16 Aralık 2016
Sayı: KB 2016/47

Birleşik direniş, fiili-meşru mücadele!
Sermaye ekonomik krize “çözüm” arıyor
Sermayedarları kurtarma paketi!
Kanla beslenen bir düzen
Bu pisliği devrim temizler
İki stratejik ortağın Mavi Marmara anlaşması
15 Temmuz’dan yansıyanlar
İnsanca yaşamaya yeten asgari ücret için mücadeleye!
DEV TEKSTİL GMYK Aralık Ayı Toplantı Sonuçları
İşçi direnişleri ve eylemler devam ediyor
Krizler içerisinde debelenen düzene karşı, devrimci bir sınıf hareketi için ileri! - Onur Kara*
Asya-Pasifik: Emperyalistler arasındaki çatışmanın yeni alanı
Halep Suriye ordusunun denetimine geçti, savaş devam ediyor
Avrupa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru
AB ve avro cephesindeki gelişmeler üzerine
Bir kadın cinayeti ve Alman devletinin kirli sicili
Artık yeter! Sizinle kardeş değiliz
Maraş Katliamı’nın 38. yılı
19 Aralık Katliamı'ndan bugüne…
“19 Aralık’ta direniş bayrağını daha yukarıya yükselttik!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Asya-Pasifik: Emperyalistler arasındaki çatışmanın yeni alanı

 

Lenin klasik emperyalizm teorisine “Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası” ile en büyük katkıyı sunar ve onu şöyle tanımlar: “Kapitalizm dünyanın her yerinde eşit bir şekilde gelişmez ve büyümez. Bu eşitsiz gelişimin kendisi de dünyadaki güç ilişkilerini ve hiyerarşisini belirler.” Bunun anlamı, güç dengesinin sürekli olarak pazardan daha fazla pay almak adına yeni çatışmalara zemin hazırlayacak biçimde sürekli olarak değiştiğidir. Tıpkı 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ve ABD arasında yaşanan güç değişimi gibi. İki dünya savaşının ardından savaşın tükettiği Avrupa ağırlıklı (İngiltere, Fransa ve Almanya) güç merkezi, savaşı kendi topraklarında yaşamamış ABD için büyük bir fırsat yaratmış ve gücün ağırlıklı olarak orada toplanmasına yol açmıştı. Bugün ise içinde yaşadığımız kapitalist dünya düzeni tekrardan bu güç değişimi olgusunun eşiğinde bulunmaktadır. Bu değişimin bir jeopolitiği olacaksa ki olmazsa olmaz, bu Pasifik’te yaşanacak bir kapışmanın ardından mümkün olabilecektir. Neticede bu jeopolitik emperyalistler arası rekabetin ve bu rekabetin tetikleyeceği gelişmelerin ardından şekil alacaktır. Asya-Pasifik denilen bölge ise, deniz ticaretinin, enerji hatlarının, insan kaynaklarının ve daha da önemlisi zengin yeraltı kaynaklarının olduğu devasa büyüklükte bir coğrafyadır.

Güney Çin Denizi’nde ve onu çevreleyen bölge ülkelerinin kıta sahası içindeki alanda farklı rakamlar telaffuz edilse de büyük ölçekli petrol ve gaz rezervlerinin olduğu bilinmektedir. Piyasa değeri yüz milyar dolarlarla ifade edilen bu zenginliğe kimin el koyacağı, bu güzergahtaki enerji hatlarının güvenliğini kimin sağlayacağı, dünya deniz ticaretinin neredeyse 3/2’sini oluşturan bir trafiğin kimin denetiminde olacağı sorunu hayati bir önemdedir. Bir yanıyla zengin yeraltı kaynakları, diğer yanıyla da dünya nüfusunun yarısından fazlasını bünyesinde toplayan devasa bir pazar... Vahşi kapitalizmin kuralsız bir biçimde işlediği, geliştiği ve dönüştürdüğü bir emek cenneti aynı zamanda. Ne var ki bu aynı vahşi sömürü çarkının yaratacağı yeni çelişkiler ve çatışma alanları olacaktır. Biriken sermaye bu trendi koruyup yaymaya ve onun güvenliğini sağlamaya çalıştığı ölçüde, başka bazı güçler ve güçlüklerle karşılaşacaktır. İstisnasız bütün emperyalist güçlerin bu alana dönük hamleleri, güç birikimi ve yoğunluğu başka türlü okunamaz. 20. yüzyılda insanlığın ihtiyaç duyduğu enerjiyi ve emtiayı başta Ortadogu ve Afrika’dan karşılayan emperyalist kapitalizm, artık bu kaynaklara dayanarak ihtiyaca cevap bulamamaktadır. Bu ihtiyacın ürünü olarak yeni olanaklar ve çeşitlendirilmiş kaynaklar yaratmak zorundadır. Bu ihtiyacı karşılamaya dönük her yeni bir hamle farklı sorunları da beraberinde getirmektedir.

Son yıllarda Rusya’nın bu alana dönük ilgisi ve coğrafi olarak yakınlığının yanı sıra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un 24 Ağustos 2015 tarihinde “Batı’nın uzun bir ekonomi, finans ve siyasi hakimiyet çağının sona erdiğine, şimdi ise buna karşı meydan okuyan ve gerçek bir merkez haline gelmeye başlayan bir Asya-Pasifik bölgesinin oluştuğuna” vurgu yapması tesadüfi değildir. Rusya’nın giderek Asya-Pasifik ekonomisine entegre olmak için son dönemde Çin’le yaptığı enerji anlaşmaları, sınır boylarındaki sosyolojik geçirgenlik ve Çin mallarının ulaşabildiği en kolay pazar olması, bu iki ülkeyi -aralarında kimi ihtilaflar olsa da- birbirine yakınlaştıran en temel faktörlerdir. Yine hem Rusya’nın hem de Çin’in güneyden ABD ve ortakları tarafından çevrelenmeye ve kuşatılmaya çalışılıyor olması da bir başka nesnel gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Asya-Pasifik denilince akla güç hiç kuşkusuz ki o devasa büyüklüğü, yaratıcı insan kaynakları ve hızlı büyüyen ekonomisiyle Çin'dir. Yükselen bir yeni güç olarak Hindistan, Japonya, Malezya, Filipinler ve diğer çeper ülkelerin her birinin bu pastadan pay alabilmek için planları, projeleri ve hazırlıkları bulunmaktadır. Transatlantik dünyasının enerjiye olan bağımlılığını ve bu bağımlılığın yarattığı güvenlik sorunlarını bir fırsat olarak gören ABD emperyalizmi bu bölgede ciddi yatırımlar, askeri üsler ve bölge ülkeleriyle askeri tatbikatlar yaparak büyük bir hazırlığın içine girmiş bulunuyor. Ekonomik alanda yaşadığı gerilemeyi askeri üstünlükle yeniden toparlamaya ve kapitalist dünyanın hâlâ tek ve biricik efendisi olarak kalmaya çalışıyor. Bugünün nesnel koşulları üzerinden bakıldığında Çin’in ne askeri teknoloji açısından, ne de ekonomik kapasitesinin yarattığı imkanlar bakımından ABD ile kıyaslanamayacağı da, fakat küçümsenemeyeceği de kesindir. Ayrıca Çin’in “Ahenkli Dünya Stratejisi” kapsamında sorunlarını daha çok ekonomik entegrasyon ve diplomasiyle çözmeye çalışıyor olması da bu alandaki gücünün sınırlarını ve imkanlarını anlatmaktadır. Yalnız bu bölgenin denetimi açısından Rusya’yı yanına almış bir Çin’in yaratacağı etki düşünülenin de ötesinde bir özgül ağırlık oluşturacaktır.

Rusya, Çin ya da Avrupalı emperyalist güçlerin ABD emperyalizmine karşı alternatif yeni bir hegemonik güç oluşturma çabaları onları ilerici ya da anti-emperyalist bir kategoride değerlendirdiğimiz anlamına gelmez ve öyle bir nitelik de kazandırmaz. Bütün bu gerici kuvvetlerin biricik hedefi hegemonyalarını koruyup kollamak ve kendi gerici çıkarları uğruna dünya halkları üzerindeki baskıyı daha da yoğunlaştırmaktır.

Emperyalistler arasındaki çelişkilerin şiddetlenmesi ve buna bağlı olarak yeni bloklaşmaların ortaya çıkması elbette işçi sınıfı ve ezilen halklar için bir dizi fırsatlar yaratabilir. Yalnız burada bu emperyalist güçlerin, birinden birini beğenmek, taraf olmak, devrim ve sosyalizm iddiası olanların işi olamaz. Bütün bir tarihsel deneyim göstermektedir ki, ilerici devrimci politika adına “alternatif emperyalist” güçlere dayanan ve emperyal güçler arasındaki çelişkileri olduğundan fazla abartanların akibeti hiç de hayırlı olmamıştır. Bilinmelidir ki, tarihi yazanlar her zaman, devrimci sınıfın gücüne, hele hele örgütlü olması durumunda yaratacağı sinerjiye, oluşturduğu imkanlara bakan ve oradan geleceği kucaklamaya çalışanlardır.


 
§