, köylü sorununda yok. Toplumun çok yakıcı bir gündemi olduğu halde, birkaç hareketin sınırlı ve yüzeysel girişimlerini saklı tutun, gerçekte Kürt sorununda bile yok.

Büyük bir düşünsel kısırlık ile bazı temel formülasyonlara görünürdeki çok sıkı bir bağlılık bir arada gidiyorsa, biliniz ki sözkonusu bağlılık, yalnızca bir önyargıdan ibaret. İnsanların devraldığı bir ideolojik kavrayış, bunun ifadesi bir program var. Daha doğrusu o programın belli formülleri, belli şablonları var. Bu bir kültür, devralınan bir kültür. Onun için de bir kökü var, kolay kolay sökülüp atılamıyor. Ama bir içerik yok orada. Açık, tanımlanmış, belirgin hale gelmiş bir içerik yok. Böyle olunca bu düşüncelere bağlılık, gerçekte bir önyargıya bağlılıktan öteye geçemiyor. Ortada bu düşüncelere coşkulu bir bağlılık da yok, olamaz da. Çünkü insanlar işin aslında bu düşüncelere artık güvenemiyorlar da. Bu çok şaşırtıcı da değildir; zira insan, açıklayamadığı, gerekçelendiremediği bir temel düşünceye güvenli ve coşkulu bir bağlılık gösteremez. Şu veya bu sorun önemlidir deyip durmak çok fazla birşey ifade etmez. Neden önemlidir? Nasıl bir kapsamı vardır? Nasıl bir mantığı vardır? Eğer bu konuda siz ciddi bir teorik-siyasal içerik ortaya koyamıyorsanız, buna teorik-siyasal bir açıklık getiremiyorsanız, sözkonusu düşünce çizgisinin coşkulu savunucuları da olamazsınız.

Biz çıktığımızdan beri çok çeşitli biçimlerde itham edildik, Troçkizm, yarı-Troçkizmle suçlandık. Ama bakıyoruz, bunun ciddi, içeriği olan bir eleştiriye dönüştüğü herhangi bir örnek yok. Oysa bizim fikirlerimiz sol hareketin, çeşitli sol grupların saflarında sanıldığından da fazla ilgi görüyor, insanları düşünmeye itiyor, kafaları karıştırıyor. Bu nedenledir ki, bu karışıklığın önünü almak, bu etkiyi bloke etmek için bir takım şeylerle olur-olmaz itham edilebiliyoruz. Ama tekrar ediyorum, kimse oturup bu sorunlara ilişkin ciddi bir içerik ortaya koyamıyor. Bunun tartıştığımız konu çerçevesinde hiç değilse benim bilgim dahilindeki tek sözü edilebilir istisnası, Körfez Savaşı’nın hemen öncesinde ve onun geçici olarak uyardığı anti-emperyalist duyarlılık ortamında Orak-Çekiç’te yayınlanmış bir makaledir. Baştan sona eklektik vurgularla dolu olan ve bu arada bizim konumumuza ilişkin ciddiyetten yoksun sözde eleştiriler de içeren bu makale, “Aynadaki Yüz Kimin?” başlıklı derleme broşür içinde yeniden yayınlandı (Devrimci Proletarya Yayınları, s.87-103 -Red.). Bu metin de geleneksel tutumu sürdürüyor ve anti-emperyalist mücadeleyi “burjuva demokratik nitelikte” bir mücadele sayıyor, dolayısıyla anti-emperyalizmi burjuva demokratik bir içerikten ibaret görüyor. Yani geleneksel hareketin konuya ilişkin geleneksel genel önyargısını yineliyor ve sürdürüyor.

Anti-emperyalist mücadele “burjuva demokratik nitelikteki bir görevdir” deniliyor sözkonusu makalede. Eğer siz burjuva demokratik devrimi esası yönünden aşılmış bir tarihsel aşama sayarsanız, isteseniz de anti-emperyalist mücadeleye önem veremezsiniz -makaledeki muhakeme tarzı (ve bize yöneltilen eleştirinin esası) kabaca bu. Bu düşünüş tarzı elbetteki tümüyle yanlış, bunu demokrasi sorununu ele alırken enine boyuna tartıştık. Demokrasi sorunu, siyasal demokrasi sorunu, burjuva demokratik bir sorundur; ama işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde neden gene de çok özel bir yer tutması gerektiği birçok açıdan uzun uzun irdelenip ortaya konuldu. Aynı gerekçelendirme bağımsızlık sorunu için, anti-emperyalist mücadele için de geçerlidir. Ama birkaç kez yinelemek durumunda kaldığım gibi, anti-emperyalist mücadele bu noktada siyasal demokrasiden yine de farklıdır. Zira anti-emperyalist mücadele, her zaman ve her durumda burjuva demokratik bir içeriğe indirgenemez. Burjuva demokratik bir boyut, burjuva demokratik bir yön taşır, ama temelde anti-emperyalist mücadele, hele de yaşadığımız ülkenin anti-emperyalist mücadelesi buna indirgenemez. Türkiye gibi bir ülkede emperyalizmin yenilgiye uğratılması ve emperyalist boyunduruğa son verilmesi, uluslararası sermaye cephesinin oluşturduğu emperyalist dünya zincirini bu halkadan, Türkiye halkasından kırmak anlamına gelir. Mücadelenin anti-emperyalist yönü budur. O zinciri kırmak proleter devrim denilen şeyin kendisidir. Siz sistemin zincirini kırıyorsunuz, sistemin dışına çıkıyorsunuz. Dışına çıktığınız, dışta kapitalist dünya ve içte kapitalist mülkiyet ilişkileridir. Devrim yapmışsanız eğer, emperyalizmin iç dayanağı durumundaki egemen burjuva sınıfı devirmişsiniz demektir. Devrimde ifadesini bulan temel tarihsel değişim buradadır. Zincir kırmak budur. Yoksa siz şu veya bu ülkede siyasi bağımsızlığın şu veya bu düzeyini kazanabilirsiniz, ama buna rağmen sistemin gene de içinde kalırsınız.

Emperyalist zinciri kırmak, sistemin dışına çıkmaktır. Ve zinciri kırmak, bu anlamda bir proleter devrimdir, burjuva demokratik devrim teorik ve tarihsel olarak henüz sistem çerçevesini anlatır. Demokrasi sorununda döne döne açıklandı; bir sorunun demokratik mahiyet taşıması demek, burjuva anlamda demokratik mahiyet taşıması demek, henüz sistemin içinde olması, yani henüz kapitalist mülkiyet ilişkileriyle bağdaşıyor olabilmesi demektir. Burjuva demokratik devrim, burjuva demokratik hareket, burjuva demokratik içerik der durur da Türkiye’nin devrimcileri, fakat zahmet edip de peki niye burjuva demokratik, buna burjuva demokratik karakteri veren nedir türünden sorular üzerine oturup sükunetle düşünme yeteneğini bir türlü gösteremezler.

Kapitalizmin kendi sınırları içerisinde, ister bir toplum düzeyinde olsun, isterse dünya sahnesinin geneli içinde olsun, kapitalist sistemin kendi iktisadi temelleriyle bağdaşabilir olan her değişiklik, bu devrimci yollarla kazanılmış devrimci değişimler de olabilir, sistemin temelleriyle bağdaşan her değişiklik, burjuva demokratik bir karakter taşır. Sistemin aşıldığı noktada ise sosyalizm başlar. Ama sistem, sınıf iktidarının el değiştirmesiyle aşılır ancak. Yani burjuvazi hala baştadır, ama siz mülkiyetine şu veya bu ölçüde el koymuş, millileştirmişsinizdir. Bu tür bir kamulaştırma, burjuva demokratik bir önlemdir, sosyalist bir karakter taşımaz. Bu millileştirmeler demokratik bir içerik taşır, bu burjuva demokratik bir önlemdir.

Tanımı yeniden hatırlatıyorum. Gerek bir ülkenin ya da toplumun kendi sınırları içerisinde, gerekse dünya sahnesinin tümünde, eğer herhangi bir önlem mevcut toplumsal düzenin temelleriyle bağdaşabiliyorsa ya da o temellerin korunması koşullarında alınabiliyorsa, bu tür önlemler burjuva anlamda demokratik bir içerik taşırlar. Burada henüz sosyalizm yoktur. Burada sosyalizme geçişi kolaylaştıran zeminler oluşabilir, devrim süreçlerinde var böyle şeyler, biliyoruz. Demokratik mahiyetteki millileştirmeler burjuvaziyi sınıf olarak devirmenin ilk adımları olabiliyor. Dinamik bir devrim sürecinde böyle durumlar ortaya çıkabiliyor. Mesela Lenin Nisan Tezleri’nde işçi denetimini öneriyor. Ama henüz bu sosyalizm değildir, diye de ekliyor. Yani henüz bu burjuvazinin sınıf iktidarının devrilmesi ve mülkiyetine el konulması anlamına gelmiyor. Bu anlamda bu henüz demokratik bir önlem. Ama bu demokratik önlem burjuvaziyi devirmeyi işte o noktada kolaylaştırdığı için de proleter devrimi yakınlaştırıyor. Bunlar devrimlerin dinamik süreçleri içinde ortaya çıkan ve bir anlam taşıyan özel durumlardır.

 

 

 

 

Ek metin:

Ekim Devrimi ve ulusal sorun

J. V. Stalin

 

“Ulusal sorun, hiç de, kesin olarak mutlak, değişmez bir şey değildir. Mevcut rejimin dönüşümü genel sorununun bir parçası olduğu için, ulusal sorun, tamamen toplumsal koşullar, ülkede kurulmuş olan iktidarın niteliği ve genel olarak, toplumsal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir. Bu, özellikle çevre-bölgelerde ulusal sorunun ve ulusal hareketin, devrimin seyrini izleyerek hızla içerik değiştirmekte olduğu Rusya’da, devrim dönemi sırasında, herkesin gözü önünde, açık bir biçimde, kendini göstermektedir.”

Şubat Devrimi ve sömürge sorunu

“Rusya’da burjuva devrim döneminde (Şubat 1917’den itibaren), çevre-bölgelerde ulusal hareket, bir burjuva kurtuluş hareketi niteliği taşıyordu. Yüzyıllar boyunca ‘eski rejim’ tarafından ezilen ve sömürülen Rusya’nın ulusları ilk kez olarak güçlerinin bilincine vardılar ve ezenlere karşı savaşa atıldılar. Hareketin sloganı ‘ulusal baskının ortadan kaldırılması’ idi. (...) Sözkonusu olan, ulusal baskının ‘temel nedeni’ olan Çarlıktan kurtulmak ve ulusal burjuva devletleri kurmaktı. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, çevre-bölgelerin ulusal burjuvazilerinin iktidarı ele almaları ve ‘kendi öz’ ulusal devletlerini kurmak için Şubat Devrimi’nden yararlanmaları biçiminde yorumlanıyordu. Devrimin daha sonraki gelişmesi, yukarıda belirtilen burjuva kurumlarının hesaplarına girmiyordu ve giremezdi de. Ve maskesini atıp gerçek yüzü ile beliren bir emperyalizmin Çarlığın yerine geçtiği ve bu emperyalizmin milliyetler için daha güçlü ve daha tehlikeli bir düşman olduğu, yeni bir ulusal baskının temeli olduğu gözden kaçırılıyordu.

“Nitekim Çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesi, ulusal baskının ortadan kaldırılması sonucunu vermedi. Bu baskının eski kaba biçimi yerine, daha ince, ama daha tehlikeli, yeni biçimde bir ulusal baskı kondu. (...)

“Bu durumda ulusların kendi kaderlerini tayin etme haklarının eski burjuva demokratik yorumu bir düş oluyor, devrimci anlamını yitiriyordu. Besbelli ki, bu koşullarda, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve küçük ulusal devletlerin bağımsız duruma getirilmesi sözkonusu bile olamaz. Ezilen milliyetlerin emekçi yığınlarının kurtuluşunun ve ulusal baskının ortadan kaldırılmasının, emperyalizm ile bağları koparmadan, ‘kendi’ ulusal burjuvazisini devirmeden ve emekçi yığınların kendilerinin iktidarını gerçekleştirmeden düşünülemeyeceği açık-seçik belli oluyordu.

“Bu, Ekim Devrimi’nden sonra, daha da açık olarak anlaşıldı.”

Ekim Devrimi ve ulusal sorun

“Şubat devrimi, bağrında birbirleriyle uzlaşmaz iç çelişkiler taşıyordu. Bu devrim, işçilerin ve köylülerin (askerler) çabasıyla gerçekleşti; ama sonuç öyle oldu ki, iktidar işçilerin ve köylülerin değil, burjuvazinin eline geçti. (...) Yapılan bir burjuva devrimiydi, bu devrimi, işçiler ve köylüler, sömürücüler hesabına yapmışlardı.

... Ülkeyi emperyalist savaş çıkmazından, iktisadi çöküntüden kurtarmak için yeni bir devrim gerekti, bu kez sosyalist olan bir devrim.

“Bu devrimin sonucu Ekim ayaklanması oldu.

Toprak ağalarının ve burjuvazinin iktidarını deviren ve yerine bir işçi-köylü hükümeti yerleştiren Ekim Devrimi, Şubat Devrimi’nin çelişkilerini bir atılımda çözümledi. Büyük toprak sahiplerinin ve kulakların mutlak egemenliğini kırmak ve toprakları kır emekçi yığınlarının emrine vermek; fabrikaları ve işletmeleri kamulaştırmak ve onları işçilerin yönetimi altına koymak; emperyalizmle bağları koparmak ve soygun savaşına son vermek, gizli anlaşmaları ilan etmek ve yabancı toprakların fethi siyasetinin maskesini düşürmek, ve ensonu, ezilen halkların emekçi yığınlarının kendi kaderlerini tayin etme hakkını kabul etmek ve Finlandiya’nın bağımsızlığını tanımak, işte bu devrim sırasında Sovyetler iktidarı tarafından alınan temel önlemler bunlardır.

Bu, gerçekten sosyalist bir devrim oldu.”

“... O zaman herkes için açık-seçik belli oldu ki, ulusal burjuvazi, ‘kendi halkını’ ulusal baskıdan kurtarmak peşinde değildi, o halkın alınterinden kârlar elde etme özgürlüğü, ayrıcalıklarını ve sermayelerini koruma özgürlüğü peşindeydi.

“O zaman bütün açıklığıyla anlaşıldı ki, emperyalizmle bağları koparmadan, ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden ve iktidar, bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların kurtuluşu düşünülemez.

“Ve böylece ‘bütün iktidar ulusal burjuvaziye’ sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki eski burjuva kavramının maskesini, devrimin bizzat seyri düşürdü ve bu kavram bir kenara atıldı. ‘Bütün iktidar, ezilen ulusların emekçi yığınlarına’ sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki sosyalist kavram, tüm uygulanma haklarını ve olanaklarını kazanmış oldu.

“Böylece Ekim Devrimi, eski burjuva ulusal kurtuluş hareketine son vererek, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı, ve bu arada ulusal baskıya karşı, ‘kendi’ burjuvazilerinin iktidarına karşı ve yabancı burjuvaziye, genel olarak emperyalizme karşı yeni sosyalist bir hareketin çağını açmış oldu.”

Ekim Devriminin dünya ölçüsündeki önemi

“... Gerçekte Doğu’nun ezilen halklarının, emekçi yığınlarının yüzyıllar boyu süren uyuşukluğuna son veren ve onları dünya emperyalizmine karşı savaşa sürükleyen, dünyada ilk devrim, Ekim Devrimi olmuştur. İran’da, Çin’de, Hindistan’da Rus sovyetleri örneğine uygun işçi ve köylü sovyetlerinin kuruluşu bunun inandırıcı kanıtıdır.

“... Böylece geri kalmış Doğu halkları ile ileri Batı halkları arasında bağlar kurarak Ekim Devrimi bu halkları emperyalizme karşı ortak bir savaş kampında birleştiriyor.

“Böylece ulusal sorun, ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkıyor, ulusların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu genel sorunu haline geliyor.”

“Ekim Devriminin dünya ölçüsünde önemi, özellikle şunlardan ötürüdür:

“1) Ulusal sorunu, ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkararak, ezilen halkların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalist sömürüden kurtuluşu genel sorunu haline getirerek bunun alanını genişletmiştir.

“2) Bu kurtuluşun gerçekleştirilmesi için büyük olanaklar yaratmış ve gerçek yolları açmıştır. Ve böylelikle Batı’nın ve Doğu’nun ezilen halklarının kurtuluşunu geniş ölçüde kolaylaştırmıştır; onları, emperyalizme karşı utkun savaşın ortak yoluna getirmiştir.

3) Batının proleterlerinden Rusya devrimi aracılığıyla Doğu’nun ezilen halklarına kadar varan dünya emperyalizmine karşı yeni bir devrimler cephesi kurarak, sosyalist Batıyla köleleştirilmiş Doğu arasına köprü kurmuştur. “

Kasım 1918

Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu

(Sol Yayınları, 3. Baskı, s.87-99)