28 Kasım 2014
Sayı: KB 2014/47

Sermaye düzeninin zorbalığı sökmeyecek!
Tecrit ve sansüre karşı ortak mücadele
“Yayın yasağı yok hükmünde”
Rojava kantonları IŞİD tehdidi altında
Sağlıkta dönüşüm fiyaskosu!
İşçiye mezar, babasına lastik ayakkabı!
BirGün ve Evrensel’in turnusol kağıdı: Ülker reklamı - T. Kor
‘74 Ülker işgali yol gösteriyor!
Diplomalı işsizlik gerçeği!
MESS dayatmalarına karşı fabrika eylemleri
“Benim gibi isyan eden yüzlerce işçi var”
İzmir’de DEV TEKSTİL tanıtım toplantısı
Karayolu işçisinin iradesi sendikal bürokrasiyi aşmaya yetmedi
Fabrika ile barikat arasında
Devrim için devrimci parti, devrimci sınıf!
TKİP’nin 16. kuruluş yıldönümü etkinliği
16. yıl etkinliğine parti örgütlerinden mesajlar
Ferguson’da büyük öfke!
İntifada ruhu ezilmek isteniyor!
Gebze’de liseliler Oğuzhan Çalışkan için buluştu!
“Şiddete karşı mücadelede vardık, varız, varolacağız!”
EKK’dan 25 Kasım etkinlikleri
Burjuvazinin nüfusunu planlama değil, kökünü kurutma savaşı - Z. Eylül
“İnsan nasıl insan oldu” - Evrim Erdoğdu*
TKİP militanı Alaattin Karadağ mezarı başında anıldı
Basına sansür, tutsaklara tecrit!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Burjuvazinin nüfusunu planlama değil, kökünü kurutma savaşı

Z. Eylül

 

İlk çağlarda insan nüfusu oldukça azdı. Ancak doğaya uyum sağlama ve hayatta kalabilme yetisinin insan lehine gelişmesi sonucu nüfus artmaya başladı. Bu artışta yerleşik toplumsal yapının etkisi olduğu kadar tıbbın ve teknolojinin gelişiminin etkisi de yadsınamayacak boyuttaydı. Feodal sistem doğası gereği nüfus artışını körükledi. Bir yandan toprakta çalışacak insan gücüne öte yandan ise savaşta kullanacağı askere duyduğu ihtiyaç neticesinde doğurganlığı kutsadı. Ancak serflerin/toprak kölelerinin bir ömür boyunca emeğini sömürebilmek, aynı zamanda onları toprak savaşlarında cepheye sürebilmek için karınlarını doyuran feodal sistem, toplumsal altüst oluşlarla yerini kapitalizme bıraktı. Bu yeni sistemde ise kol gücünün yerini makine gücü aldı ve fazla nüfusa duyulan ihtiyaç dönemsel olarak ortadan kalktı. Bu nedenle sayıları hızla artan yoksulların nüfusunun planlanması yoluna gidildi. Nitekim XVII. yüzyıla gelindiğinde nüfus artış hızı en üst noktadaydı.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda ise kırdan kente yoğun göç ve kadınların kitlesel bir biçimde fabrikalara sürülmesi gibi etkenler doğurganlığı etkiledi. Nüfus artış hızı yavaşlasa da ölümlerin de azalması nedeniyle nüfus artışı hiç durmadı. Ama genç nüfusun yaşlı nüfusa oranı azaldı. Aynı tarihsel süreçte doğal kaynakların hızla tükendiği ve nüfus artış hızı durdurulamazsa felaketlerin kaçınılmaz olacağı savı kapitalist devletleri hayli telaşlandırdı ve dünya ölçeğinde doğum kontrolü tedbirleri alındı. Zira doğal kaynakların ve üretim gelirlerinin bölüşümünden doğan adaletsizliğin üzerine, belirli sınırlar içinde ayrıştırılan insan soyunun bu orantısız bölüşümü eklenince, küresel sermayeyi tehdit eden bir hal alan fazla nüfusun eritilmesi sorunu ortaya çıktı. Durum böyle olunca da “suçu kapitalist üretim süreci ve toprağın köy lordları elinde toplanmasıyla insanların fazlalık haline getirilmelerine değil de, işçilerin çocuk doğumuyla çok hızlı çoğalmasına yüklemekten kolay bir şey yoktu.”[1] Malthus’un yayınladığı ve Marx’ın “öğrencivari bir yüzeysellik ve papazvari bir gösterişle sunulan çalıntı bir eser” olarak tanımladığı Nüfus Prensibi Üzerine Deneme’de egemen sınıfın düşünce ve arzuları özetleniyordu.

Malthus’a göre, çocuk yapımında itidalli davranıldığı ölçüde insan sayısıyla gıda rezervi arasındaki açı kapanacaktı. Aksi halde doğanın masasında gelecek kuşaklara yer kalmayacaktı. Bu tespitle dünya üzerindeki açlık ve yoksulluğun nedeninin nüfus fazlalığı olduğu iddia ediliyordu. O zaman oluşan genel hoşnutsuzluğun sebebini ilk planda, zenginliklerin nasıl kazanıldıklarına ve paylaşıldıklarına değil de, insan fazlalılığına ve gıda maddesi yetersizliğine yüklemek gerektiğine inanılıyordu. Bu nedenle yoksulların insafına bırakılamayacak kadar önemli olan nüfus artışı meselesine el atılması gerekiyordu. Bu dönemde emperyalist kuruluşlar hiç de tesadüfî olmayan bir yardımseverlikle oluşturulan fonlar aracılığıyla ‘gelişmemiş ve kalabalık’ ülkelere yardım sağlayarak nüfus planlamasının maddi külfetini dahi üstleniyorlardı.

Komünizm tehdidine karşı faşizmin patlak verdiği yıllarda aynı sistemin temsilcileri kendileri adına savaşmaları için daha çok asker istiyor ve bu nedenle çok çocuk doğurmayı öğütlüyorlardı. Hitler programı olarak tanımlanan, Alman faşistlerinin 1932 yılındaki seçim bildirgesinde, “kadının ve erkeğin insan soyunu sürdürme görevi, birlikte çalışmadan daha önemlidir” deniyordu. Aynı tarihsel dönemde Mussolini, “sayı güç demektir, çocuk yapınız” diye sesleniyordu kadınlara. Yani kapitalizm yedek iş gücüne ya da paranın kutsal çıkarları için savaşacak askere ihtiyaç duyduğunda bir yandan da doğumları teşvik ediyordu. Bu olgu burjuvazinin nüfus sorununa yaklaşımını ortaya koyduğu kadar egemenler açısından nüfus politikasının göreceli ve sistemin çıkarlarına göre farklılık gösterdiğini kanıtlıyordu.

İnsana yönelik talep, başka herhangi bir meta için olduğu gibi, zorunlu olarak, insan üretimini düzenler; çok yavaş olduğu zaman hızlandırır, çok hızla ilerlerse durdurur. Herhangi bir meta için olduğu gibi! Eğer elde az işçi varsa, fiyatlar, yani ücretler artar; işçiler daha çok gönenir, evlilikler artar ve yeter sayıda emekçi sağlanıncaya kadar daha çok çocuk doğar ve daha fazlası yaşar-büyür. Eğer elde çok fazlası varsa fiyatlar düşer, işsizlik, yoksulluk ve açlık ve onun sonucu olarak da hastalık artar ve «artı nüfus» ortadan kaldırılır.” [2] Açlık ve salgınların öldüremediği kitleler ise doğum kontrol yöntemleri ile kısırlaştırılıyordu. Nitekim Hindistan gibi nüfusun hayli yoğun ve büyük bir kısmının yoksul olduğu bir ülkede 1970’lerde uygulanmaya başlanan politikalar, özellikle yoksul erkek veya kadınların sağlıksız koşullarda kısırlaştırılması biçiminde karşılığını bulmuştu.

Yalnızca Hindistan’da değil birçok Asya ve Afrika ülkesinde uygulanan bu doğum kontrol ve nüfus planlaması yönetiminin maddi giderlerini Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler karşıladı. Bu dönemde insanlar rızaları olmadan kısırlaştırıldı ve yalnızca yoksulları vuran bu operasyonlarda iki bin erkek öldü. Ancak daha sonraki dönemlerde yoksul kadınlar özel hedef olarak belirlendi ve her yıl binlerce kadın zorla kısırlaştırıldı. Yetersiz sağlık personelleri eliyle topluca kısırlaştırılan kadınların çoğu sağlıksız koşullar nedeniyle can verdi. Nüfus sorununun çözümü için yoksullara para teklif edilerek uygulanan bu yöntemle kadın katliamları gerçekleştirildi. Üstelik tüm bunlar nüfus planlaması adı altında meşrulaştırıldı hatta gelişmişliğin emaresi olarak kabul gördü. Geçtiğimiz günlerde yine Hindistan’da yüzlerce kadının kısırlaştırılması operasyonunda 15 kadın katledildi.

Peki, Hindistan’da ya da “gelişmemiş” ülkelerde doğanın geleceği için alınan bu tedbirleri bir yana koyarsak gelişmiş Avrupa ülkelerinde özellikle son yıllarda başlatılan çok çocuk kampanyalarını ve teşvikleri nasıl açıklarız? Ya da “üç de yetmez en az 5 çocuk yapın” diyen Türkiye kapitalistlerinin gerçek niyetini nasıl anlarız? “Kapitalist ekonomik sistemi hangi yönden incelersek inceleyelim, kitlelerin sıkıntı ve sefaletinin, gıda ve hayat için gerekli maddelerin yetersizliğinden değil, bilakis bunların eşitsiz dağılımı ve birilerine bolluk yaratırken diğerlerini açlığa zorlayan yanlış ekonomik tarzdan kaynaklandığını görürüz.”[3] Buradan bakınca burjuvaların nüfus artışına dair neden yaygara koparttıklarını ve doğanın ve insanlığın geleceğine dair felaket senaryoları yazdıklarını anlarız. Yani esasta sistem açısından egemen sınıfa dâhil olmayan ve kendisi için artı-değer ifade etmeyen insan kitleleri fazlalıktır.

İnsanlığın ve doğanın geleceğini düşünmek, çevre kirliliği ve küresel ısınmanın, kitlesel kıtlıkların ve salgınların en büyük aktörü olan kapitalizmin harcı değildir. Dolayısıyla Hindistan gibi birçok ülkede nüfus planlaması adı altında gerçekleştirilen kısırlaştırmalar doğrudan tanımıyla katliamdır. Zira öncelikli olan başta kadının sağlığı ve kararı olmakla birlikte doğmamış her çocuğun yaşama hakkıdır. Bu görüş proletaryanın ideolojik hatta yaşamsal dayanağıdır. Lenin’e göre de “bu, köylünün, zanaatçının, aydının, genel olarak küçük-burjuvazinin psikolojisini proletaryanınkinden ayıran köklü bir farklılıktır. Küçük-burjuvazi, yıkıma gitmekte olduğunu, yaşamının giderek daha zor olduğunu, var olma mücadelesinin daha acımasız olduğunu, kendi durumunun ve ailesinin durumunun giderek daha umutsuzlaştığını görmekte ve bunu duymaktadır.”[4] Bu psikolojiyle de daha az çocuk istemektedir.

Sınıf bilincine sahip işçi, bu görüşü tutmaktan uzaktır. Ne denli içten, ne denli yürekten olursa olsunlar, bu türden yakınmalarla bilincinin köreltilmesine izin vermez. Evet, biz işçiler ve küçük mülk sahibi yığınlar, kaldırılamaz bir baskı ve acılarla dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Bizim kuşağın karşı karşıya bulunduğu güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur. Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz ve en iyisini babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, bizim kafamıza yabancı gelen burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.” [5]

İnsanlık, gerçekten özgür ve doğal zeminde bulunduğu sosyalist toplumda, gelişimini bilinçli olarak yönlendirecektir. Şimdiye kadarki bütün çağlarda, üretim ve paylaşım ve nüfus çoğalmasına ilişkin eylemleri yasaları bilmeksizin oluyordu, yani bilinçsizce. Yeni toplumda, kendi gelişiminin yasalarını bilerek bilinçli ve planlı davranacaktır.” [6]

İnsanlık, onu kendi soyuna ve doğaya düşmanlaştıran prangalardan kurtulduğu vakit, her sorun gibi nüfus sorunu da ortadan kalkacak, her insan yaşama hakkına sahip olduğu gibi, yaşamını sürdürmek için üretime ve paylaşıma da dâhil olacaktır. Kadının bedeni hakkında söz söylediği ve önceliğin kadının sağlığı olduğu günlerde, toplu kısırlaştırma, kürtaj hatta doğum kontrolü tartışmaları bile yapılmayacaktır.

Kaynaklar

1- 3- 6- Agust Bebel, Kadın ve Sosyalizm

2- F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu

4-5- V. İ. Lenin, Yeni Malthusçuluk Üzerine

 

 

 

 

11 ayda 112 kadın işçi katledildi

 

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2014’ün ilk 11 ayında 122’si kadın olmak üzere 1676 işçinin yaşamını yitirdiğini belirtti.

2014 yılında Antalya’da en az 34 işçinin yaşamını yitirdiğini belirten İSİG Meclisi, Türkiye genelinde ise tespit edilebildiği kadarıyla bin 676 işçinin yaşamını yitirdiğini vurguladı.

İSİG Meclisi, 2014 yılının 11 ayında en az 112 kadın işçinin iş cinayetlerinde öldüğünü belirtti. Antalya’da patlama yaşanan işyerinin çamaşırhane olarak faaliyet gösterdiğini belirten İSİG Meclisi, “Çamaşırhaneler ‘İş Sağlığı ve Güvenliğine İlişkin Tehlike Sınıflar Tebliği’ne göre ‘az tehlikeli’ sınıfta yer alıyor. Oysa yaşanan patlama tebliğin de işyerlerindeki gerçek riskleri yansıtmadığını ve hatır-gönül ilişkileriyle hazırlandığını da açığa çıkıyor” dedi.

İş cinayetlerinin ve iş kazalarının önlenebilir olduğunu belirten İSİG Meclisi, işçi ölümlerinin son bulması için hükümeti somut adım atmaya çağırdı.

 

 

 

 

25 Kasım eyleminde Kobanê direnişi selamlandı

 

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadına yönelik şiddet ve kadın katliamlarına karşı Suruç’taki sınır hattında binlerce kadın buluştu. Başta Urfa olmak üzere İstanbul ve bölge illerinden Suruç’a gelen binlerce kişi Kobanê sınırındaki Mahser Köyü’ne yürüdü.

Mahser Köyü’nde askerler tarafından girişlerde kurulan arama noktalarına rağmen, kadınlar sınırda buluştu.

25 Kasım eylemine Suruç’taki çadır kentlerde kalan yüzlerce Kobanêli kadın da çocuklarıyla birlikte katılım sağladı. Erkeklerin de katıldığı yürüyüşte KESK’li kadınlar kendi pankartları arkasında yürürken yürüyüş boyunca, Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı savaşan YPJ’li kadın gerillalar selamlandı.

Sakine Cansız, Arin Mirkan ve Kader Ortakaya şahsında mücadelede yaşamını yitiren tüm kadınlar için saygı duruşu gerçekleştirildi. Saygı duruşunun ardından söz alan kurum temsilcileri konuşma yaptı. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ise eyleme telefonla bağlanarak konuşma yaptı. Yapılan konuşmalarda Kobanê’de ve sınırda ölümsüzleşen kadınların mücadeleyi büyüttüğü ifade edildi.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında direnen YPJ’lilere destek vermek için Suruç’a giden kadınlar 23 Kasım’dan itibaren nöbet eylemi yaptı. Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nin (DÖKH) çağrısıyla, Kobanê’de Mahser Köyü’nde toplanan yüzlerce kadın insan zinciriyle 25 Kasım eylemini başlattı. Eyleme ilk günden itibaren sınırda nöbeti sürdüren kadınlar da katıldı.

Türk sermaye devletinin imha ve inkar politikalarına karşı mücadelede en ön safta yer alan Kürt kadınları, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Diyarbakır başta olmak üzere, Mardin, Şırnak, Kars ve birçok kentte de sokaklara çıktı. Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH) öncülüğünde sokağa çıkan on binlerce kadın, erkek egemen sisteme ve şiddete karşı yürüyüş gerçekleştirdi. Öte yandan Kürdistan’ın birçok il ve ilçesinde 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne ilişkin panel ve etkinlikler düzenlendi.

Kızıl Bayrak / Suruç

 

 

 

 

Kader’e...

 

Dövüşerek ölmeyi, hele de ‘yüzünü hiç görmediğin insanlar için’ ölebilmeyi üzüntü yerine coşku yaratan bir şey olarak görmüşümdür her zaman. Kader’in öldüğünü günlük gazetelerden birinde gördüğümde gene bu duygu ağır bastı. ‘Böyle bir bir düşeceğiz zaferi kazanmak için, diye düşündüm. Kader oraya ne istediğini ve neler yaşanabileceğini bilerek gitti. Üzerine gelen kurşunları umursamadı. Bu onur senin olsun yoldaşım. İntikamını almak da bizim borcumuz olsun. Devlete, kapitalizme olan kinimiz bir kat daha arttı.

Anılar tazelendi sonra. Eskişehir’de 3 yıla yakın bir süre beraber mücadele ettik. Aklıma hemen canlılığın ve neşen geldi. ‘Ya hocam’ diye lafa girişlerin geldi candan kahkahanla. Ne de olsa ezilmiştin. Küçük yaştan itibaren çeşitli işlerde çalışmıştın, Kürt’tün, kadındın. Ezilenlerin, direndiğinde diğerlerinden daha neşeli olduğunu görürüz. İşte sen de öyleydin. Bize devrimci faaliyette saldıranların üzerine yürüdüğümüzde ‘ayağınızı denk alın’ anlamında elinde tuttuğun taşı özel güvenliklerin üzerine atan da sendin. Ertesi gün mertçe çatışan da sendin. O yüzden sınırı ölümü göze alarak aşma çaban beni şaşırtmadı. Böyle bir yoldaşa sahip olmak beni mutlu etti, güç verdi. Kendinden başkasını düşünmek senle bir kez daha anlam buldu. Devrimin, halkların kardeşliğinin inşasında güçlü bir tuğla ekledin Kader yoldaşım. Seni unutturmamak ve hesabını sormak boynumuzun borcudur. Hiç şüphen olmasın ki serüvenciler düştükleri yolda yer, zaman fark etmeden serüvenleri yazmaya devam ediyor. Sonu ‘ZAFER’ olacak serüvenleri.

BDSP’li bir yoldaşın

 
§