17 Şubat 2017
Sayı: KB 2017/07

Savaşa ve yayılmacılığa karşı işçilerin birliği halkların kardeşliği
Türkiye ve İsrail arasında ‘derin muhabbet!’
Özelleştirmenin, gaspın, talanın OHAL’i; Varlık Fonu
Suruç Katliamı iddianamesi: Devlet katliamı örtmeye çalışıyor!
Bir katliamın aynasından yansıyan devlet gerçeği
“Bulunduğumuz her noktayı direniş mevzisine dönüştüreceğiz!”
Kitlesel kıyımları, yaygın direnişlerle karşılamalıyız!
Tekstil İşçileri Sempozyumu gerçekleştirildi
Sınıf cephesinde eylem ve direnişler
Petro-kimya işçilerinin mücadele tarihi-3
Devrimci sınıf hareketi!
Gençlik akademisyenlere sahip çıktı
AKP iktidarı üniversiteleri “kavgaya davet etti!”
Trump ve hegemonya savaşları
Avrupa metropollerinde mülteci dramı
Sertleşen NATO-Rusya gerilimi
Almanya’da seçimler ve Alman burjuvazisinin beklentileri
İyi ki doğdun Charles Darwin!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrupa metropollerinde mülteci dramı

A. Engin Yılmaz

 

Bir yandan emperyalist barbarlığın ürettiği savaşlar, iç savaşlar, etnik, mezhepsel ve ulusal boğazlaşmalar; öte yandan sınırsız ve vahşi bir kapitalist sömürünün yol açtığı yaygınlaşan ve derinleşen yoksulluk, açlık, evsizlik ve on milyonların kabusuna dönen işsizlik gibi sayısız sosyal felaket ve yıkımlar… Bu tablo, 21. yüzyılın en büyük insan trajedilerinden biri olan göçmenlik-mültecilik sorununa neden olmuş, 60 milyon insanın evini, ailesini ve ülkesini terk etmesine yol açmış bulunuyor.

Nice sosyal-toplumsal yıkımların ve felaketlerin pençesinden kurtulmak için her şeyi göze alarak kendilerini Avrupa ülkelerine atmaya çalışan yüz binlerce göçmenden on binlercesi Akdeniz’in derinliklerine gömüldü (2000’den bu yana 28-30 bin olduğu iddia ediliyor.) Binlercesinin yaşamı ise tıka basa doldurulan TIR'ların, minibüslerin, konteynırların içinde havasızlıktan son buldu. Yüzlerce göçmen düştükleri yollarda açlık ve susuzluktan veya tel örgüleri geçmeye çalışırken, onlarcası ise donarak öldü. Yine yüzlercesi ise organ mafyasının ve insan ticareti yapanların elinde kayboldu. Bu tüyler ürpertici vahşet ve canilik hız kesmeden devam ediyor.

Doğrudan sebep oldukları ve dolaysız bir şekilde sorumluluklarını taşıdıkları bu soruna çözüm bulmak iddiasındaki emperyalistler ve işbirlikçiler takımı, zirvelerde ve kapıların ardında on milyonların yaşamı üzerine tiksindirici pazarlıklar yaparak, göçmenler için aşılmaz bir Avrupa kalesi yaratmak çabasındadırlar. Bu amaçla Avrupalı emperyalistler, mültecilerin karşısına AB’ye üye ve üye olmayan bir dizi ülkede sınır boylarına kilometrelerce uzunlukta ve metrelerce yükseklikte örülen dikenli tellerle dikiliyorlar. Savaş gemileri ve hücum botlarını harekete geçiriyor, sınırlara mayınlar döşüyorlar. İşbirlikçiler ve uşaklar takımı ise Avrupa’nın mülteci korkusunu ve sorununu emperyalist efendilerinden onmilyarlarca avro koparmanın fırsatına çevirmek için çırpınıyor ve ahlaksızca şantajlarda bulunuyorlar.

Avrupa metropollerinde mültecileri bekleyen sorunlar

Yaşamlarını tehlikeye atarak çıktıkları zorlu ve çileli yolculukların ardından, canlarını kurtarıp Avrupa’ya ulaşmış yüz binlerce insanı, buralarda da büyük zorluklar beklemektedir. Mülteciler ulaştıkları ülkelerde gözaltı merkezlerine ve toplama kamplarına kapatılıyor, buralarda adeta hayvan muamelesi görüyor, aşağılanıyor ve birçok temel insani ihtiyaçlardan mahrum bırakılıyorlar. Üstüne üstlük ırkçı saldırılara uğruyorlar. Derme çatma barakalarda, çadırlarda ve sokaklarda içler acısı bir yaşam sürdüren bu insanlar barınma, beslenme, sağlık ve eğitim imkanlarından da yoksun bırakılmaktadırlar. Rastgele birkaç video izlemek tüyler ürpertici bu vahşet tablosunu görmeye fazlasıyla yeterlidir. Bu çaresiz insan topluluklarının önemli bir kısmı fuhuş sektörüne sürülmekte, mafya pençesine ve insan tacirleri eline düşürülmekte, dilencilik yapmakta, bir kısmı da kölelik ücreti karşılığında çalışmak zorunda kalmaktadır. Binlerce kimsesiz çocuğun akıbeti ise bilinmemektedir. Bu özet tabloya biraz daha yakından bakalım.

Kapitalizmin vahşi yüzü; kimsesiz çocuklar ve akıbetleri

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri T. Jagland, mültecilerle ilgili olarak üye devletlere gönderdiği yazıda, 300 bin çocuğun yanlarında aileleri olmadan mülteci yaşam için yollara çıktığını, bunlardan bir bölümünüm mülteci olarak yaşadığını belirtmektedir.

ABD’de 250 “Göçmen Tutuklama Merkezi” var. Buralardaki çocuk sayısı bilinmiyor. Meksika sınırında 100 bin yalnız çocuğun tutuklandığı ve bunların çoğunun bu merkezlerde tutulduğu ve sınır dışı edileceği söyleniyor. 2016 yılının ilk dokuz ayında sadece İtalya’ya deniz yoluyla ulaşan çocuk sayısı 2015’tekini yüzde 90 geçmişti. 2016 Ocak ayından Ekim ayına kadar yanlarında kimsesi bulunmayan ve ailelerinden ayrılmış 20 binden fazla çocuğun İtalya’ya ulaştığı tahmin ediliyor. Bu kimsesiz çocukların dehşet verici yaşamı yollarda başlıyor. Ülkeden ülkeye geçerlerken kaçakçıların ellerinde neler yaşadıklarını anlatmak bir yana bırakılırsa, kız çocukların bir çoğu hedef ülkeye hamile olarak ulaşıyor. Denizde boğularak ölen kimsesiz çocukların sayısı ise bilinmiyor.

UNICEF’e göre, 96 bin mülteci çocuk Avrupa’da sisteme kayıtlı değil. Yanı sıra geçen yıl Almanya Federal İçişleri Bakanlığı tarafından verilen bilgiye göre, daha önce AB genelinde yaklaşık 10 bin sığınmacı çocuğun kaybolduğu belirtilmiş ve bunların 8 bininin Almanya’da olduğu söylenmişti. Kalabalık mülteci gruplarıyla gelen çocukların kaybolduğu ülkelerden biri de İsveç. İsveç’te her gün 10 kimsesiz çocuğun kaybolduğu iddia ediliyor. Yüzlerce çocuğun kaybolduğu ülkelerden bazıları da Fransa ve İngiltere’dir. Örneğin sadece Fransa’daki Calais mülteci kampının boşaltılmasının ardından 129 çocuk kayboldu. Slovenya’da ise çocukların yüzde 80’i kayıp. Kimsesiz ve savunmasız çocukların “modern Avrupa”nın merkezlerindeki bu dehşet verici tablosu kapitalizmin en iğrenç, en tiksindirici yüzlerinden biridir

Mültecilerin değerli eşyalarına ve paralarına el konuluyor

Danimarka’da kabul edilen ve sığınmacıların paralarına ve değerli eşyalarına el konulabilmesine olanak tanıyan yasa fiilen uygulanıyor. Bu yasa 1,350 avronun üzerinde değere sahip eşyalara ve paralara el konulmasını öngörüyor. Bunun üstündeki meblağa, sığınmacıların Danimarka’daki kalışlarını finanse etmek için el konuluyor. İlk uygulaması ülkeye girmeye çalışan göçmenlerin üzerinde çıkan 11 bin avroya polis tarafından el konulması oldu.

Her ne kadar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği mültecilerin değerli eşyalarına el koyma politikasını eleştirse de bu politikayı yalnızca Danimarka’nın uygulamadığı biliniyor. Almanya ve İsviçre gibi ülkelerde de bu politika uygulanmaktadır. Bunun sonucu olarak Almanya, mültecilerin 863 bin avro değerindeki eşyalarına ve paralarına el koydu. Söz konusu ülkeler bu politikaları mültecilere verilen sosyal haklara karşılık uyguladıklarını savunarak, bu utanç verici durumu meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bir dizi ülkede uygulanan bu politika mültecilerin ilgili ülkelerdeki kalışlarını finanse etmek ve verilen yardımların karşılığı olarak sunuluyor.

Değerli eşya ve paralara el koyma biçimindeki uygulamanın, Hitler rejiminin 1930’larda Yahudilere uyguladığı politikayla olan benzerliğine dikkat çekildiğini belirtmiş olalım.

Kamplarda ve Avrupa’nın göbeğinde insanlık dışı yaşam

Avrupa ülkelerine girmeyi başaran insanlar binlerce kişinin kaldığı kamplarda da acı ve sefil bir yaşam sürdürmeye devam ediyorlar. Fransa, Almanya ve Avusturya başta olmak üzere bazı ülkeler mülteci kamplarını şehirlerden ve yerleşim yerlerinden uzak kuruyorlar ve böylece mültecileri sosyal ve toplumsal yaşamın dışına da itmiş oluyorlar. Söz konusu kampların bazıları, çocuklar da dahil olmak üzere binlerce kişiden oluşuyor ve insanlık dışı koşullar barındırıyor. Fransa-Calais’deki Jungle (Vahşi Orman) sığınmacı kampı bunun iğrenç örneklerinden biriydi. Yaklaşık 10 bin kişinin kaldığı bu kamp adeta hayvani koşullar barındırıyordu ve nitekim zorla boşaltılmak zorunda kalındı.

Bu kamptaki koşulları ve elbette ki Avrupa’ya bakışlarını buranın sakinlerinin diliyle aktarmak en iyisi: “Hepsi Akdeniz’e ulaşıyor. Hatta bazıları kurtarma ekiplerinin gözleri önünde can veriyor. Buna birçok kere şahit oldum. Arkadaşlarımı ve kardeşimi kaybettim. Buraya vardığımızda Avrupalı ülkelere ve buranın insanlarına karşı iyi bir bakış açımız vardı. Adalet, politika ve insanlık adına büyük beklentilerimiz vardı. Ancak şu anda yaşadığımız hayat bir köpeğin yaşadığından daha da kötü durumda.” Bir başka mülteci, “Vadedilmiş topraklar diye Avrupa’ya geldim ama köpek muamelesi görüyorum. Hayatta kalmak için Avrupalıların çerçöpünü yemek zorundayım. 40 gün gözaltında tutuldum. Sonra sokağa atıldım. Yaşanacak yer değil.” Ölmeyi tercih eden başka biri duygularını şöyle özetliyor: “Libya’dan İtalya’ya giderken teknemiz arızalandı. Her şeye şahitlik ettim. Gözlerimin önünde 140 kişi hayatını kaybetti. Buraya canlı olarak geldiğimden beri yaşadığım hayat hayat değil. Şansımı deneyip ölmek daha iyi.” Bir başkası ise yasalardan ve insan haklarından söz eden emperyalist şeflere “Başka seçeneğim yok. Avrupa’ya gelip parmak izimi verdikten sonra sokakta gezebiliyorum. İnsanlık nerede? Peki ya yasalar? Söyledikleri o insan hakları nerede?” diye sesleniyor.

On binlerce mültecinin ortak duygularını dile getiren bu özlü ifadeler, kamplardaki yaşam koşullarına olduğu kadar Avrupa’nın gerçeğine de ışık tutmaktadır. Aynı insanlık dışı koşulların yaşandığı bazı kamplara Almanya, Hollanda, Danimarka, İngiltere, İtalya vb. yerlerde de rastlamak mümkündür. Slovenya, Macaristan, Makedonya, Sırbistan, Yunanistan ve benzeri ülkelerde inşa edilen toplama kamplarındaki koşulların ise ayrıntısını özetlemek gereksizdir.

Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bu utanç tablosuna, örneğin Almanya’nın bazı bölgelerinde mültecilerin kamuya açık yüzme havuzlarına ve spor salonlarına girişinin yasaklandığını, İngiltere’nin Middlesbrough şehrinde ise mültecilerin kapılarının kırmızı renge boyanarak ırkçıların hedefi haline getirilmesini, bazı yerlerde ise ücretsiz yemek alabilmeleri için mültecilerden parlak renkli bileklikler takmalarının istenmesini, mültecilerin Avrupa’da nasıl davranılması gerektiğini anlatmaya yeltenen görselleri ve bu tip görsellerin çoğaltılıp mültecilere dağıtılması biçimindeki aşağılamaları, kampların ve yurtların ateşe verildiğini, mültecilere karşı gösterilerin örgütlendiğini de eklemek gerekir. Kayıt dışı olan ve sayıları yüz binleri bulan, illegal yaşamak zorunda kalan mültecilerin yaşam şartlarını anlamanın ise bir güçlüğü yoktur.

Mültecilerin emek sömürüsünün de en acımasız boyutuna maruz kaldığını, kadın mültecilerin ise ağır ve ucuz çalışma koşullarının yanı sıra iş yerlerinde cinsel istismarlara ve saldırılara uğradıklarını, kadın ve çocukların aynı zamanda fuhuş sektörüne sürüldüklerini de geçerken belirtmiş olalım. Bu aynı insanların iç politikanın kirli bir malzemesi yapıldığı, işçi ve emekçileri bölüp parçalamanın, ırkçılığı ve faşist hareketi geliştirmenin imkanına dönüştürülmek istendiği de ayrıca bilinmektedir.

Tüm bunların ve daha nice toplumsal sorunların ve sosyal felaketlerin olmaması için sosyalizm daha güncel ve daha yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiş bulunuyor. İnsanlığın bir geleceği olacaksa eğer bu gerçeğin dışında başka da bir çıkış yolu, başka da bir çözüm yoktur.

 

 

 

 

LSG Sky Chefs’te toplu kıyım ve mücadele

 

Frankfurt Havaalanı’da Lufthansa’ya bağlı olarak çalışan ve uçaklara yemek servisi yapan LSG Sky Chefs bundan aylar önce işçi çıkaracağını duyurmuştu. Yakın zamanda Lufthansa şeflerinin katılımıyla yapılan bir işyeri toplantısında en az 200 kişinin çıkarılacağı çalışanlara resmen duyuruldu.

Lufthansa patronları işçi kıyımını, müşteri kaybettikleri, rekabet edemedikleri, işçi giderlerinin çok yüksek olduğu ve geçen yıla göre zarar ettikleri gibi yalan ve demagojiler eşliğinde duyurdular. Lufthansa patronları işçiler arasında panik havası yaratarak paralı çıkış aldırma, daha ucuza çalıştırılan iş yerlerine geçişe veya erken emekliliğe özendirme gibi yöntemlerle iş yerini tasfiye etmeye çalışıyor.

İşçiler patron işbirlikçisi Ver.di’ye alternatif arıyor

Frankfurt Havaalanı’nda en büyük sendika, Almanya’nın IG Metal’den sonra en büyük sendikası olan Ver.di’dir. Fakat ne yazık ki Ver.di’nin havaalanı şubesi, geçmişte imzaladığı kötü toplu sözleşmelerden dolayı oldukça sabıkalıdır. Adeta patron işbirlikçisi konuma düşen Ver.di’ye karşı işçi tepkisi gittikçe yükseliyor.

Yükselen bu tepkilerin ürünü olarak, son yapılan seçimlerde Ver.di’ye rakip olarak katılan AGİL adlı sendika Ver.di’den daha fazla oy alarak seçimi kazandı. AGİL’in Ver.di’ye alternatif olup olamayacağı, vaatlerinin ne kadarını gerçekleştirebileceği tartışmalı olsa da; işçilerde yükselen tepkiyi ve örgütlenme ihtiyacını göstermesi bakımından önemlidir.

LSG’de, oldukça zayıf olsa da, işçi kıyımına karşı tabandan örgütlenmeye dönük bazı çabaların olduğu gözlenmektedir. Böylesine ağır ve kararlı bir saldırı karşısında bunun yeterli olup olmayacağını, ya da daha ne gibi girişimlerin olacağını önümüzdeki bir iki ayın gelişmeleri gösterecektir.

BİR-KAR mücadeleyi yükseltmeye çağırıyor

İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği (BİR-KAR) Platformu da başından beri LSG’deki gelişmeleri yakından takip ederek sürecin bir parçası oldu. Bu çerçevede daha önce LSG çalışanlarına yönelik bir bildiri dağıtımı yapılmıştı. Geçtiğimiz günlerde de konuyla ilgili bir toplantı yapıldı. 12 Şubat Pazar günü ise, işçileri işçi kıyımına karşı örgütlü direnişe çağıran ikinci bir bildiri dağıtımı gerçekleştirildi. İşçilerin bildiri dağıtımına oldukça ilgili oldukları gözlenirken, yer yer yapılan sohbetlerde işçilerin son derece tedirgin ve öfkeli oldukları görüldü. Bazı işçiler toplu bildiri alarak içeride dağıtacaklarını belirttiler.

LSG yönetimi yine yasal olmadığı gerekçesiyle müdahale ederek bildiri dağıtımını engellemeye çalıştı. Müdahale ve engelleme çabalarına rağmen BİR-KAR çalışanları dağıtımı planladıkları gibi sürdürdü.

Kızıl Bayrak / Frankfurt

 
§