26 Mayıs 2020
Sayı: KB 2020/Özel-3

Pandemi ve sendikal düzen
DİSK ne yapıyor?
Tekstil sektöründe küresel kriz...
Kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin gerçeği
Meslek odalarına yönelik saldırılar gündemde
AKP-MHP rejiminin kayyım darbesi
Koronavirüs salgını ve kadın emeği
Çocuk istismarı ve çürüyen düzen gerçekliği
İstanbul’daki üniversitelerin online eğitim karnesi
Metal Fırtına 5. yılında… “İşgal, grev, direniş!”
Metal Fırtına ve sol hareket
Daha güçlü fırtınalar için taban komiteleri şart!
Sendikal bürokrasiyi aşarak yeni fırtınalara hazırlanalım!
Sermaye düzeninin “yeni normali”...
“Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm!”
Pandemi ve “Yeni Küresel Düzen” arayışları
Balkanlar’da derinleşen çatışma dinamikleri
Kapitalist sistemde beslenme ve bağışıklık sorunu
Korona salgını, çekirge istilası ve açlık tehlikesi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Kapitalist sistemde beslenme ve bağışıklık sorunu

U. Aze

 

Salgın hastalık yaşadığımız bugünlerde bağışıklık sisteminin güçlü tutulması konusu sıkça dile getiriliyor. Bağışıklığın güçlü olması ile beslenme arasında dolaysız bir bağ olduğu herkes tarafından bilinir. Tersten bir okuma yaptığımızda ise, çoğu hastalığın arka planında yanlış beslenme alışkanlıkları olduğu çıkarımını yapabiliriz. Tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerin sayısından daha çok olduğu bir çağda yaşıyoruz. Obezite, kalp-damar hastalıkları, diyabet, kolesterol, Alzheimer ve daha sayılabilecek birçok hastalık aslında kapitalizmin bize dayattığı yaşam tarzlarından kaynaklı oluşuyor. Sağlıklı ve güvenli gıdadan bahsetmeden önce, beslenmenin ne olduğunu açmakta fayda var.

Beslenmek, ağız tadıyla doymak ya da doyumsuzca yemek yemek değil elbette. Gıdalar, vücuda gerekli olan enerjinin üretilebilmesi için kullanılan temel yakıtlardan biridir. Sindirim olayı ağız, yemek borusu, mide ve bağırsak ile sonlanmaz. Bağırsakta emilen parçalanmış, molekül hale getirilmiş besinler kanla birlikte hücrelere taşınır. Organizmanın en küçük yapı birimi olan hücrelerin içinde mitokondri ismi verilen enerji üretim santrali de diyebileceğimiz bir organel (hücre içi yapılar) vardır. Mitokondrilerde de oksijen yardımı ile besin molekülü ATP adı verilen enerjiye dönüştürülür. Ve bütün bu canlılığın sürdürülmesinin nedeni olan ATP’ler depolanmadığı için, bu süreç hep devam etmelidir. ATP varsa can vardır, yoksa organizma yaşamsal metabolik faaliyetlerini yerine getiremediği için ölür. ATP molekülünün üretimi sırasında her santralde olduğu gibi atıklar oluşur. Bu atıklara da serbest radikaller denir. Serbest radikallerin yeterince temizlenememesi sonucu hücresel düzeyde başlayan tahribat, o hücrelerin bulunduğu organda devamında daha da ağır tahribatlara neden olabilmektedir. Bu yüzden hücreye gönderilen yakıtın kalitesi önemlidir. Daha çok serbest radikal açığa çıkartacak besin tüketimi bir zaman sonra mitokondriyi işlevsiz hale getirir.

Bir örnek üzerinden anlatmak açıklayıcı olacaktır. Biyokimyada gıdaların kalitesini anlatmak için kullanılan bir değer var: ORP (Oksidation Reduction Potensian) yani oksidasyonu redüktüre edebilme gücü. Vücudumuz dışarıdan aldığı besinleri enerjiye dönüştürürken oksitlenir. Doğal bileşimi bozulan bir besinin oksitlendirme oranı yükselir. Bunu anlatmak için bir bademin serüvenine bakalım. ORP değerleri açısından: Frik çağla (-230), kurutulmuş (-80), bir gece suda bekletilmiş (-180), kavrulmuş (+200), çifte kavrulmuş (+400). Bu eksi ve artılar şu anlama geliyor: +200 demek 200 çöp (serbest radikal) getirir. -230 ise 230 çöp temizleme özelliği var anlamına gelir. Bir gıdanın başına gelenlerin etkisi vücudumuzda böyle karşılık buluyor. Gıdalar kapitalist endüstrinin çarklarından geçtikçe besleme özelliğini yitirerek vücuda zarar verici toksinler üretmeye başlıyor. Bunun sonucu pek çok hastalık ortaya çıkıyor.

Gıdaların canlılığı ve tazeliği güneş ışığına bağlı ama bu konuya girmeden önce çarpıcı bir örnek vermek yerinde olacaktır. 1945 yılında Kronprinz Wilhelm isimli, 2000 mürettebatlı bir gemi bir yıllık göreve çıkmıştı. O gemide 6 ay içerisinde 111 kişi hayatını kaybetti. O dönemki tıp bilgisi ölümler skorbitten kaynaklı dedi ancak bugünkü bilgiler sonrasında olayın başka türlü bir açıklaması yapıldı. O gemide hiç canlı gıdanın olmadığı, yiyecek her şeyin konserve olmasından kaynaklı ölümlerin yaşanmış olduğu belirtildi. Taze sebze, meyve, et yoktu. Bozulmasınlar diye konserve tercih edilmişti. Sonuç ise tam bir facia oldu.

Doğa canlıdır, dinamik süreçlere bağlıdır ve farklı etkileşimler içerisindedir. Doğanın bir parçası olan biz insanların da çeşitli etmenlerle sarmalanmış olduğunu unutmamak gerekir. Kapitalizm doğayla insan arasındaki ilişkiyi kârın ve sömürünün konusu haline getirir. Kapitalist efendiler böylece emeğini azgınca sömürdüğü işçi ve emekçilerin ne yiyeceğine de kendisi karar verir.

Beslenmeyi hücresel düzeyde gözlemledik daha da derine inip atomik düzeyde neler olduğuna dahi bakılabilir. Bunun sonucunda, en nihayetinde enerjinin dönüşümü ve döngüsünün hikâyesine varmış oluruz. ATP’nin üretimi Elektron Taşıma Zinciri (ETZ) denilen bir süreçle gerçekleşir. Elektronları ise ışığı besine çeviren bitkilerden ya da bitkiyi yemiş hayvanlardan alıyoruz. Antioksidan besinler örnek verilirken mor renkli meyve ve sebzelerden daha çok bahsedilir. Bunun temel nedeni de mor ışığın yüksek frekanslı olması yani daha fazla elektrona sahip olmasıdır. Mor renkli gıdaların sağlıklı olması bundan kaynaklıdır. Oksidasyon azaltıcı besinlerdir. Tüm bu beslenmenin gerisinde enerji akışı olduğunu görüyoruz.

Peki, tükettiğimiz gıdalar ne durumda? Kapitalist endüstriyelleşme ile dünya nüfusunun önemli bir oranının artık kentlerde yaşadığı ve ürünlerin çoğunun marketlerden alındığı bir zaman dilimindeyiz. Hazır, işlenmiş, paketli ürünlere hem ulaşım kolaylığı hem de her bütçeye uygun çeşitlilikte ürünlerin yer aldığı bu rafların, insanları gerçek manada beslediğini iddia edebilir miyiz? Hele ki gıda sektörü tekellerinin kendi kazançlarını hesapladıkları kapitalist sistemde, onların ürünlerini satın almak zorunda kaldığımız bir durumda? Yaşam tarzımızı doğrudan onlar belirliyorlar. Kentte yaşayan bir sanayi işçisi kendi ürününü, olmayan bahçesinde yetiştiremez. Marketlere, paketlenmiş kalitesiz ürünlere mecbur bırakılır. Bunlarla birlikte bilinmesi gereken bir gerçek var. Paketli ürünlerin çoğuna rafine, yani işlenmiş, molekülleri ile oynanmış şeker eklenmektedir. Tuzlu krakerlerden, ketçaplara, tavuk soslarından meyveli yoğurtlara kadar çoğu üründe katkı maddelerinin yanında bir de rafine şeker katılıyor. Maliyeti düşüren rafine şeker hem lezzeti artırıyor hem de bağımlılık yapıyor. Rafine şekerin ve uyuşturucu maddelerin beyinde uyardığı noktaların aynı olduğu çoktandır biliniyor. Ayrıca gıda tekellerinin başında gelen Coca Cola ve Cargill’in bu konudaki işlevine parmak basılabilir. Bilindiği gibi uzun bir süre boyunca fazla kiloların, obezitenin tek suçlusu yağlar olarak kabul edildi. Hatta yağsız, az yağlı ürünler sektörü oluştu. Bir üründen yağı çıkarınca lezzeti azalıyor diye bu besinlere şekeri basarak hazır gıda tüketimini artırdılar. Yağ ve şeker arasındaki kavgada yağın suçlu bulunması konusunda raporlar yazıp, dünyaya kabul ettiren bilim insanlarının sponsorlarından birinin Coco Cola olması ise hiçte şaşırtıcı değildir. Gıda tekelleri ile ilaç tekelleri bu tabloda kol kola çalışıyorlar. Obezitenin çok yüksek olduğu Amerika’da virüsten ölenlerin büyük çoğunun obez olması tesadüf değildir. Kapitalizmin sözcüleri salgın günlerinde bağışıklık sistemini güçlü tutun diyerek ikiyüzlülük yapıyorlar. Gıdaları tahrip etmiş olmaları yetmezmiş gibi ve utanmazca ‘sağlıklı’ alternatifler de yüksek fiyatlarla etiketlenmektedir. Sağlıklı alternatif olarak sunulan organik vb. ürünler de aynı kapitalist çarklardan geçtikleri için ‘sağlıklı’ olmaktan uzaktır.

Öte yandan bağışıklık sisteminin güçlü olması yalnızca sağlıklı beslenmekle ilgili de değildir. Dengeli ve yeterli uyku düzeni, stresi yönetme koşulları, doğayla uyumlu bir yaşam tarzı, sağlıklı çevre ve barınma imkânları gibi başka faktörlere de bağlıdır. İşçi ve emekçilerin bunların hiçbirine kapitalizmde ulaşması ise mümkün değildir.

Gıda sektörünün dünyada yaratmış olduğu bu korkunç manzaranın değiştirilmesi hayal değildir. Bunun için beslenmenin doğa ve insan sağlığına uygun bir hale getirilmesi için çetin bir mücadele vermek şarttır. Ancak egemen kapitalist anlayış defedilmeden herkesin sağlıklı beslenmesi ve gerçek anlamda gıdaya ulaşılması imkânsız olduğunu unutmamak gerekir. Bu da insanca bir yaşam için sosyalizm mücadelesini büyütmekle ve kapitalizmin yıkılması ile mümkün olacaktır. Sağlıklı beslenme için mücadele insanca bir yaşam mücadelesinin vazgeçilmez ve yaşamsal bir parçası olmak zorundadır.

Sefalet ücretlerine ve ağır çalışmaya mahkûm edilen işçi ve emekçiler açısından gıda güvenliği, emeğin korunma mücadelesinin önemli bir talebidir. Çünkü sağlıklı beslenme insanca bir yaşam için şarttır.