Bahçelievler katliamı hükümlüsü faşist katil Kırcı, Yargıtay 1. Ceza Dairesinin kararıyla salıverildi. Üstelik bu karar Yargıtay Başsavcılığının infaz hesaplamasına itirazı sonuçlanmadan verildi. Yargıtayın bu kararı Kırcıyı Susurluk davasından da kurtardı. Birden fazla idam cezası olduğu halde 16 yıl hapisliğin ardından salıverilen Kırcı, bu kararla adeta ödüllendirilmiş oluyor. Elbette böyle bir ödüllendirme kimseye yadırgatıcı gelmedi. Bu tosuncuklar ne de olsa bu cinayetleri devletin bekası için işlemişlerdi.
Kırcıya tahliye yolunu açan emsal karar, Ankara 2. Ceza Mahkemesinin, hakkında 12 kişiyi öldürmekten 12 kez idam hükmü bulunan Mustafa İzolun cezalarını tek müebbete dönüştürüp, TMYnin müebbet için 8 yıl yatılır hükmünü de uyguladıktan sonra, içerde kaldığı süre 8 yılı geçti diyerek tahliye etmesi oldu. İzola ve Kırcıya uygulanan bu kararları emsal gösterip tahliye talep etmesi beklenenlerin başında, Abdi İpekçinin katili Mehmet Ali Ağca bulunuyor.
Bu son gelişmeler vesilesiyle, demokratik hukuk devleti üzerine şöyle çeşitlemeler yapılabilir:
* Baklava gibi bir yiyeceği sadece yiyebileceği miktarda çalan, güvercin gibi bir çocuk oyuncağını sadece oynamak için çalan çocukların bile onlarca yıl hapse mahkum edildiği Türkiyenin hukukunda, en hafif suç cinayet midir?
* Erdal Eren gibi 17 yaşındaki bir genç kanıtsız adam öldürmek suçlamasıyla asılabildiğine göre, acaba cinayetin kanıtlanmış olması mı yoksa birden fazla işlenmesi mi hafifletici neden sayılmaktadır?
Bunları sayfalar dolusu uzatmak mümkün. Ancak, bu ve benzer soruların yanıtını hukuk çerçevesinde bulmak imkansız. Çünkü söz konusu cezalar ve aflar Türkiyede hukukun değil, siyasetin alanına girmektedir. Erdalların, Denizlerin idamı ne kadar siyasi ise, İzolların, Kırcıların affı da o kadar siyasidir. Kararların altına imza atma görevini hakimlerin üstlenmesi, bu kararları hukukileştirmiyor. Çünkü karar siyasiyse, çoğunlukla yazılı hukukun çiğnenmesi umursanmıyor. Delilsiz-ispatsız, kanıtsız-tanıksız adam asılabildiği gibi; yanlış tahliye edildi, karakoldan kaçtı, mahkeme öyle hükmetti gibi gerekçelerle gerçek suçlular serbest bırakılabiliyor. Bu, muhaliflerin cezalandırılması konusunda olduğu kadar, tetikçilerin ödüllendirilmesi konusunda da geçrli ve işlemeye devam eden bir kuraldır. Ve her ikisi de, sistemin kendi bekası için ihtiyaç duyduğu bir hukuksuzluktur.
Olayın, 3-5 hakim, 3-5 savcı, 3-5 polis vb.nin tutumu ile sınırlı ve münferit olmadığı, bir sistem sorunu olduğu, dahası, olguların bile adeta bir sistematiğe kavuşturulduğu, Cumhuriyetin 80 yıllık tarihi tarafından kanıtlanmış durumdadır. Cumhuriyet yönetimi, yasalarında, anayasasında defalarca düzeltmeye gitmesine, her seferinde devrimci muhalefete yönelik daha gerici, daha intikamcı ceza maddeleriyle doldurmasına rağmen, yine her ihtiyaç duyduğunda kendi yasalarını çiğnemeyi sorun yapmadan intikamcı kararlarla idamları, yargısız infazları uygulayagelmiştir. Bu tür kararların siyasal olduğunun daha güncel ve basit bir göstergesi, faşist katillerin serbest bırakılmasına giden yolun, AKPnin Adalet Bakanı Cemil Çiçekin talebiyle açılmış olmasıdır. Yerel mahkemenin İzol hakkında herbir cinayet için 10 yıl yatması gerektiğine ilişkin kararna rağmen, Bakan Cemil Çiçek, 2003 Temmuzunda tahliyesi için Yargıtaya başvuruyordu. Bu başvuru üzerine İzol, 30 Ocak 2004te tahliye edildi. Nitekim bu emsal kararın bugün Kırcıya uygulandığını gördük. Yarın içerde ne kadar tetikçi katil varsa hepsine uygulanacağını da göreceğiz.
Bu arada, yürürlükteki hukuka göre kanıtlanmış herhangi bir suçu bile bulunmayan yüzlerce devrimcinin çeşitli tiplerdeki hücrelerde toplu imha için kilit altında tutulması; YÖKü protesto etmenin, Newroz ateşi yakmanın tutuklama nedeni sayılması da madalyonun diğer yüzünü oluşturuyor.
Seçim hay-huyu arasında kaybolup gitti gibi, ama aslında Kırcının tahliyesi, seçimler vesilesiyle birilerinde depreşen ve başkalarında da depreştirilmeye çalışılan sisteme, sistemin değişebilirliğine yönelik ham hayallere sıkı bir tokat olabilirdi. Sistemin tetikçilerini böylesine korumaya alması, o tetikçilerin şefi ve hamisi Ağar katilini allayıp pullayıp seçim pazarında satışa sunması, onlara olan ihtiyacının bitmediğinin, asla da bitmeyeceğinin göstergesinden başka ne olabilir ki? Kırcıların erken tahliye ile ödüllendirilmesi, onları tekrar tetikçi olarak kullanma isteğini değilse bile, yeni tetikçilere cesaret ve güven aşılama niyetini göstermiyor mu? Ve bütün bu niyetler, tutumlar, gelişmeler, sistemin değişmek/değiştirilmek korkusunun ürünleri değil mi?
Bu sistem de hiç kuşkusuz, tıpkı kendinden öncekiler gibi değişecek. Bundan kurtuluş yok. Ne katillerini korumaya almaları, ne dünyayı yeniden yeniden yeniden düzenlemeye kalkmaları onları bu akıbetten kurtarabilir. Zaten söz konusu çabaları da kurtulmaktan ziyade geciktirmek isteği olarak değerlendirmek gerekiyor. Fakat burada söz konusu olan değişim köktendir. Bu düzenin yıkılması, başka bir düzenin kurulmasıdır. Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz ham hayal, düzenin demokratikleşmesi anlamında, kendi içinde (daha vahim olmak üzere kendi kendine) değişimidir ki, işte bu imkansızdır. Bir sistemin kendi içinde iyileştirilebilmesi bile, o sisteme dışarıdan, egemenliği altında tuttuğu, ezdiği, sömürdüğü sınıf ya da sınıflardan yöneltilecek basınç sayesinde mümkün olabilir. Klasik deyimiyle sınıf müadelesinin gücüyle kazanılmış haklar bütünüdür demokrasi.
Ve Türkiyenin düzeni, demokrasi denilen şeyden o kadar uzaktır ki, işçi sınıfı ve emekçilerin zorlu mücadelelerle kazanılmış haklarını tırpanlamak, sermaye sınıfının iktidarla kazanılmış haklarını güvenceye alabilmek için, 80 yıllık tarihine askeri darbeleri ve onlarca yıllık sıkıyönetimleri, Kürt halkına karşı yıllarca süren kirli bir imha savaşını, toplu katliamları , idamları, bin operasyonu ve Susurluku sığdırabilmiştir.