19 Haziran 2018
Sayı: KB 2018/24

Düzen partilerinden medet umma, mücadeleye hazırlan!
Seçim-savaş denkleminde Türkiye
Seçimler, parlamento ve parlamentarizm
24 Haziran seçimleri ve sol
OHAL kaldırılır mı?
Faşist saldırganlığı durdurmanın tek yolu direniş!
Emekçiler yasak ve gözaltı saldırılarına karşı mücadeleyi sürdürüyor
2013’ten bugüne 319 çocuk iş cinayetinde can verdi
Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı… / 1
G7 Zirvesi’nden yansıyan hegemonya krizi
ABD ve KDHC’nin Singapur zirvesi
Arjantin IMF kapısında, sıra Türkiye’de mi?
Flormar direnişçileriyle dayanışmayı büyütelim!
CHP’nin gençliğe vaatleri ve gerçekler
Bu düzen “Senle yıkılır!”
Gençlik gelecektir!
Devrime adanmış bir ömür: Clara Zetkin
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı… / 1

“Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, yapıtı da!”

H. Fırat

 

TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in 312. sayısında yayınlanan, Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı vesilesiyle verilmiş konferansın kayıtlarının ilk bölümünü hacminden kaynaklı bölerek yayınlıyoruz.

Mezarı başında Engels’in yaptığı kısa ama çok özlü konuşma, Marks’ın insanlık tarihi içindeki yerini vurucu ve vurgulu bir biçimde tanımlayan şu cümleyle bitiyordu: “Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, yapıtı da!” İngiliz yayın kuruluşu BBC ise, 27 Aralık 2017 tarihli internet sayfasında, “1000 yıl sonra kimler hatırlanır?” başlığı altındaki haberde, şu bilgiye yer veriyordu: “2013’te bilim insanları dünyanın en etkili düşünürünü belirlemek için interneti tarayıp en fazla adı geçen kişileri sıraladı. İlk sırada Karl Marx yer alıyordu.” Engels bir kehanette bulunmuyordu. Marks ile birlikte başardıkları işin muazzam tarihsel anlam ve öneminin bilincinde olarak, bir bilim insanı kesinliği ile son derece açık bir gerçeği dile getiriyordu.

Engels bu sözleri söyleyeli yaklaşık yüzelli yıl oldu ve Karl Marks’ın adı kadar eseri de yüzelli yıldır dünya ölçüsünde yaşıyor. Özellikle de Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nden beri insanlık çapında adı en çok duyulan, dünya görüşü en çok tartışılan, düşüncesi ve kişiliği övgülere olduğu kadar yergilere de konu edilen insan oldu Karl Marks. Bilinirliği, tanınırlığı ve eserlerine ilgi, ancak İsa ve İncil ile karşılaştırılabiliyor. Bu bile Karl Marks’ın insanlık çapındaki etkisi konusunda dolaysız bir fikir vermektedir.

Benzersiz konumun sırrı

Engels, “Adı yüzyıllar boyu yaşayacak” demiş, “yapıtı da” diye eklemişti. Bunun, bu yaşama gücünün bir nedeni olmalı. 18. ve 19. yüzyıllar sayısız yetenekli insan, yaratıcı ve verimli kafa yetiştirdi. Kant, Hegel gibi filozoflar, Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar, Darwin gibi bilim dünyasında çığır açan büyük bilim insanları, Fransız Aydınlanmasının ünlü simaları, Fransız Devrimi’nin ünlü liderleri, ütopik sosyalizmin ünlü temsilcileri, devrim mücadelelerinin sayısız liderleri vb… Neden bunlar içerisinde yalnızca Karl Marks tümüyle apayrı bir yerde duruyor? Karl Marks’ın insanlık tarihindeki bu apayrı yeri, insanlık düzeyindeki bu muazzam etkisi nereden geliyor?

Jean Paul Sartre tanınmış bir Fransız filozofu, kendine özgü ama tümüyle tutarsız bir felsefi konumu var. Marksizm’e ve komünizme hep yakın duran ama hep de bireyci bir küçük-burjuva filozofu olarak kalan bir insan. Kendi felsefi yaklaşımlarını ortaya koyan iki temel eserinden ikincisi, Diyalektik Aklın Eleştirisi başlığı taşır ve eserin girişi yöntem üzerine tartışmalara ayrılmış. Burada Karl Marks’ın çağımızdaki benzersiz konumuna ilişkin dikkate değer bir düşünce yer alır. Her çağın ruhunu yakalayan ve böylece o çağa damgasını vuran düşünceler vardır diyor, Sartre. 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında üç dönemden söz ediyor. İlk dönem için Descartes ve Lock’un, ikinci dönem için Kant ve Hegel’in, son dönem için de Marks’ın adını anıyor. 19. yüzyıl ile başlayan ve 20. yüzyıl ile süren kapitalizm çağının filozofu Karl Marks, geçerli biricik felsefesi de diyalektik materyalizmdir diyor, “Marksizmi zamanımızın aşılamaz tek felsefesi olarak görüyorum” diye de ekliyor. Kapitalizm ile belirlenen tarihsel dönem aşılmadığı sürece, Marksizm bu çağın tek geçerli felsefesi olarak kalmaya devam edecektir, demiş oluyor.

Marksizm, kapitalizmin egemenliği belirlenen tarihsel dönemin devrimci dünya görüşüdür. Hâlâ da bu tarihsel dönemin içindeyiz ve dolayısıyla hala da geçerli olan düşünce Marks’ın düşüncesi, yani Marksizm’dir. Emperyalizm çağı ile birlikte Lenin bu düşünceyi geliştirdi, güçlendirdi ve hâlâ da aşılamayan görkemli bir devrim üzerinden de uygulamaya geçirdi. Bu nedenledir ki bu dünya görüşünü Marksizm-Leninizm olarak da tanımlayabiliyoruz. Engels, sosyalizm bir bilim haline geldiğinden beri bir bilim olarak ele alınmak ve geliştirilmek durumundadır, der. Bununla, tarihsel ve toplumsal evrime bağlı olarak ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara bilimsel açıklamalar getirmek, geliştirilip zenginleştirilmek, pratik içinde sınanmak, böylece de eskiyen ya da geçersizliği anlaşılan yönlerinden arınmak, sürekli bir biçimde kendini yenileyerek ilerlemek zorundadır, demiş oluyor. Marks’ın düşüncesinin yöntemsel temeli, devrimci diyalektik, marksist düşüncenin kendi gelişiminin de mantığını verir bize. Lenin bu diyalektik gelişmenin emperyalizm ve proletarya devrimleri çağındaki temsilcisidir. Bu nedenledir ki biz, gericiliğe ve oportünizme inat, marksist dünya görüşünü Marksizm-Leninizm olarak da tanımlayabiliyoruz. Ama kendi başına Marksizm dememiz, onun 20. yüzyılda, Ekim Devrimi ve Lenin’in teorik katkısı üzerinden kazandığı gelişmenin anlam ve önemini ortadan kaldırmaz.

Karl Marks kendi felsefesini, Komünist Manifesto üzerinden alınırsa, ortaya koyalı 170 yıl oldu. İki yüzyıla yaklaşan bu tarihi dönem boyunca şu veya bu felsefi akımın temsilcisi olarak sayısız düşünce adamı çıktı ortaya. Ama bunların büyük çoğunluğu sıradan insanlar olarak kaldılar, pek azı çok sınırlı olarak kendini duyurabildi, çok geçmeden onlar da sıradanlaştı ya da tümden unutuldular. Ama Marksizm temel bir dünya görüşü olarak tüm coğrafyalarda, tüm toplumlarda, tüm sınıf ve katmanlar içerisinde etkisi ya da yankısı olan, benimsenen ya da reddedilen, övülen ya da yerilen, ama hep de temel önemde bir yeri olan bir dünya görüşü, bir düşünsel-siyasal akım olarak duruyor. Sovyetler Birliği ile birlikte 20. yüzyıl sosyalizminin tümüyle çöktüğü, onun tozu dumanının bilinçleri bulandırdığı bir tarihi dönemde bile bu hâlâ böyle. Ve dahası, dünya ölçüsünde Marksizm yeniden güç kazanmaktadır. Düşmanları bile bunu açığa vurmaktan kendilerini alamamaktadırlar.

Alman Katolik kilisesinin en üst düzey yöneticilerden biri, yakın zamanlarda, Marksizm’in rönesansının yaşanacağından eminim diyor, bunu da bugünün toplumu Marks’ın bir dizi konuda haklı olduğunu gösteriyor düşüncesiyle gerekçelendiriyordu. Daha önceki yıllarda, İngiliz Anglikan kilisesinin en tepesindeki adam, ciddi bir muhafazakar dergide yayınlanan makalesinde, benzer bir düşünceyi dile getiriyor, “kabul edelim ki Marks kapitalizm konusunda kısmen haklıydı” diyordu. Kilise dünyasından, günümüz toplumunun bu en gerici kurumundan, bu örnekleri kasten vermiş oluyorum. Onlar bile Karl Marks hakkında böyle konuşmak durumunda kalabiliyorlar demek istiyorum.

Bugünkü gelişmiş biçimiyle kapitalist toplum, Karl Marks’ın düşüncelerini her zamankinden daha güçlü bir biçimde doğruluyor. Kapitalizm temel sonuçlarıyla aşılamadığı sürece, Sartre’ın sözleriyle, Marksizm’in çağımızın aşılamaz ufku olarak kalacağını gösteriyor. Emperyalist burjuvazinin adamları, 2008 krizinin ardından Marks konulu özel yayınlar yapmak, onu “krizlerin peygamberi” ilan etmek zorunda kalabiliyorlar. Daha yakın zamanlarda, İngiltere Merkez Bankası’nın başındaki adam, resmi çevreleri Marksizm’in yeniden yükselişi tehlikesine karşı önemle uyarıyordu.

İngiliz kilisesinin başındaki adam, günümüz toplumunda her şeyin metalaşmasını, meta fetişizmini, insan ilişkilerindeki çok yönlü yabancılaşmayı anlamada Marks’ın önemine işaret ediyordu. Salt bunları değil, salt her şeyin metalaşmasını, meta fetişizmini, insan ilişkilerindeki yabancılaşmayı değil, fakat örneğin muazzam boyutlardaki sosyal kutuplaşmayı, biriken muazzam zenginliklere rağmen dünyamızda hüküm süren yoksulluğu ve sefaleti, Marks olmadan nasıl anlayabiliriz? Bugünün sosyal kutuplaşma düzeyi insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmedi ve bu tam olarak Marks’ın teorisinin bir doğrulanmasıdır. Oysa biliyoruz ki, yüzyılı aşkın bir süre önce, sosyalizm döneği Bernstein, Marks’ın kutuplaşma teorisi eskidi diyerek ortaya çıkmıştı ve II. Enternasyonal revizyonizmine varan ilk büyük çıkış olmuştu bu. Peki, aradan geçen yüz yılın ardından günümüz dünyasında halen gördüğümüz nedir? Bugünün dünyası, servet-sefalet kutuplaşmasında ulaşılan baş döndürücü boyutları tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Bu yılın başına ait rakamlara göre, dünyadaki servetin %82’si nüfusun yalnızca %1’inin elinde. Dünyanın en zengin 8, evet yanlış duymadınız, dünyanın en zengin 8 dolar milyarderinin toplam serveti, dünyanın yarısının, yani 3,6 milyar insanın servetine eşit. Bu, Marks’ın kutuplaşma teorisinin inanılmaz düzey ve kesinlikteki bir doğrulanmasıdır.

Kapitalist ekonominin 2008 krizi patlak verdiğinde burjuvazinin adamları bile Marks’ı incelemeye, Kapital’in üçüncü cildi üzerinden olup biteni anlamaya yöneldiler. Ünlü haftalık Alman gazetesi Die Zeit, “Krizlerin peygamberi” başlığı altında ve kapağını Karl Marks’ın resminin kapladığı kitap kalınlığında özel bir yayın çıkardı. Marks, kapitalizmin işleyiş yasalarını ve onlardan ayrı düşünülemeyecek olan kapitalist krizi, krizin mekanizmalarını en kapsamlı, en tam tahlil edip ortaya koyan kişidir. Ve ağır bir yeni dünya ekonomik krizi sırasında burjuvazinin adamları davranışlarıyla bu gerçeği itiraf etmiş oluyorlar.

Marks kapitalizme ilişkin tüm değerlendirmelerinde haklı çıkmıştır ve bugünün kapitalizmi bu gerçeği her zamankinden daha açık, daha kesin bir biçimde doğrulamaktadır.

Devrimci dünya görüşü

Marks mükemmel bir bilim insanıydı, bu onun en tartışmasız yönüdür. Ama Engels’in de konuşmasında önemle vurguladığı gibi, Marks, her şeyden önce ve her zaman, bir devrimciydi. Bu, yeri geldiğinde Marks’ın hakkını teslim etmekten geri duramayan burjuva dünyasının, daha çok da akademik dünyadaki sol ya da sosyal demokrat marksologların, özellikle hasır altı etmeye çalıştığı temel önemde bir gerçektir. Burjuvazinin akıllı adamları, Marks’ı tümden karalayıp inkar etmek yerine, onu devrimci konum ve kimliğinden arındırarak salt bir bilim insanı, daha çok da yetenekli bir iktisatçı olarak sunmanın daha inandırıcı ve amaca daha uygun olduğunu düşünür, buna uygun davranırlar.

Evet, Marks her şeyden önce bir devrimciydi, başka türlü de olamazdı. Zira Marks’ın felsefi düşüncesinin bütün bir özü budur, buradadır. Feurbach Üzerine Tezler’in ünlü 11. Tezi, gerçekte yeni dünya görüşünün bu yönünün de en özlü bir anlatımıdır: “Filozoflar bugüne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir.” Marks dünyayı değiştirmek felsefesinin, buna dayalı dünya görüşünün kurucusudur ve kendisi de bu düşüncenin cisimleşmiş halidir.

Marksizm bir dünya görüşü olarak resmi toplumun devrimci inkarını ve aşılmasını temsil eder. Hiç de salt düşünsel planda değil, fakat tam da pratik planda, tarihsel eylem alanında. Marksizm, egemen düzeni, onun egemen sınıfını, bu sınıfın temsil ettiği egemen çıkarı doğrudan ve devrimci bir biçimde hedef alan bir dünya görüşü olduğu için, burjuvazi her koldan onu ve kurucusu Karl Marks’ı karalamaya ve gözden düşürmeye çalışır. Burjuvazinin adamları bazı durumlarda Marks’a ilişkin birtakım övgüler yapmaktan kendilerini alamazlar, ama bunlar çoğu kere sıradan insanların ulaşamadığı, daha çok dar elit kesimlere hitap eden türden yayınlarda yer alır. Burjuvazi kendi elit katmanı içerisinde, her zaman Marks’ın değerinin farkında olmuştur. Ondan mümkün mertebe kendi sistemini anlamak için yararlanmıştır da. Ama Marks salt bir bilim insanı değil, bundan da önemli olarak bir büyük devrimcidir. O bilim insanı kimliğini devrimci kimliğinin bir parçası olarak, onun hizmetinde, onun çıkar ve ihtiyaçlarına uygun olarak ele almıştır. Onun kurduğu dünya görüşü yıkıcı, aynı anlama gelmek üzere devrimci bir dünya görüşüdür. Marksizm kapitalist toplumun temellerine vuran, onun yerle bir edilmesini ve aşılmasını hedef alan bir düşünce sistemidir. Bundan dolayıdır ki kurulu düzen başından beri ona sıradan kitleler önünde en büyük bir düşmanlık göstermiştir ve göstermeye de devam edecektir. Resmi burjuva toplumunun Marks’a bu sonu gelmez düşmanlığı bile, Marks’ın gücüne ve muazzam değerine bir göstergedir.

Karl Marks, kapitalizm çağının ruhunu derinlemesine kavrayan, kapitalist toplumun yapısını ve işleyişini çözümleyip ortaya koyan, bunu kapsamlı bir dünya görüşü düzeyine çıkaran kişidir. Bunu bir başka kimse de başarabilirdi, o aynı tarihi dönemde. Zira dönemin tarihi koşulları buna uygundu. İhtiyaç keşfin anasıdır; yeni kapitalizm çağında, onu anlayacak ve aşacak devrimci bir dünya görüşü, temel tarihsel bir ihtiyaçtı. Bu tarihsel ihtiyaca yanıt vermek onuru birey olarak Karl Marks’a düştü. Marks bunu yapmasaydı bir başkası yapmış olacaktı. Nitekim benzer sonuçlara yaklaşan başka bazı insanlar var. Bizzat Marks’ın kendisi, işçi kökenli bir düşünür olan Joseph Dietzgen’e işaret eder, bizden bağımsız olarak bizim düşünce sistemimizle aynı sonuçlara yaklaştı der. Bir Alman işçisinin Marks ve Engels’ten bağımsız olarak benzer sonuçlara ulaşabilmesi, çağın buna elverişli nesnel koşullarıyla, burjuva toplumunun gelişme ve olgunluk derecesiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Olayın marksist materyalist kavranışı da böyle olabilir ancak.

19. yüzyılın başlarında üç büyük ütopyacı sosyalist, Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen var. Bizzat Marks ve Engels’in tanıklığı üzerinden, bu insanların büyük tarihsel değerlerini biliyoruz. Engels onları ansiklopedik kafalara sahip deha sahibi insanlar olarak tanımlar. Bilginin, gözlemin ve özellikle de sezginin ürünü çok dahice görüşleri olduğuna vurgu yapar. Ama bütün bunlara rağmen onların sosyalizmi bilimsel bir temelden yoksundu. Zira daha erken bir dönemin ürünü idiler ve bu tarihsel dönemin koşullarıyla sınırlanmışlardı. Kapitalist gelişme, modern sınıflar mücadelesi, işçi sınıfının gelişme düzeyi, henüz bilimsel temellere dayalı yeni bir dünya görüşünü formüle etmek için yeterince olgunlaşmış değildi. Engels’in deyimiyle, eksik toplumsal gelişme koşullarına denk düşen eksik teorilerdi onlarınki. Bir başka ifadeyle, olgunlaşmamış maddi koşulların ürünüydü onların düşünceleri. Marks’ın düşüncesi ise, aşağı yukarı koşulların bunu formüle etmeye elverişli bir olgunlukta olduğu bir dönemin ürünü oldu.

Yeni dünya görüşünün ilk oluşum evresinde, Marks’tan bağımsız olarak Engels, ekonomi politik üzerine bir makalesinde bazı temel fikirler ortaya koyabilmiştir. Engels’in bu makalesinin Marks’ın kendi ekonomik teorisini geliştirmesinde özel bir rolü olduğunu biliyoruz. O sıralar Engels ve Marks henüz düşünsel işbirliğine başlamış değillerdi. Ama birbirlerinden bağımsız olarak, yeni dünya görüşünün ilk ipuçlarını yakalayabiliyorlar. Bunu, tarihi koşulların bu düşünce sisteminin formüle edilebilmesine, hayatın maddi koşullarının içinden bulunup çıkarılmasına uygun olduğu olgusunun bir başka örneği olarak görmemiz gerekir. Yeni devrimci dünya görüşünün kalıcılığı da buradan geliyor. Yetenekli bir muhakemenin masa başı düşünsel ürünü değildi yeni devrimci dünya görüşü. İçinde yaşanan yeni tarihi aşamayı, onun ürünü toplumu çözümleme, anlama ve böylece aşma çabasının bir ürünüydü. Devrimci niteliği kadar bilimsel niteliği de buradan geliyordu.

Öte yandan Marksizm, kendini önceleyen düşünsel-kültürel birikimin bir ürünü oldu. Marks öncesi düşünsel birikim olmasaydı Marksizm olamazdı. Maddi koşullardaki evrime paralel olarak insanlığın bir düşünsel evrimi ve birikimi var. Bir tarafta maddi birikim, tarihin nesnel akışı, öte tarafta bu akışın insanın bilincinde kazandığı ifade, felsefede, ekonomi politikte, sosyalizm düşüncesindeki gelişmeler var. Bütün bunlar olmasaydı, Marksizm de olamazdı. Öylesine ki, Engels, Hegel diyalektiği olmasaydı, evrensel planda olup olacak tek bilimsel sosyalizm olan Marksizm de olmazdı, diyebiliyordu. Abartmadan çok bir vurgulamadır bu. Hegel diyalektiği, adı üzerinde, Hegel ile anılıyor. Demek ki klasik Alman felsefesinin düşünsel birikimi olmasa, Adam Smith’ten Ricardo’ya klasik ekonomi politik birikimi olmasa, ütopik sosyalizmin daha çok da sezgi ürünü dahice fikirleri olmazsa, teorik ve pratik birikimiyle genel olarak Fransız sosyalizmi olmazsa, Marksizm de olmazdı. Bir başka, belki de daha doğru bir ifadeyle, Marksizm’in oluşumu bunlarsız düşünülemez. Lenin’in tümünü bir arada Marksizm’in üç büyük düşünsel kaynağı olarak tanımlaması boşuna değil. İnsanlığın o döneminin en verimli ürünlerini temsil eden bu üç kaynaktan beslenerek oluştu Marksizm. Sadece maddi koşulların yarattığı olgunlaşma değil, insanlığın düşünce evrimindeki gelişme aşaması da marksist dünya görüşünün doğumunu olanaklı kıldı.

Bütün bu söylenenler, Marksizmin doğumunu olanaklı kılan nesnel ve öznel koşullara işaret etmek içindir. Bu bize, Marks ve Marksizm’in neden “yüzyıllar boyu”nca yaşayacağının açıklamasını da veriyor. Marksizm kendinden önceki bütün bir birikimi içeriyor ve yeni çağın koşullarında onu yeni bir senteze vardırıyor, yeni bir düzeye çıkarıyor. Buradaki sentez tanımına özellikle dikkat etmek gerekir. Marks kendinden önceki düşünce birikiminden en iyi biçimde yararlandı ama bunu, bu birikimi diyalektik anlamda aşmak, yeni bir senteze ulaşmak üzere yaptı.

Karl Marks’ın başardığı temelde nedir?

Karl Marks’ın başardığı esası yönünden nedir? Sorunun yanıtını bizzat dünya görüşünün kurucularından öğrenebiliriz. Engels, Marks’ın sayısız başarıları içinde iki temel unsurun özellikle altını çizer. Birincisi, der Engels, Marks tarihin işleyiş yasasını açıklığa kavuşturdu, ki buna tarihin materyalist kavranışı, kısaca tarihsel materyalizm diyoruz. Diyalektik materyalizmin tarihe ve topluma uygulanışı da diyebiliriz. O güne kadarki filozoflar daha çok doğa eksenli bir felsefi tutum içinde oldular. Karl Marks felsefeyi tarih ve toplum alanına taşıdı, tarihin ve toplumun materyalist anlayışını ortaya koydu. Aynı konuda Lenin, bilinçli diyalektiğin doğanın ve toplumun materyalist anlayışı ile birleştirilmesini, felsefi Marksizm’in en büyük başarısı sayar.

Marks’ın ikinci temel keşfi, diyor Engels, kapitalizmin temel işleyiş yasasının açıklığa kavuşturulmasıdır. Burjuva iktisatçıları, özellikle klasik İngiliz ekonomi politiğinin iki büyük temsilcisi, Adam Smith ve David Ricardo, kapitalizme özgü bir dizi ekonomik soruna ya da kategoriye açıklık getirdiler. Emek-değer yasasını formüle ederek değerin kökeninin emek olduğunu saptadılar. Ama buna rağmen sermayenin genişleyen birikiminin mantığını, buna sırrını da diyebiliriz, anlayamadılar ve açıklayamadılar. Kapitalist kârın kaynağını, dolayısıyla kapitalist sömürünün temel işleyiş mekanizmasını açıklayamadılar. Bunu, artı-değer teorisi ile Karl Marks başardı, kapitalizmin artık-değer sömürüsüne dayalı temel işleyiş yasasını çözümleyip ortaya koydu.

Özetle Marks, tarihin işleyiş yasası ile tarihsel gelişme sürecinin özel bir aşaması olan kapitalizmin işleyiş yasasını bir arada açıklığa kavuşturmanın büyük onurunu taşır. İlki, maddi-ekonomik koşullar ile toplumsal üstyapı, üretici güçler ve üretim ilişkileri, sınıflar, sınıf ilişkileri ve mücadeleleri vb., özetle tarihsel materyalizm anlamına gelir. İkincisi bize, kapitalist birikimin işleyiş mekanizmasını, yani artı-değer yasasını, kapitalizm koşullarında sömürünün mantığını ve gerçekleşme biçimini verir. Bunu sınıf diline çevirdiğinizde, modern burjuva toplumunun kalbinde duran emek-sermaye çelişkisine, kapitalist toplumun iki temel sınıfı olan proletarya ile burjuvazi ilişkisi ve çatışmasına, böylece de proletaryanın tarihsel devrimci rolüne ulaşırsınız.

Kendi katkısına ilişkin Marks’ın görüşü ise en özlü biçimiyle, Weydemeyer’e yazdığı o çok iyi bilinen mektubunda yer alır. Modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki mücadelenin varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir, der Marks ve devam eder: “Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”

Marks’ın insanlığın tarihsel düşünce birikimine kendi özgün katkısına ilişkin olarak bu söyledikleri bir bakıma Marksizm’in özünü oluşturur. Lenin Devlet ve İhtilal’de, bir marksist ile bir liberalin farkını, tam da Marks’ın burada söylediklerinden hareketle ortaya koyar. Sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul etmek kimseyi kendi başına marksist yapmaz, pekala bir liberal de bunları kabul edebilir, der Lenin ve ekler: Önemli olan, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini devrimci iktidar sorununa bağlayabilmek ve proletarya diktatörlüğü hedefiyle birleştirebilmektir. Bir devrimci marksist ile bir liberal oportünisti ayıran en temel ayrım çizgisi budur. Lenin, Marks’ın kendisinin yeni olarak yaptığına ilişkin söylediklerini Marksizm’in ayırdedici temel özelliği olarak ele alır.

Bu düşünce temel önemdedir ve burjuvazinin Marks’a nefretini de açıklayacak mahiyettedir. Burjuvazi Marks’ın sınıf teorisini ya da örneğin kapitalist ekonominin işleyişine ilişkin teorik tahlillerini pekala sorun etmeyebilir. Bütün sorun, bunun devrimci sınıf bakış açısıyla ve devrimci sınıf mücadelesi anlayışıyla ele alınması, dolayısıyla proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü perspektifine bağlanmasıdır. Burjuvazinin oportünizm ile sorunu yok, ama devrimci Marksizm ile var. Marks her zaman bir devrimciydi, onun için aslolan dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu devrimci eylem yoluyla bizzat değiştirmekti. Şiddete dayalı devrim, proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü, Marks’ın devrimci düşüncesinin temel unsurları arasındadır. Burjuvazinin kabul etmediği, hiçbir biçimde kabul edemeyeceği de tam olarak budur, Marks’ın düşüncesinin temel devrimci unsurlarıdır.

(Devam edecek...)

TKİP Merkez Yayın Organı EKİM’in, Haziran 2018 tarihli 312. sayısından alınmıştır.