5 Şubat 2016
Sayı: KB 2016/05

Bahar dönemi, gelişmeler ve görevler
Eski düzende yeni anayasa hayalleri!
Yeniden imha, yeniden inşa!
Sermaye devleti yeni karakollar kuracak
Sermaye tam kölelik dayatıyor
Ek ücret zammı için ortak mücadele!
MİB’den iki günlük çalıştay!
EKU’da işçiler kararlılıklarını koruyor
Köle pazarları kurulmak isteniyor
“Ve (aynı) katil cinayet mahalline döner”
Mücadele tarihinde kadının yeri: İşçi kadınlar en ön safta!
Osmanlı’nın son yıllarından Cumhuriyet’in ilk yıllarına...
Greif deneyiminden öğrenelim!
Yasalar kadını koruyabilir mi?
Torba yasa işçi ve emekçilere esnek çalışmayı dayatıyor!
“Yeni mücadele döneminde liseleri fethedelim!”
3. Cenevre görüşmeleri; “Üçlü şer ekseni”nin kundakçılığı
Kapitalizm insana dair hiçbir sorunu çözemez!
Hayaller ve sınıfsal gerçekler!
Essen’de ‘Kürt sorunu’ konulu panel
Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?
Hasta tutsak Türkan Özen’e ‘siyasi cezalandırma’
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?

 

Bir haber geçiyor ajanslar; “Rize’nin Pazar ilçesinde kaymakamlık bünyesinde çalışan 50 geçici işçi, bir futbol sahasının zeminindeki karın erimesi için tam 1,5 saat boyunca yürütüldü!”

Haberi duyduğumda etrafımda birçok insan var. Ancak ne ben ne de onlar fazla şaşırmıyorlar. Zaten yaşamıyor muyuz ki ücretli kölelik düzeninde? Hele de ücretlerimiz asgari ücret seviyesinde eşitlenip her şeye zam geldikten sonra, ücretli kölelikte kölelik kısmı daha bir vurgulu olmadı mı?

Zaten işçiler de geçiciymiş. Ha sözleşmesi bitince ha ölünce... Fark eder mi ki patronlar için işçinin hayatının nasıl geçitği. Zaten onlar için gelip geçici değil miyiz bireysel olarak. Bireysel olarak diyorum, çünkü bir sınıf olarak patronları var eden bizleriz. Onlar “kendi mezar kazıcılarını yaratıyor”lar ancak, onların mezarını kazana kadar iş cinayetlerinde mezara girenler bizler oluyoruz.

Bir buçuk saat yürümek zorunda bırakılmanın ardından ayakları donma seviyesine gelen işçilerden ağlayanlar olduğu yazıyor haberlerde. Köleliği kabullen(e)memenin dışavurumu oluyor gözyaşları. Biriken öfke gözyaşı olarak atılıyor vücuttan sınıf kiniyle, sınıf bilinciyle buluşamadığında.

İnsan yerine konulmuyor işçiler Rize’de ve dünyanın hiçbir yerinde. Emek sömürüsüne dayanan bu sistemde emek-gücümüz bir meta olarak alınıp-satılıyor. Ve hiçbir söz hakkımız yok üzerinde. Aç kalma özgürlüğümüzü saymazsanız elbette.

Saha temizliği için uygun iş makinesi bulunamadığı” gerekçesiyle yürütülüyor işçiler. Yani uygun iş makinesi 50 kişilik geçici işçiler oluyor. Ancak kaymakamlık istediği verimi alamıyor. Zira karlar erimiyor. Performans düşüklüğünden işten atılacaktır o zaman sınıf kardeşlerimiz.

Birileri bu düzende "ceza ödetmek" mi, demişti?

Kaymakam, “Bu yöntemi uygulatan cezasını ödeyecek” demiş. Henüz bir ceza ödeyen olmadı. Zaten cezayı ödeyecek olan sömürü düzeni, ödetecek olansa bizler. Kaymakamdan bekleyecek değiliz diyetimizin karşılığını. Zaten Erdoğan, kaymakamları toplayıp “mevzuatı bir kenara bırakın” demişti günler önce. Rize-Pazar’da da kaymakam cumhurbaşkanının dediğini yapıyor.

Zaten bizlerin hayatının bir değerinin olmadığının kanıtlarıyla dolu kapitalizmin tarihi. Yıllar önce İstanbul’da İkitelli’de Ayazma deresi taştı ve Pameks’te çalışan 7 kadın işçi kapalı kasa minibüste sıkışarak boğuldu. Ürettiği metaları taşırken dikkati elden bırakmayan burjuvalar, taşınması gereken işçiler, dikkat edilmesi gereken bizlerin canı olunca vurdumduymaz oluveriyor.

Taşeron köleliğine ve sefalet koşullarına karşı fabrikalarını işgal eden Greif işçileri ve ürettikleri çuvallar geliyor akıllara. İşçiler ürettikleri çuvallardan bahsederken dünya tekellerine üretim yaptıklarını, ürettikleri çuvallarla taşınan ürünlerin suya, sıcağa, neme, soğuğa karşı korunduğunu söylüyorlardı. Bir işçi “bu çuvaldaki ilaçlar 1-2 sene denizin dibinde kalsa bozulmaz” diyordu. Peki her birimiz soralım kendimize ve dürüstçe cevap verelim: Hangimizin canı, ürettiklerimiz kadar değerli burjuvaların gözünde?

Hangimizin canı bir kum torbasından daha değerli? Yine yıllar önce bir tersanede filikaların kontrolünde kum torbası yerine işçiler kullanılmamış mıydı? Filikaya 16 işçi bindirilip 3 işçi katledilmişti. Ve tersane sahibine ceza kesildi. Hani kaymakamın “Bu yöntemi uygulatan cezasını ödeyecek” sözlerindeki ceza, yılar önce 3 işçinini ölümü karşılığı 36.500 liraydı. Ve bu da günlüğü 20 liradan taksitlendirilmişti. Birileri bu düzende ceza ödetmek mi, demişti?

Diyetimizin bedelini ödeteceğiz!

Bu düzende 301 maden işçisi ölür ve Başbakan çıkar “bu mesleğin fıtratında ölüm var” der ve iş cinayetlerinin ardından biz işçiler için “güzel öldüler” denir. Ödediğimiz diyetle kalırız bu düzende.

Ancak bu böyle gitmez. Ödediğimiz diyetlerin bedelini elbet ödeteceğiz. Rize-Pazar’daki işçilerin de, iş cinayetlerinde katledilenlerin de, Cizre’de, Nusaybin’de, Sur’da bodrumlarda, barikatlarda, akreplerin arkasında sürüklenerek imha edilmeye çalışılan Kürt halkının da ödediği diyetlerin bedelini elbet ödeteceğiz.

Biz 'güzel' ölenler, 'fıtratında ölüm' olanlar, onların gözünde kum torbası kadar değeri olmayanlar... Hiç kimse unutmasın ki bütün zenginlikleri var edenler bizleriz. Bugün bileklerimize takmış olduğunuz zincirleri de bizler ürettik. Nasıl ürettikse onları, parçalamasını da biliriz. Zira onlardan başka kaybedecek neyimiz var ki?

R. U. Kurşun

 

 

 

 

“İnadına barış” dersek sorunlar çözülecek mi gerçekten?

 

Taybet İnan Silopi’de yaşayan 57 yaşında 11 çocuk annesi emekçi bir Kürt kadınıydı. Geçtiğimiz günlerde komşusundan evine dönerken sokak ortasında çocuklarının gözü önünde sermaye devleti tarafından vuruldu. Yardımına koşarken vurulan kayını ile birlikte ambulans gelmediği için kan kaybından öldü ve 7 gün boyunca saldıralar devam ettiğinden cenazesi sokak ortasında öylece kaldı. Tıpkı günlerdir Cizre’de ölsünler diye bekletilen yaralılar gibi.

Taybet İnan’ın da, 7 Haziran seçimlerinden beri katledilen yüzlerce Kürt emekçisi gibi belki de en büyük lüksü elinden alınmış oldu: Yaşam hakkı! Yani devlet, Kürt hareketi ile karşılıklı yürütülen tüm barış görüşmelerinden sonra nefes almayı bile çok görür oldu Kürt halkına, peki niye? Sadece Kürt oldukları için mi ya da sadece HDP’ye oy verdikleri için mi? Oy nedenlerden biri olabilir ancak asıl neden hem Kürt hem de yoksul oldukları için, bölgenin sömürgeleştirilmesine direndikleri için, ülkenin diğer yarısındaki işçi ve emekçilerle çıkarları ortak olduğu için.

Sermaye sınıfı ve onun temsilcisi devlet, ülkenin doğusunda Kürt emekçilerine yönelik saldırılarını soykırım boyutuna taşıyarak, ülkenin batısında söz konusu saldırıların “terörle mücadele” adı altında propagandasını yaparak, işçi ve emekçileri etnik kökenleri temelinde ayrıştırmakta. Böylece daha fazla ucuz iş gücü ve sömürünün imkanlarını yaratmakta.

Sermaye devletinin yıllardır göz diktiği kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmaya yönelik saldırıları özellikle bu dönem tekrar gündeme getirmesi tesadüf değil. Kıdem tazminatının fona devredilmesini öngören yeni yasa ile patron işçinin kıdem tazminatından sorumlu olmayacak, bunun yerine kurulacak fona prim ödemeleri yapacak, böylece istediği zaman işçiyi kapının önüne koyabilecek. Üstelik fon sigorta vb. gibi özel şirketlerin yönetiminde olacak olması nedeniyle, muhtemelen yıllar sonra kıdem tazminatı alacağı için başvuru yapıldığında şirket iflas etmiş, ödenecek tazminat kalmamış bile olabilir!

Devlet, tıpkı Kürdistan’da uyguladığı terörle kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden insanları katlederek ve cenazelerin gömülmesine dahi izin vermeyerek Kürt emekçilerine dayattığı onursuzluk gibi, Türkiye işçi ve emekçilerine de kıdem tazminatının kaldırılması üzerinden onursuzluk ve kölelik dayatmaktadır. Birincinin gerçekleşmesi ikincisini daha da mümkün kılmaktadır.

O halde sermaye devletinin tüm bu saldırılarını bertaraf etmek için ne yapmalı? Barış güvercinlerini sabah akşam havada uçursak, inadına barış desek kalıcı bir çözüm gerçekten elde edebilir miyiz? Bu noktaya zaten barış sürecinden doğru gelinmedi mi? Demek oluyor ki sermaye düzeni içerisinde kalıcı bir barıştan, kalıcı hak ve özgürlüklerden bahsedilemez.

Yaygınlaşan uluslararası rekabet, ekonomik bunalım, savaşlar, uluslararası sermayeye bağımlı Türk sermayesinin ve devletinin işçiler ve emekçiler aleyhine uyguladığı saldırıların şiddetini arttırmakta. Öyleyse sınıfa karşı sınıf!

Hangi etnik kimlikten gelinirse gelinsin işçi ve emekçilerin çıkarları ortak. O zaman kalıcı bir barış için, işçi ve emekçilerin sınıf kimliğinde birleşmesinden, işçilerin birliği ve halkların kardeşliği mücadelesini büyütmesinden başka bir yol yok!

Küçükçekmece’den bir Kızıl Bayrak okuru

 
§