31 Mart 2017
Sayı: KB 2017/13

Kölelik dayatmalarına da, faşist zorbalığa da geçit yok!
Kamu emekçilerinin direnişi ve akademisyenler
Metal işçisi gücüne ve birliğine inanmalı
Metal TİS’lerine doğru
Grev hakkını savunmak için mücadeleye!
AKP’nin ‘Hayır’ çalışmaları
Burjuva siyasetin referandum ekseni
Sınıf devrimcilerinden referandum faaliyetleri
Burjuvazi için söz konusu çıkar ilişkileriyse gerisi teferruattır
Kazanımları korumak ve gerici ablukayı dağıtmak için fiili-meşru mücadele çizgisi
Siyasal gericilik ve kadınlar
İEKK’dan referandum gündemli toplantılar
Yeni Greifler’in, Metal Fırtınalar’ın yolu ‘Meslek Liseliler Birliği’nden geçer!
Filistin’de tek seçenek direniştir!
Yemen’den yansıyan barbarlık tablosu
Suriye’de yeni kanlı planlar
BİR-KAR’dan Almanya’da referandum gündemli paneller
“Genç Karl Marx” filmi ve bir kritik denemesi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Genç Karl Marx” filmi ve bir kritik denemesi

A. Serhat

 

Doğanın ve toplumların tarihindeki kimi periyotlar sıçramalı bir gelişim seyri izlerler. Doğal bilimler alanında bu sıçramalı gelişimin öncüleri kimlerdir dediğimizde ilk aklımıza gelenler, Galileo, Darwin ya da Einstein olur. Toplum biliminde ise Marx ve Engels’tir. Onlar düşün dünyasındaki çok da uzun sayılamayacak süredeki yoldaşlıklarında bir devrim yaratmışlardır. Alman idealizminin karşısına materyalist toplum felsefesinin temel taşlarını koyarak, tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğunu dile getirmiş ve ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçisin bilimsel metodolojisini yaratmışlardır. Yaşadıkları tarihsel sürecin Hegelci felsefik atmosferine karşı inatla direnmeyi ve idealist toplumcu felsefenin sefaletini tarihin çöplüğüne atmayı başarmış ve nihayet düşün dünyasının, toprağıyla buluşmasını sağlamışlardır.

Marksizm teorisi, ne bilimsel bir önerme ne ütopik bir dünya algısı ne de çok zeki iki insanın bir araya gelerek kurguladıkları fantastik çıkarımlardır. Marksizm, insanlık dünyasının hafızasından ve onun gelişim süreçlerinin toplamından süzülüp gelmiş bütün deneyimlerinin bugünü ve geleceği nasıl etkileyeceğinin tarihsel materyalizminden ve günümüz dünyasının en modern sınıfı olarak işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin diyalektik düşünceden oluşur.

Pratik politik anlamda 19. yüzyıldaki Marksizm’in görünürlüğü, bir parça Paris Komünü süreci dışında tutulursa, çok fazla değildir. Gerçek anlamda sınıflar mücadelesindeki görünürlüğü ve kazanımları ancak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşebilir. Bunun en somut örnekleri Bebel’in yönetimindeki Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin gelişim seyri ve 1917 Büyük Ekim Devrimi’dir. Hiç şüphesiz Marksizm’in temellerini oluşturduğu sınıf teorisi olmasaydı ne Alman Sosyal Demokrat Partisi ne de Büyük Sovyet Devrimi olabilirdi. Tarihsel olgular arasındaki ilişki bilimsel marksist yöntem olmaksızın doğru anlaşılamayacağı gibi, sosyal devinim süreçlerinin hangi dinamiklerle nereye varabileceği ya da ne tür sonuçlar yaratacağı da bilinemez.

Bugün yaşadığımız kapitalist dünya düzeninin krizi ve yarattığı ya da yaratacağı kesin tehlikeler marksist teorinin güncelliğini ve insanlık dünyası için ne derece yaşamsal olduğunu bir kez daha göstermektedir. Kapitalizmin yaşadığı bunalım sadece iktisadi ögeler taşımamakta, giderek siyasal bir karakter de kazanarak daha yoğunluklu bir süreklilikle bir çöküşe doğru ilerlemektedir. Bu çöküşün farkındalığı insanları istemeden de olsa hem kapitalizmi yeniden anlamaya hem de çözüm yolları bulmak için marksist teoriye itiyor. En yeminli düşmanları bile şimdi “Marx okumanın zamanı” demek zorunda kalmış görünüyorlar. Ayrıca harıl harıl okuduklarından da hiç kimsenin şüphesi olmasın. Öyle ki iş okumakla da kalmıyor. Marx ve eseri, beyazperdenin konusu ve onun üzerinden en “değme” sinema eleştirmenlerinin de gündemini, istemeden de olsa, işgal etmiş bulunuyor.

Yönetmenliğini Haitili Raoul Peck’in yaptığı, senaryosunu Fransız Pascal Bonitzer’in yazdığı “Genç Karl Marx” filmi yakın zamanda üç dilde (Almanca, Fransızca ve İngilizce olarak) seyirciyle buluştu. Filmin Yönetmeni Raoul Peck ABD, Fransa ve Almanya’da sinema eğitimi almış başarılı bir sinemacı. Öğrencilik yıllarında dönemin sol hareketlerine yakın durduğu ve oradan etkilendiği ve bu etkinin sinemasına bir biçimiyle sirayet ettiği de tartışmasız bir olgu. Sinema dünyasına, 1961 yılında bir Amerikan darbesiyle öldürülen Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk siyah başbakanı olan Patrice Lumumba’yı konu edinen, 1992 yapımı “Peygamberlerin Ölümü” adlı belgesel filmle adım atmıştır.

Uluslararası festivallerde birçok ödül alan yönetmenin, küçük burjuva aydın kimliğinin yarattığı yetersizlikten midir yoksa bilinçli bir tutum mudur bilinmez, “Genç Karl Marx” filminde bazı can alıcı sorunlarda tarihsel gerçekleri ucuzundan tiye aldığı ve küçümsediği de gözlerden kaçmıyor. Daha en başından filmin “Genç Karl Marx” diye adlandırılması bir ayrıma doğru gideceğini ve Marx’ı ikiye böldüğünü anlatıyor. Yönetmenin ve senaristin bu ayrımı, akıllara Fransız felsefeci Althusser’i getirmekte ve onun felsefik okumalarına da kısaca değinilmesini gerektirmektedir. Kuşkusuz burada uzun uzun Althusser’in hayat hikayesini anlatacak değiliz; yalnız onun Katolik kilisesi ile Komünist Partisi arasındaki gelgitlerine, Marx’ı yeniden okumak adına onu gençlik ve olgunluk dönemleri diye ikiye ayırmasına, bu arada karısını öldürdüğü halde deliliğine inanılarak ceza almamasına değinerek geçmiş olalım. Althusser’in, Fransız gençliği üzerindeki politik etkisi daha çok 1960’lı ve ’70'li yıllarda görülür. Ne tesadüftür ki yönetmenimiz ve senaristimiz bu aynı dönemde Paris’tedirler ve üniversite gençlik hareketinin çok içinde olmasalar da kıyısında bir yerlerde oldukları ve etkilendikleri hayat hikayelerinden anlaşılmaktadır. Filmdeki Marx ayrımının tarihsel kökenini buradan aldıkları ve Althusser’den etkilendikleri çok kesin. Filmdeki bazı sahnelerin çok itinasız bir şekilde çekilmiş olması ve zaman dilimi olarak 1843 ile 1848 arası bir tarihsel mekana denk geliyor olması bu iddiamızı daha da pekiştirmektedir.

Film, zaman ve mekan darlığı mıdır yoksa bilinçli bir tercih midir bilinmez, Karl Marx’ın şef redaktör olarak çalıştığı Ren gazetesinin (Rheinischen Zeitung) yasaklandığı 1843 yılının Mart ayını başlangıç alır ve Komünist Manifesto’nun yazımının bitiriliş tarihi olan 1847’nin sonuyla biter. Filmde Marx ve eşi Jenny von Westphalen ile Engels ve eşi Mary Burns arasındaki ilişkinin detaylı bir anlatımının da yapıldığını söyleyebiliriz. Ren gazetesinin yasaklanmasına karşı Marx’ın aldığı devrimci duruş ve dönemin genç Hegelcileriyle yürüttüğü tartışma iyi bir oyunculukla sahnelenmiş. Engels’in 1845 yılında yayınlanan “İngiltere'de Emekçi Sınıfının Durumu” adlı eserinin öncesinde Mary Burns’ün bu konuda materyal bulmak için nasıl çabaladığıve yaşadığı dönemin zorlukları da filmin etkileyici bölümlerindendir. Ayrıca filmin yan rollerinde Proudhon ve Scheer’in olması kurguyu güçlendiren bir başka önemli ayrıntı olarak karşımıza çıkmakta. Kaliteli oyunculuk ve sürükleyici anlatımı, sinematolojik açıdan filme seyirlik bir kimlik kazandırmıştır. Kuşkusuz bu, film adına pozitif bir durumdur ve anlattığı tarihsel dönemi iyi canlandıran oyuncuların varlığı da belirtilmesi gereken ek bir faktördür.

Ne var ki filmde kategorik olarak bir yanlış tarihi sıralama yapıldığını belirtmek gerekiyor. Marx ve Engels’i Berlin’de (Köln olması gerekiyor) tanıştıran senaristimiz ya da yönetmenimiz, onları aynı gün Paris’te küçücük bir ev atmosferinde satranç oynayıp alkol içerken Arnold Ruges’le “tanıştırmayı” da başarabilmekte. Bir parça tarih bilgisi olanlar 19. yüzyılda Berlin-Paris yolculuğunun aynı gün içinde yapılamayacağını çok iyi bilir ama gelin görün ki yönetmenimiz bunu çok önemsememiş ve aynı günün içinde Marx ve Engels’i hem Berlin’de hem de Paris’te göstermekte bir sakınca görmemiştir. Seyircinin cehaletine olan güven ve olasılık bazı sahnelerde neredeyse tavan yapmıştır. Filmdeki en irite edici sahneyi Marx ve Engels’in Paris sokaklarında aldıkları aşırı alkolün etkisiyle dolaşırken aralarında geçen diyalog oluşturmaktadır diyebiliriz. Söz konusu sahnede Marx Engels’e dönerek; “Biliyor musun sanırım anladım: Şu ana dek bütün filozoflar dünyayı yorumlamaya çalıştılar ama önemli olan onu değiştirebilmektir” diyor. Film toplamında izlenmeyi hak eden bir film olsa da bu sahnenin çok ucuz kaçtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hegel ve Feuerbach’ın tezlerine karşı söylenmiş bu veciz sözün, aşırı alkol almış güya “serseri” gibi dolaşan bir diyalogla karikatürize edilmesi, filmin en kötü sahnelerinden birini oluşturmuştur.

Filmin son bölümünü daha çok Marx ve Engels’in uluslararası bir işçi partisinin kurulması için yürüttükleri çalışmalar, Proudhon ve Weitling ile tartışmaları oluşturmaktadır. Proudhon’un yayınladığı “Sefaletin Felsefesi” adlı çalışmasına, Marx “Felsefenin Sefaleti” ile cevap verir. Yine Weitling ile yürüttükleri tartışmalarda, Marx ve Engels’in Weitling’i işçi sınıfının bilimsel bir teoriye ihtiyacı olduğuna ve sınıfın teorisi olmaksızın işçi sınıfının silahsız ve hiçbir şey olacağına ikna etmeye çalışmalarına, fakat başarılı olamadıklarına tanıklık ediyoruz. Son sahnelerde Komünist Manifesto üzerine hummalı bir çalışma yürüten Marx, Engels ve Jenny’nin görüntüleri eşliğinde “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sözü (ki manifestonun özü özetidir), “Bütün insanlar kardeştir” diye değiştirilerek, filmdeki ikinci en kötü ve skandal sahne çekilmiştir.

Filmin sonunda Bob Dylan’a ait müzik eşliğinde 20. yüzyılda yeryüzünde yaşanan felaket görüntüleri, protestolar, Che Guevara, Patrice Lumumba ve Occupy hareketinden sahnelere yer verilirken, özellikle büyük Ekim Devrimi’nden tek bir görüntünün olmayışı, senaristin “unutkanlığından” olsa gerek.

Bütün kusurlarına rağmen bu filmin çok farklı dillerde ve bilindik sinema salonlarında gösterime girmiş olması özellikle genç kuşaklar adına sevindirici bir gelişmedir. Onları Marksizm’i okumaya ve araştırmaya bir şeklide teşvik edeceği kesin. En azından filmi seyretme şansı bulanlar için bu böyle. Dildeki ağırlık, anlatımı ve anlaşılmayı biraz zorlasa da usta oyunculuk ve içerikteki sürükleyicilik filmin toplamına iyi yedirilmiş.

Filmin gösterime girmesi, burjuva sinema eleştirmenleri tarafından büyük bir hışımla saldırıya uğramasına da vesile oldu. Aslında bunu da negatif anlamda reklam adına filmin başarı hanesine yazabiliriz. Filmin baştan sona bir Marksizm güzellemesi olduğunu iddia eden “Frankfurter Allgemein”dan Peter Körte, “Welt” gazetesinden Alan Posaner, “Augsburger Allgemeine Zeitung”dan Andre Wesche ve Sascha Westphal, birer eleştiriden çok, filme (tabii ki onun üzerinden Marksizm’e) hakarette sınır tanımadılar. Wesche, “Küstah Devrimci Marx” diyerek, eleştiriden çok bir varoş ağzıyla yazarak, “70 yıllık bir Sovyet deneyiminin başarısızlığı”nı ön plana çıkarıp, filmin “tam bir komünizm propagandasından ibaret olduğu”nu dile getirmektedir. Posener ise bir Iraklı taksi şoförünün film hakkındaki düşüncelerini ön plana çıkararak, filmin başarısızlığına ve Sovyet propagandası olduğuna dikkat çekmektedir. Posener’in Iraklı taksi şoförü göndermesi ve yaptığı ironi, alışılagelmiş Avrupa aydınındaki Marksizm düşmanlığını ve yabancı düşmanı ruh halini ele vermektedir.

Muhtemeldir ki bu kötü ağızların, tersinden filme bir cazibe kattığı da söylenebilir. Çünkü son ölçümlerde orta derecede seyredilen filmler kategorisi içindeydi.

Son olarak yeniden vurgulayalım ki film bütün kusurlarına rağmen, en başta işlediği konu olmak üzere ve de içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte Marksizm’in canlı tartışmalara konu olacağı bilinciyle iki kez seyredilmeyi hak eden bir çalışma. Ayrıca unutulmaması gereken bir başka önemli gerçek de o büyük dehanın bunlara daha çok film çektireceğidir.

 

 

 

 

Kararmasın yeter ki, sol memenin altındaki cevahir!”

 

Her gün artan baskı ve saldırılarla karşı karşıyayız. Bu zulüm, bu baskı, bu karanlık elbet bir gün son bulacak. Aydınlık günlerin onurunu taşıyanlar olacak elbette, karanlığın utancını taşıyanlar da. Bir de hak etmedikleri onuru taşımak için canhıraş yarışanlar...

Öyle ki, ortalık süt limanken en yüksek perdeden mücadele nutku çekip, elini taşın altına koymaya gelince geri duranlar; yarın mücadele edenlerden daha çok mücadele “anıları” anlatacaklar.

Dün birlikte, yoldaşça mücadele ettiklerimizden birçoğu bugün belki bu mücadelede değiller. Bir kısmı mücadele edenlerin hakkını teslim ederek, kendi zayıflıklarını görerek kenarda duruyorlar. Belki kavganın ortasında değiller ama engel de değiller…

Öyleleri var ki, ne kavganın içindeler, ne de kendilerine toz konduruyorlar. Onlara göre hep suçlu, haksız, yanlışlar var. Bir de anlatsalar bu suçu, haksızlığı, yanlışlığı gam yemeyeceğiz. Tipik küçük burjuva davranışlar işte…

Hatta bazıları var ki, “nedir sorun?” dediğinde, “Bir şeyleri aşmak/değiştirmek gerekir” diye başlar söze. Oysa ki böyle bir dertleri yoktur. Verdikleri cevaplar, devrimci olan ne varsa yitirilmiş olduğunu gösteriyor çoğu zaman. Zira düzen içiliğin, ama bir de kendine toz konduramamanın radikal görünümlü “gerekçeleriyle” karşılaşırsınız. Hele bir de ağızları laf yapıyorsa işte o zaman sarf edilen her kelimenin altındaki gerçekleri anlaman biraz zaman alır...

Son birkaç yıl içinde yaşadıklarımız bizim lafazanlarımızı da derinden etkiledi. Düzenle ne kadar bütünleştiklerini bir gecede gördük. 7 Haziran geçti, devletin baskı ve saldırıları arttı. Kendisi geride durdu, mücadele edenlerin neden daha çok mücadele etmediğini sorguladı, eleştirdi. Kendisi ise yurtdışına kaçma sendromuna tutuldu. “Bu karanlığın aydınlığa kavuşması için karınca kararınca bizim de bir katkımız olsun” deme ihtiyacı bile duymadılar. Tam bu sendrom atlatıldı derken 15 Temmuz’da daha da derinine tutuldular. Yolunu bulan şimdi başka diyarlarda. Yarın kazanıldığında belki de gelecekler ve onca isimsiz kahramanın emeği üzerinden yükselmek için, itibarlarını arttırmak için ellerinden geleni arkalarına koymayacaklar. Yolunu bulamayanlar ise, solcu gözüküp hareketsiz kalmaya devam edecekler…

Geçtiğimiz cumartesi günü Bakırköy’de direniş çadırı epey hareketliydi. Düzenin o ya da bu uygulamasından rahatsız olan yüzlerce insan geldi, direnişçileri selamladı. Bunların büyük bir kısmı Marksist düşünceye yabancı, hatta hiç tanımayan insanlardı. Bir de devrimci mücadele içinden gelmiş olanlar vardı. Bunlardan bir tanesi gözümüze çarptı. Kendisi zamanında “keskin” devrimcilik yapmış, şimdilerde ise günlük çıkan bir sol gazetede çalışıyor. Direniş çadırını gördüğünde yolunu değiştirdi ve bir selamı bile direnişçilere çok gördü. Kaygısı, tasası neydi bilemeyiz ama, bir selamı esirgemesini gerektirecek kadar içi kararmış olsa gerek…

Bunları bir yana bırakalım, ne olursa olsun insanlığın ve tüm canlı hayatın kurtuluşu için mücadele edenler kazanacak. Ama bu sefer birileri emeğin kurtuluşu mücadelesinin öznesi, emekçisi ve bedel ödeyeni olanların karşısında dik duramayacaklar.

Başı dik olanın, zulme karşı duranın, bedel ödemekten korkmayanın sol memesinin altındaki cevahir her geçen gün daha çok aydınlık saçacak!

E. Duman


 
§