İçindekiler:

25 Şubat 2023
Sayı: KB 2023/04

Yıkımın sorumlusu harami düzeninden hesap sormak için...
Dayanışmayı her alanda örme zamanı!
Hesap sorma zamanı!
İnlerinden çıkıp tehditler savurdu
"Yüzyılın felaketi" insan kıyımına dönüştü
Emekçiler hesap sormalılar
Deprem bölgesinde bir psikoloğun gözlemleri...
Geleceğimiz için harekete geçelim!
MİB MYK toplantısı sonuç metni
Mücadeleyi büyütmenin tam zamanı!
DEV TEKSTİL Genel Başkanı'nın deprem gözlem notları...
Gerçek katiller kaçamaz!
Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../ 1
Ekim Devrimi ve kadının kurtuluşu
8 Mart'ta alanlara...
ABD-Çin gerilimi
Ukrayna'da emperyalist savaşa son!
Putin'in "ulusa sesleniş" konuşması
İşçilerin öfkesinden kurtulamayacaklar!
Deprem bölgesinden gözlemler...
DGB Olağanüstü MYK toplantısı sonuçları...
Deprem bölgesine giden DGB'lilerin gözlemleri...
Depremin artçı sarsıntıları: Kin ve düşmanlık!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Haklarımız, hayatımız ve geleceğimiz için harekete geçelim!

 

Depremzedelerle dayanışmak için Antakya’ya, HDP’nin kurduğu koordinasyon merkezine doğru yola çıktık. Şehre yaklaşırken yaşanan felakete tanıklık etmeye başlamıştık; otobüs terminallerinde insan yoğunluğu, korku dolu gözlerle bakan göçmenler, çocuklar, çevrede enkaza dönmüş yerleşimler, taş-tuğla ve çöplerden oluşan tepecikler…

İskenderun’dan geçerken yol boyunca sıralanan moloz yığınları gördüm. Yakın civarda bir çadır alanına rast gelmek yüreğime su serper gibi olmuştu fakat- indiğimiz noktada konuştuğum depremzedeler çadırlarının olmadığını, çadırkentlerin çok çok sınırlı olduğunu söylediler. Yanına yaklaştığım bir depremzede anne şöyle söyledi: “Başımızı sokacağımız bir çadır bile yok. Çadır almak için en az 3 aile birlikte kalmamız ya da 10 kişilik bir aile olmamız gerekiyormuş. Yetkililer böyle söyledi ve bize çadır vermedi.” Gördüğüm çadırkent 50 metre ötede bulunuyordu fakat depremzede anne başını sokacak bir yer için kendisini şehir dışındaki yakınlarına götürecek otobüsün yolunu gözlüyordu.

İskenderun’a ilk ayak bastığımda bizzat depremzedelerin şikayet ettiği çadır sorunu, bugün depremin üzerinden iki hafta geçmişken hala çözülmüş değil. Sermaye devletinin böyle bir derdi bulunmadığı ise açık. Depremzedeler onca kayba, yaşadıkları derin tramvaya rağmen hasarlı binalara girmek zorunda kalacak kadar temel ihtiyaçlarına ulaşamazken, devletin aldığı önlem yine çadır-konteyner sağlamak değil hasarlı binalara girişi yasaklamak oluyor. Sağ kalabilen depremzede, insani ihtiyaçlarını kendi çabasıyla karşılamaya çalıştığı için bir kez daha devlet tarafından cezalandırılıp suçlu ilan ediliyor anlayacağınız.

İskenderun’u geride bırakıp Defne’deki koordinasyon merkezine gittikten sonra yakın civarlardaki mahallere gidip gözlemler yaptık. Gezip gördükçe yıkımın büyüklüğünü anlamış oldum. Adımladığım sokaklarda görebildiklerimin yanında bir de görülmeyen, onlarca enkazın altında yatan acı tabloyu duyumsadım. 

Antakya’da depremzedelerle yardımlaşma-dayanışma faaliyeti için gitmiş olduğum Akevler Mahallesi ve buraya giderken geçtiğim caddeleri ise unutmak mümkün değil. Burada gördüklerim savaş alanından çekilen bir fotoğrafın yansımasıydı adeta. Çatıların, balkonların yıkıldığı, çoğu alanın moloz yığınına dönüştüğü, toz-toprağa bulanmış oyuncakların, giysilerin ve aile fotoğraflarının etrafa saçıldığı, pencere camlarının tümüyle parçalandığı ve duvarları olmayan evlerden toza bulanmış perdelerin sarktığı bir savaş ortamı vardı önümde. Camsız pencerelerden sallanan perdeler dışında hiçbir şey hareket etmiyordu. Bu çevrede pek çok yapı bir-iki kat aşağı göçmüş, zemin kat haline gelmişti. Özellikle marketlerin bulunduğu binalar-marketlerin kolonları kesmesinin bir sonucu olarak- yıkılmış, yanındaki binalara da zarar vermişti.

Akevlere giderken önünden geçtiğim Emek Mahallesi’nde, daha öncesinde orada toplu konutların olduğunu önünde duran tabeladan anladığım molozlardan oluşmuş gri bir yığın vardı. Onlarca ailenin yaşadığı bu alanın toplu bir mezarlık, toplu konut isminin yazıldığı tabelanın bir mezar taşına dönüştüğü bu görüntü çok sarsıcıydı.  

Akevler, enkazlarla çevrilmiş bir mahalleydi. Yol boyu, enkazların önünde cesetlerini bekleyen aileler vardı. Betonsan Taksi Durağı’nın hemen karşısına düşen bir bina un ufak olmuş, önünde günlerce nöbet tutan aileler artık nöbetlerini yakınlarının sağ-salim gelmesi için değil naaşlarına tek parça halinde ulaşmak için tutuyorlardı. Sevdikleri, yakınları için yaşam umudu çoktan geride kalmıştı. Bir köşeye dayadıkları tabutla cenazelerine sarılmak istiyorlardı artık. Bu binada kazan dairesi patladığı için insanların bir kısmı yanarak can vermişti. İlk saatler pek çok sesin geldiğini söyleyen depremzedeler, AFAD’ı ısrarlı arayışlarının sonuçsuz kaldığını, arama-kurtarma faaliyeti yapılmadığı için enkazdakilerin göz göre göre öldüğünü ifade ediyorlar. Onlarca insan, yardım çığlıklarını duydukları, bir gün, bir saat önce ses veren insanların ölümlerine şahit olmak durumunda bırakılmış ve içlerinde koca koca enkazlar açılmıştı. Bu binada yakınlarını kaybeden bir depremzede “1 yıl önce depreme dayanıklıdır raporu verildi binaya. Bu bile bile cinayet!” diyerek, insan hayatının hiçe sayıldığı bu katliamcı ölüm düzenini özetliyordu. Ha keza, konuştuğumuz bir hemşire çalıştığı hastanenin ek hizmet binası için yıllar önce depreme dayanıklı değildir raporu verildiğini, buna rağmen ölümüne çalıştırıldıklarını söylüyor; “Göz göre göre ölüme gönderdiler bizi” diye haykırıyordu.

Bu iki örnek dahi depremin değil asıl onu felakete dönüştüren, kâra dayalı kapitalist işleyişin ölümlere, cinayetlere neden olduğunu kanıtlıyor. Birinde güvenilir ve sağlam olmayan binalara kolayca depreme dayanıklıdır raporu verildiği, diğerinde ise bir hastane binasının yani yaşam kurtaracak bir alanın dahi dayanıksız olduğu ve bu bilinmesine rağmen hiçbir adımın atılmadığı görülüyor. Mesele sadece kaçak yapılara, işini düzgün yapmayan müteahhitlere, arada para yiyen denetimcilere kesilecek kadar basit değil. Bu sistemsel bir sorun, insanın ve her türlü insani ihtiyacın piyasa koşullarına, sermayenin çıkarlarına feda edilmesinin bir sonucu.

Bu iki örnek bir noktaya daha işaret ediyor; örgütsüz toplumun ölüme mahkum edildiğine. Barınma, beslenme, eğitim, ulaşım, sağlık en temel haklarken bu düzende bunlara ulaşılamadığını, hastanelerin, okulların, toplu yaşam alanlarının ne kadar çürük olduğunu, her şeyin parayla satıldığı bu düzende en sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakıldığımızı, aslında hala yaşıyor olmamızın bir mucize olduğunu kanıtlıyor. İşçi ve emekçiler gündelik olarak şiddet, insanlıktan uzak çalışma koşulları, yeterli-nitelikli besleneme ve sağlık hizmetlerine ulaşamama gibi sorunlarla boğuşuyor. Çalışma alanlarında iş kazaları yaşıyor, toplu iş cinayetleriyle katlediliyor. Depremde de ölen, yıkıma uğrayan yine emekçiler oluyor. Bunun gerisindeki temel nedenlerden biri örgütlü mücadelenin yeterince güçlü olmamasıdır.

Depremlerin felaketlere dönüştürülmesine, gündelik hayatın istismar ve sömürüden ibaret hale getirilmesine karşı en büyük itiraz, en büyük tedbir örgütlülüktür, haklarımız, hayatlarımız, geleceğimiz için harekete geçmektir. Örgütlü insanlar olarak bu çabayı ortaya koymaya, toplumun bu yaşadıklarından dersler ve sonuçlar çıkarması için onlara yol göstermeye devam edeceğiz!

Gebze’den bir sınıf devrimcisi