15 Mayıs'04
Sayı: 2004/19 (11)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne geçit vermeyelim!
  Genelkurmay, NATO'dan gelecek taleplere karşılık verebilmek için yeni düzenlemelere başladı...
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne karşı etkin ve başarılı bir kampanya için!
  Fason YÖK yasası meclisten geçti...
  İşbirlikçilerin yanında yeralanlar "Denizler'in mirasını" sahiplenemezler!
  1 Mayıs'ın aynasından dayanaksız hayaller
  Belediye toplusözleşmelerinde esnek çalışma dayatması...
  Emperyalist NATO müdahalesi için hazırlanan zemin... "Bosna trajedisi" nasıl yaratıldı?
  Irak'ta dünyaya sırıtan emperyalizmin kanlı dişleridir!
  Küstah haydut takımı Iraklılar'dan özür diliyor...i
  Irak'ta işkence yaygın ve sistematik...
  Diyarbakır, Guantanamo ve Ebu Garip...
  SHP solculuğu
  Küba'ya karşı yeni provokasyon
  Dünya Bankası Kongo'da yağmur ormanlarını yağmalıyor
  Fransa'da büyüyen sözde "anti-semitizm"!..
  Ekim Gençliği'nden...
  Bültenlerden...
  Kürdistan'daki siyasal akımlar-2
  Ya dünyamız dev bir çöplüğe dönüşecek, ya da kapitalizm tarihin çöplüğüne gömülecek!
  Direniş: Yaşama sanatı!
  Emperyalist saldırı, BOP ve NATO Zirvesi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Zor dönemin Denizler’i olmak!

1 Mayıs’ı geride bıraktık. Fakat 1 Mayıs’ın anlamı, coşkusu, heyecanı, kısacası ruhu varlığını koruyor. Önümüzdeki günler, bu ruhun sokaklarda tekrar tekrar kendisini bulmasına tanık olacak. Çünkü önümüzdeki dönem, koca bir hesaplaşmaya adım adım hazırlandığımız bir dönem olacaktır. Önümüzdeki dönem, öfkemizi, sınıf kinimizi, önderlik iddiamızı yoğun bir çalışmada sınayacağımız bir dönem olacaktır.

Hem Türkiye’de hem de dünyada, ABD emperyalizmine ve onun şahsında emperyalist saldırganlığa duyulan öfke bu yıl da 1 Mayıs’a rengini verdi. Dünya halklarının emperyalizme duyduğu öfke ve nefretin her geçen gün büyüdüğünü, iki dünya arasında bir hesaplaşmanın giderek kaçınılmaz hale geldiğini gösterdi. ABD’nin şu sıra Irak’ta yaşadığı acz ve başarısızlığı, pek yakında dünyanın farklı yerlerinde, üstelik daha da bilinçli, daha da sınıfsal bir direnç karşısında yaşayacağını görmek için 1 Mayıs’a bakın. Orada halkların tüm dünyada Irak ve Filistin halklarının direnişini selamlamasını göreceksiniz.
Türkiye’de de 1 Mayıs, ABD emperyalizminin işgalinin lanetlenmesine sahne oldu. Bununla birlikte yaklaşan NATO Zirvesi’ne geçit verilmeyeceği, alanlarda binlerin tek yürek olup haykırdığı sözdü. Diyebiliriz ki, 1 Mayıs, bizim topraklarımızda NATO’ya yapılmış bir hesaplaşma çağrısı olarak gerçekleşti. Özellikle gençlik kortejlerinde daha da net görülebilen bu tutum, önümüzdeki dönem yaşayacağımız hareketli ve yorucu süreci de müjdelemektedir.

1 Mayıs işçi sınıfından, işçi sınıfının tarihsel kavgasından kaynağını almaktadır. Bu kavganın güzelliği de, bu kavganın sertliği de 1 Mayıs alanlarında yerini almıştır. Avusturya’da alanlara çıkan 120 bin insanın oluşturduğu görkemli görüntü de, Diyarbakır’da hunharca gözaltına alınan emekçiler de bu tabloda kendilerine bir yer bulmuşlardır. Devrim şehitleri için yapılan saygı duruşlarında aynı anda göğe uzanan binlerce yumruk kavgamızın güzelliğini anlatıyorsa, gözlerden yansıyan kin de bu kavganın çetin yanını belgeliyor. Önümüzdeki dönem, 1 Mayıs alanında kendini ortaya koyan bu kini NATO Zirvesi’ne yöneltmek, gençliğin öfkesini büyütmek için, tüm gücümüzü ve enerjimizi ortaya koyacağımız dönem olacaktır.

Bu yıl, geçmiş yıllara kıyasla gençliğin 1 Mayıs’a katılımında sınırlı bir artış olmuştur. Bu artış, koşullar değerlendirildiğinde, tatmin edici olmaktan hayli uzaktır. Buna rağmen genç komünistler, ısrarlı bir çalışmanın ardından alanlarda da kendini hissettiren bir duruş sergilemişlerdir. 1 Mayıs öncesinde özellikle İstanbul’da yaşanan belirsizlik ve gençlik hareketinin tablosu göz önünde tutulursa bu anlamlı bir başarıdır. Ancak sene başından bu yana çalışmamızda farklı araçların istenilen ölçüde ortaya konulamaması da bir zaafiyet alanıdır. Bu yanıyla 1 Mayıs bize önemli bir deneyim bırakmıştır. Önümüzdeki dönem, bu deneyim ve yanısıra 1 Mayıs’ın diğer kazanımları ile birlikte daha güçlü ve sağlam adımlarla ilerleyeceğimiz bir dönem olacaktır.

Şimdi Deniz olunmalı!

1 Mayıs hazırlıkları çerçevesinde öne çıkardığımız bir gündem de Denizler ve ‘68 gençliğinin anti-emperyalist, devrimci kimliğidir. Bunun bu yıl özel olarak öne çıkması, yaklaşan NATO Zirvesi ve pek yakında İstanbul’a gelecek olan eli kanlı emperyalist şefler çetesine karşı ‘68 ruhunun gençliğin elinde devrimci bir silah olabilmesidir. Ama bugünün Denizler’i, “Deniz olunmalı!” şiarının gerçek sahipleri, hiç de devrim kaçkını reformistler değildir; 6 Kasım’da, 13 Mart’ta, 1 Mayıs’ta Denizler gibi dövüşenlerdir. 1 Mayıs’ta Abide-i Hürriyet’in gölgeliğine sığınanlar, geçmişin devrimci gençlik mirasından ellerini derhal çekmelidirler. Bu da hiç kuşkusuz genç komünistlerin bu alanda iddialarına yakışır bir pratik sergilemeleri ile mümkün olacaktr.

Ancak Deniz olmayı başarmak ne sadece 6 Mayıslar’da etkinlikler örgütlemekle, ne de bunu kuru bir slogan olarak kullanmakla gerçekleşebilir. Öyle olsaydı, bunu halihazırda yapan pişkin reformistler, devrim davasına yüz çevirip düzene kapaklanmazlardı. Deniz olabilmek, gerçekte düzene karşı dişe diş bir kavgaya omuz verebilmektir. Deniz olabilmek, NATO’ya karşı güçlü bir yanıt hazırlayabilmektir. Şimdi Deniz olabilmek, önümüzdeki kısa zamanı çok iyi değerlendirmek, bulunduğumuz her yeri emperyalist-kapitalist barbarlığa karşı birer kürsüye, birer eylem alanına, militan birer direniş mevzisine çevirebilmektir.

Önümüzdeki dönem, sıraladığımız diğer önemli noktaların yanısıra, “Deniz olunmalı!” şiarının da hayata geçirileceği zaman dilimi olmalıdır. Zor dönemin Denizler’i yeni fırtınalar için şimdi harekete geçmelidirler. NATO’ya verilecek yanıt böyle bir misyon duygusuyla hazırlanmalıdır. Gerçek silahımız sayılması gereken gençlik kitlelerinin devrimci hareketini büyütmek, 1 Mayıs’ta yerini alan kitle örgütlülüklerini geliştirip güçlendirmek günün en acil görevidir.

Bu görevin ancak pratikte, eylem alanlarında yerine getirileceğini söyleyerek, Deniz’in darağacında susmayan sesiyle bitirelim:

Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!
Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi!

(Ekim Gençliği’nin Mayıs 2004 tarihli
71. sayısından alınmıştır...)



Tasarı yürüyor, tartışma sürüyor!

İki buçuk yıldır sürekli olarak öğrenci gençliğin gündemini meşgul eden YÖK yasa tasarısı, artık parça parça hayata geçiyor. 2005 yılı ile birlikte GATS anlaşmasının yükümlülüklerini gerçekleştirmesi gereken sermaye devleti, henüz bu anlaşmanın temel alanlarından biri olan eğitim ‘sektörü’nü piyasaya açmak için gerekli olan yasal düzenlemenin tümünü bir arada gerçekleştirebilmiş değil. Ancak bir süredir fiili olarak uyguladığı tasarının belli maddeleri çeşitli yönetmeliklerle hayat bulmaya başladı.

YÖK Genelgesi: Üniversitelerde
mediko hizmetleri artık paralı

Öğrenci çalıştırılması, üniversite içerisindeki çeşitli hizmetlerin taşeronlara devri vb. şekillerde GATS’ın ana mantığını yavaş yavaş işleten ve üniversiteler içerisinde meşrulaştırmaya çalışan YÖK, yayınladığı son genelgelerden biri ile bu konuda önemli bir adım daha attı. Yayınlanan bu son genelge ile hiçbir sosyal güvencesi olmayan öğrencilerin sağlık sorunlarını çözebilmek için üniversite bünyesinde verilen mediko-sosyal hizmetleri de ücretlendirilmiş oldu. Yemekhane ve yurt ücretlerinin her geçen gün arttığı ve nerede ise lüks otel ve lokantalar ile yarışır hale geldiği üniversitelerde, artık grip olduğumuzda ya da kan grubumuzu öğrenmek istediğimizde de bir ‘müşteri rahatlığı’ ile davranabileceğiz. Tabii ki yemek ve barınma sorunlarımızı halledebildikten sonrasağlık problemlerimiz için kenara ayırabileceğimiz bir bütçemiz kalırsa.

Öğrenciyi bir müşteri olarak gören ve iliğine kadar sömürebilmek için her yolu deneyen üniversitelerimiz ise bu genelgeyi oldukça mutlu bir şekilde kampüslerimizin çeşitli yerlerinde ilan ettiler. Hatta hangi hizmet için ne kadar ücret ödememiz gerektiğini hatırlatmayı da unutmadan. Örneğin, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde medikoda tedavi olabilmek için bir sağlık karnesi alınması gerekirken, bu sağlık karnesi için de 5 milyon lira ödenmesi gerekiyormuş. Tabii ki yaptırılan her muayene için de ayrıca ücret ödenmesi. Daha öncesinde muayene olmak için doktor arayan öğrenciler için bu genelgenin eğer herhangi bir olumlu yanı varsa, o da hayata geçen bu uygulama ile birlikte hangi doktorun nerede ve ne zaman hasta kabul edeceğine dair ilanların panolara asılması olmalı. Ancak tek başına bu durum bileüniversiteleri işletme olarak gören zihniyetin hangi boyutlara ulaştığını görebilmek açısından oldukça çarpıcı.

Tasarı yürüyor, tartışma sürüyor!

Tasarının maddeleri genelgelerle ya da farklı şekillerde adım adım hayata geçirilirken hükümet ve YÖK arasında iki buçuk yıldır artık bıktırırcasına süregiden tartışmalar da artarak devam ediyor. Üniversiteler üzerindeki denetimi kimin elinde bulunduracağı temel sorunu üzerinden yürüyen bu tartışmalar son günlerde, tasarının bir parçası olarak yeniden düzenlenmesi planlanan ÖSS katsayıları üzerinden yaşanıyor. Daha önce bu sahte tartışmalar üzerine defalarca konuşulduğu için yaşanan bu son tartışma üzerinden de çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Bir yandan hükümet, eğitim alanında kendi siyasal ihtiyaçları üzerinden düzenlemeler yapmaya çalışırken, diğer yandan YÖK ise üniversiteler üzerindeki hakimiyetini kaybetmemeye çalışıyor. Her zaman olduğu gibi TÜSİAD’ın da tartışmanın bir par&ccedl;ası haline gelmesi ise, yapılan düzenlemelerin hangi ihtiyacın ürünü olduğunu ve tartışmaların yapaylığını açıkça ortaya seriyor.

Sonuçta, her iki taraf dönem dönem tartışmaları alevlendirseler de, gerekli yasal düzenlemelerin bir an önce yapılabilmesi için ya da en azından mediko örneğinde olduğu gibi parça parça hayata geçirilebilmesi için ciddi biçimde çaba sarf ediyorlar. En son tartışmada da artık düzenlemenin bütünü ile hayata geçmesi için gerekeni tek başına yapacağını ilan eden hükümet, önce tasarıyı Mayıs’ın ilk haftası meclise sevk edeceğini ilan etmişti. Ancak gelinen aşamada tasarının aceleye gelmemesi gerektiğini, sadece ÖSS ve meslek liseleri ile ilgili düzenlemelerin kısa zamanda yapacaklarını söylediler.

Ancak ne bu sözler, ne de süregiden tartışmalar, gençliği bir atalet içerisine düşürmemeli. Herhangi bir anda her iki taraf ortak bir noktada uzlaşarak tasarının tümünü hayata geçirmeye kalkışabilir. Bu olmasa bile tasarının hedefleri doğrultusunda çeşitli maddeler her geçen gün yavaş yavaş yürürlüğe giriyor. Bu ise tasarıya ve üniversitelerdeki sermaye egemenliğine karşı mücadelenin sürekli olarak diri tutulması gerektiği anlamına geliyor. Egemenlerin korkulu rüyası olan gençliğin sürekli olarak 13 Mart’ta Kızılay’da olduğu gibi sokağın dili ile konuşabilmesi anlamına geliyor.

(Ekim Gençliği’nin Mayıs 2004 tarihli
71. sayısından alınmıştır...)



Meslek Liselerinde sömürü ve
AOBP aldatmacası

Liseli gençlik bugün çok yoğun saldırılarla karşı karşıyadır. Eğitimin paralılaştırılması, varolan eşitsizliği derinleştiren ÖSS sistemi, milyarları bulan ücretleriyle tam bir soygun yatağı olan dershaneler, bilim dışı ezberci eğitim müfredatı ve faşist disiplin yönetmelikleri, öne çıkan en temel sorunlardır. Bu sorunların yanına daha bir dizi başka sorun eklenebilir. Liseli gençliğin bu sorunlara karşı çıkmayıp da kabullenmesi ise, başlı başına bir sorun olarak duruyor karşımızda.

Bütün bu sorunlarımızın kaynağı kapitalist soygun ve yağma düzenidir. Düzen partileri kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda özelleştirmeler yapmakta ve kölelik yasaları çıkarmaktadır. Bu arada eğitim de sermayenin iştahını kabartan bir alan olarak göze çarpmaktadır. Tüm bu özelleştirme politikaları doğrultusunda sermaye sınıfı eğitimi paralılaştırıyor ve böylece parası olmayanın okuyamayacağı bir sistem dayatıyor. Öğrencilere kurtuluş yolu olarak sunulan ÖSS ile ise bencilleşmiş, sorgulamayan, tartışmayan apolitik bireyler yaratmayı hedefliyor.

Gerek eğitimin paralılaştırılması, ÖSS ve dershaneler, gerekse anti-bilimsel, ezberci eğitim müfredatı, liselerin niteliğine bağlı olmaksızın bütün liseli gençliği kesen ortak sorunlardır. Yani bu sorunların muhatabı olabilmenin ön koşulu salt liseli olmaktır. Meslek liselerinde ya da düz liselerde sorunların ortaya çıkış şekilleri farklılaşsa bile kökeni aynıdır. Ancak meslek liselerinde okuyan liselilerin sorunları, sayılanlarla sınırlı değildir. Meslek liseli öğrencilerin emekleri açıkça sömürülmektedir. İş atölyelerine çevrilmiş liselerde, öğrenciler staj adı altında köle gibi çalıştırılmakta ve karşılığını da alamamaktadırlar.

Eğitim süsü verilerek haftanın üç günü asgari ücretin üçte biri karşılığında sermayenin fabrika ve atölyelerinde çalışan meslek lisesi öğrencileri, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün aynısını yaşamaktadır. Böylece daha lise yıllarında kapitalizmin emek sömürüsü ile karşı karşıya gelmektedir. Meslek liselerinde yapılan bir araştırma sonucuna göre, öğrencilerin %70’i okullarından memnun değil ve bir fırsatını bulabilse okulunu değiştirmek isteğinde. Bütün bunlar gösteriyor ki, meslek liseleri öğrencileri de bu azgın sömürünün farkındadır ve bu duruma öfkelidir. Fakat bu sömürünün nedenleri konusunda bir bilinç açıklığı yoktur.

ÖSS sınavı üzerinden meslek lisesi öğrencilerinin bir beklentisi yoktur. Hangi meslek lisesi öğrencisi ile konuşursak konuşalım, üniversiteyi kazanmanın kendisi için bir hayal olduğunu söyler. Kendi alanlarıyla ilgili olduğu koşulda iki yıllık meslek yüksek okullarına gidebilme hakları vardır. Ancak bunun bir sus payı olduğu ve bu okullarda okuyan öğrencilerce tercih edilmediği de açıkça ortadadır.

Bugün bir meslek liselinin üniversiteyi kazanmayı hayal olarak görmesindeki en temel neden AOBP (Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı)’dir. AOBP’nin temelini eşitsizlikler oluşturmaktadır. Bir meslek liseli ÖSS’de bir özel okul öğrencisi ile aynı netleri yapmış olsa bile, okullardan gelen AOBP ile özel okul öğrencisi büyük bir puan farkı yaratıp, avantajlı bir konum sağlamaktadır. Böylece işçi ve emekçi çocuklarına üniversitelerin kapıları sıkıca kapatılmaktadır.

Son haftalarda medyada imam-hatiplerin önünün açılması amacıyla AOBP’nin kaldırılacağı, meslek liselerinin de bu durumdan faydalanacağını söyleyen haberler yer aldı. Bizler AKP iktidarının çıkarttığı kölelik yasasıyla, özelleştirmeleriyle, ABD’ye sınır tanımaz uşaklığıyla işçi-emekçi düşmanı icraatlarını bir yıl içerisinde gördük. AKP’nin biz işçi-emekçi çocukları için yararlı hiç bir davranışta bulunmayacağını iyi biliyoruz. AKP kendi gerici tabanının isteklerine cevap verebilmek adına imam-hatipler için çeşitli düzenlemelerin arayışına girebilir. Fakat bu hiç bir şekilde meslek lisesi öğrencileri için üniversiteye girişte bir farklılık getirmeyecektir.

Bugün üniversite kazanma oranlarına baktığımızda meslek liselerinde bu oranının düşüklüğü ortadadır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, ÖSS ve AOBP ile üniversite kapıları tüm işçi ve emekçi çocuklarına kapatılmıştır.

Liseli arkadaşlar;

Uğradığımız haksızlıklar, maruz kaldığımız sömürü ortadadır. Günlerimizi susup bekleyerek mi geçireceğiz, yoksa bu eşitsizliklere karşı birleşip örgütlü mücadele ederek mi? Bizler tercihimizi mücadeleden yana yapıyoruz. Ve bütün liseli arkadaşları bu mücadeleye ortak olup, onu daha güçlü bir hale getirmeye çağırıyoruz.

İLGP (İstanbul Liseli Gençlik Platformu)

(Ekim Gençliği’nin Mayıs 2004 tarihli
71. sayısından alınmıştır...)



“Yüksek Sanat” piyasası

Serbest piyasa ekonomisi içinde sanat ve sanat yapıtı; piyasadaki herhangi bir maldan farksızdır. Varolan sistem içinde eğer bir değişim değeri yoksa, yani para kazandırmıyorsa, sanat olarak hiçbir değer taşımaz. Sanat ürünlerinin pazarlanmasına bugün artık çok fazla önem veriliyor. Bu konu hakkında üniversitelerde dersler veriliyor ve bu derslerde kalın harflerle şu söyleniyor: “Herşey satılıktır...” Ressamın fırça darbelerinden, bestecinin notalarına kadar her şey satılık!

Günümüzün sanat yapıtlarından geçmişimizin kültür mirası olan eski sanat eserlerine kadar herşeyi meta olarak gören bu tüccarlar, sadece bugünün değil geçmişin sanat yapıtlarını da satma hevesindedir. Müzayedelerde, ortak kültürel mirası olan, tüm toplumun görebileceği şekilde sergilenmesi gereken sanat eserleri, açık arttırmalar ile zengin iş adamlarının köşklerindeki, malikanelerindeki kişisel koleksiyonlarına gitmektedir. ‘Antika meraklısı’ olmalarıyla övünen bu insan topluluğu sanatı da burjuva bir elite ait sayarlar; cehaletiyle, eğitimsizlikleriyle sanattan anlamayan halk yığınlarının-ayaktakımının- sanata ihtiyacı yoktur, hem zaten onlar sanattan da anlamaz, diye düşünürler.

En temel insani ihtiyaçlarından bile yoksun olan emekçi yığınlar içinse sanat bir lükstür. Kentin kıyısındaki bir mahallede yaşayan bir işçi ailesinin şehir merkezine inşa edilmiş bir kültür-sanat merkezine gelmesi, sanata galerilerini dolaşması akıl alacak şey değildir. Bu tabi ki sadece onların maddi imkanlardan yoksun olmalarından dolayı da değildir. Aynı zamanda maruz kaldıkları ‘medyalamaca’ ile burjuva toplumunun en yoz kültürüyle sarmalanmış olmalarındandır. Beyoğlu’nda 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin heyecanı yaşanırken, festivalden bihaber milyonlar evlerinde Popstar ‘sanatçı’larını izlemekle meşguldür.

23. Uluslararası İstanbul Film Festivali 10-25 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi ve böylelikle İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, festival mevsimini açmış oldu. Mayıs ayında Uluslararası Tiyatro festivali, izleyen aylarda da Müzik ve Caz festivalleri düzenlenecek. Gerek yüksek bilet fiyatlarıyla gerekse etkinliklerinin içerikleriyle İKSV, kurulduğu 1973 yılından itibaren sanatın elitleştirilmesi yolunda önemli bir rol oynadı. Vakfın kuruluşuna önderlik eden Nejat Eczacıbaşı, Avrupa’nın pek çok kentinde yapılan ve çeşitli sanat dallarını içeren festivallerin bir benzerinin İstanbul’da yapılmasını düşlemekteydi. Vakıf, ilk İstanbul Festivali’ni 1973 yılında 15 Haziran-15 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirdi ve festival, 1977 yılında Avrupa Festivalleri Birliği üyeliğine kabul edildi. Kurulduğu günden bugüne dünyaca ünlü yönetmenleri,müzik topluluklarını vs. ağırladı. Bu yanıyla ‘yüksek sanat’ın yegane temsilcisi oldu.

İKSV, hedef kitlesinin öğrenciler, aydınlar ve sanatseverler olduğunu söylüyor. Ancak festivallerin asıl hedef kitlesinin burjuva entellektüeller olduğu çok açık. Biletlerin pahalı olması çok tepki topluyor. İKSV temel hedef kitlelerini oluşturan öğrencilerin bu bilet fiyatlarını nasıl karşılayabileceğini düşünüyor acaba? Buna karşılık, özel şoförünü biletini alması için gönderen ‘sanatseverler’, festivalin gerçek alıcılarının kimler olduğunu da ortaya koyuyor.

İKSV, son üç yıldır, Kültür Sanat Dostları diye bir uygulama başlattı. Bu uygulamayla siyah, kırmızı, beyaz ve sarı lale üyeliği oluşturuldu. Her bir lale kartı, sahibine, kültür sanat etkinliklerinde pek çok imkan sunuyor. Bunlar taksit, indirim, bilet alımında öncelik gibi imkanlar. Bu hizmet karşılığında İKSV’ye çok yüklü paralar gidiyor. Örneğin siyah lale kartı yıllık 4 milyar lira. Beyaz lale 2 milyar lira. Kırmızı lale kartı ise 300 milyon lira. Tabii öğrenciler de unutulmamış ve 1 yıllık üyelik bedeli olan 150 milyonu tıpış tıpış öderseniz ve diğer ensesi kalın lalelerden size fırsat kalırsa siz de bazı imkanlardan yararlanabilirsiniz.

Bu arada bu üyelik gelirlerinin dışında her festivalde onlarca sponsor bulunuyor. Örneğin film festivalinde bir filmi izlemeden önce yarım saate yakın reklam izlemek zorunda kalıyorsunuz. İKSV, tüm bunlara karşın, festival giderlerinin karşılanamadığını, biletlerin bu nedenle pahalı olduğunu söylüyor. Bunun ne kadar inandırıcı bir açıklama olduğu tartışılır.

Diğer taraftan festival dönemleri, medyanın da desteğiyle bir cümbüş halini alıyor. İnsanlar, ellerinde biletler o sinemadan o sinemaya, bir salondan öbürüne koşuşturuyorlar. Biletlerin pahalılığına rağmen sinemaların önünde kuyruklar oluşuyor. Normal gösterimleri iki hafta dayanmayan filmler, festival gösterimlerinde dolup taşıyor. İşte pazarlama yeteneği burada kendini gösteriyor. Gösterilen filmlerin sanatsal anlamı, sinematografik değeri değil salonların dolmasına neden olan. Festivale gitmek, festivale bileti olmak bir prestij oluşturuyor, bir imaja dönüşüyor. Gazetelerde yüksek sanat uzmanı eleştirmenlerin “mutlaka gidin” dediği filmlerin gösterildiği salonlarda izdiham yaşanıyor. Yüksek sanat piyasasının pazarlamacıları ve eleştirmenleri için de önemli olan sanatın içeriği değil, ne kadar iş yaptığı zatn. Çeşitli kurumlar bünyesinde düzenlenen pek çok ücretsiz festivalin boş salonlara oynamasını başka türlü açıklamak mümkün değil.

Sanatı, halktan kopararak güya yükselten entellektüel simsarlar, yarattıkları bu ‘yüksek sanat’ı pazarlayabilmek için bir ‘yüksek sanat’ pazarı kurmuşlardır. Büyük holdinglerin ve bankaların yayınevleri kurmaları, kültür merkezleri açmaları boşuna değil. Büyük paraların döndüğü bu sanat piyasasına karşılık ortaya konulan amatör duruşlar yok değildir. Ama her yerde olduğu gibi burada da egemen olanın gücü, reklam ve pazarlayabilme yeteneği, zaman içinde amatör olanı yutmaktadır. Çünkü sanat pazardaki domates, marketteki süt kadar, piyasa için üretilmiş mamuldür. Sanat; milyarlık laleler, müzayede salonlarıdır onlar için.

(Ekim Gençliği’nin Mayıs 2004 tarihli
71. sayısından alınmıştır...)



Esenyurt BDSP Denizler’i andı...

6 Mayıs 1972’de faşist rejim tarafından katledilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı anmak için BDSP olarak Esenyurt’ta bir anma gerçekleştirdik. 100’ü aşkın kişinin katıldığı etkinlik devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başladı.

Yapılan açılış konuşmasında; Denizler’in devrimci pratikleriyle yiğitliğin, fedakarlığın ve kendini devrim davasına adamanın sembolü haline geldikleri ve Türkiye devrimci hareketi tarihinde bir kilometre taşı oldukları vurgulandı. Onların devrim yolunu seçerek icazetçi parlamentarist anlayışlara darbe vurdukları, bundan dolayı Denizler’i yalnızca bugün devrimci mücadeleyi sürdürenlerin temsil edebileceği vurgulandı. Yapılan konuşmanın ardından ailelerine yazdıkları son mektuplar okundu. Şiir dinletisinin ardından Grup Eksen devrimci türkü ve marşlardan oluşan bir müzik dinletisi sundu.

Ardından Denizler’in mirası ve anti-emperyalist mücadeleye ilişkin foruma geçildi. Forumu sunan yoldaş; Denizler’in, İbrahimler’in, Mahirler’in bizlere bıraktıkları mirasın önemine değinen ve bu devrimci mirastan aldığımız güçle NATO Zirvesi’ne hazırlanılması gerektiğini vurgulayan etkili bir konuşma yaptı.

Katılımcılar söz alarak Denizler’in mücadelesi ve NATO Zirvesi’ne ilişkin düşüncelerini dile getirdiler. Son olarak NATO Zirvesi’ne karşı mücadeleyi örgütleme çağırısı yapıldı. Etkinlik, fabrikalarımızda, mahallerimizde ve okullarımızda NATO karşıtı komitelerin örgütlenmesi gerekliliği vurgulandıktan sona erdi.

Esenyurt BDSP



İstanbul Liseli Gençlik Platformu’ndan 6 Mayıs anmaları...

Denizleri anmak ve yaşatmak

İLGP olarak bu sene liseli gençliğe Denizler’i ve onların mirası olan anti-emperyalist mücadeleyi unutturmamak için okullarda anma etkinlikleri düzenledik.

Refhan Tümer ve Ertuğrul Gazi liselerinde yapılması planlanan anmalar bizim için önemliydi. Çünkü gençliğin yoğun ilgi ve sempati gösterdiği Denizler’i karalama ve devrimci değerlerin içini boşaltma çabaları düzen cephesinde hızla yayılıyordu. Buna karşı devrimciler olarak bir müdahale etmemiz şarttı. Son dönemlerde onları “Kemalist” gibi göstermeye çabalayan anlayışların yanısıra, CHP Muğla milletvekilinin meclise sunduğu “Denizler’in itibarını geri verme” önerisi gibi girişimler, bu yiğit devrimcilerin yarattığı değerlerin içini boşaltmaya dönük manevralardır.

Okullarımızda bu oyunları bozmak ve Denizler’i yaşatmak için anma hazırlıklarına başladık. Refhan Tümer Lisesi’ndeki arkadaşlarımız 3 Mayıs’ta okuldaki devrimci siyasetlere anma çağrısı yaptı. 6 Mayıs günü Dolmabahçe’de merkezi eylem yapılacağı için anmayı cuma günü yapmaya karar verdik. Yapılan çağrı üzerine anmaya DGH, Emek Gençliği ve İGD katıldı. Okul ve Ülke’li (TKP) öğrenciler okulda bulunmalarına karşın anmaya katılmadı. Bir sınıfta yaklaşık 50 kişinin katılımıyla anmayı başlattık. Saygı duruşundan sonra İLGP’li bir arkadaşımızın yaptığı konuşmayla anmaya devam edildi. Konuşmada Denizler ve onların miraslarını sahiplenmenin anlam ve önemi vurgulandı. Konuşma sonrasında alkışlarla koridora çıkılarak anma bitirildi.

Ertuğrul Gazi Lisesi’nde ise anma öncesi yaptığımız çağrı üzerine Öğrenci Birliği’yle etkinliğin ortaklaştırılması kararlaştırıldı. Yine 6 Mayıs’taki merkezi eylem nedeniyle etkinliğimizi cuma günü yapmaya karar verdik. Cuma günü öğle teneffüsünde öğrenciler toplandıktan sonra okulun koridorunda anma için hazırlandık. Öncesinde bütün sınıflara anmaya katılmaları için çağrı yaptık. “Yusuf, Hüseyin, Deniz sürüyor, sürecek mücadelemiz!” sloganıyla anmayı başlattık. Toplanma amacının anlatılmasının ardından Denizler şahsında tüm devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi. Hemen ardından “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganı coşkuyla atıldı. Anma oldukça coşkulu geçti. İLGP’li bir arkadaş yaptığı konuşmda, Denizler’i anmanın ve yaşatmanın güncel karşılığının emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltmekten geçtiği vurguladı. Konuşma “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganıyla bitirildi. Koridarda alkışlar eşliğinde yapılan yürüyüşle anma sona erdi.

Devrim için yola çıkan şehitlerimizi anmanın ve yaşatmanın gücüyle çalışmalarımız sürecek.

Devrim şehitleri ölümsüzdür!
Yusuf, Hüseyin, Deniz sürüyor, sürecek mücadelemiz!

İstanbul Liseli Gençlik Platformu



Bursa’da 6 Mayıs protestosu...

6 Mayıs akşamı Bursa Setbaşı-Mahfel önünden başlayan yürüyüşle Denizler’in katledilişi protesto edildi. 150’yi aşkın kişinin katıldığı eylemin ağırlığı gençlerden oluşuyordu.

Polisin yürüyüşün kaldırımdan yapılmasını istemesine karşın yol trafiğe kapatıldı ve gösterilen kararlılık sonucu yürüyüş AVP Tiyatrosu önüne kadar yapıldı. Eylemin akşam saatlerinde merkezi ve kalabalık bir caddede yapılması, engellemelere rağmen yolun kapatılması, gençlerin yoğun katılımı vb. etmenler, eyleme coşkulu ve militan bir ruh kattı. Eylemde “Katil ABD Ortadoğu’dan defol”, “İstanbul’u NATO’ya dar edeceğiz!”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganları atıldı. Basın açıklamasından sonra Gündoğdu marşının okunması ve saygı duruşuyla eylem bitirildi.

Bu arada Bursa’da devrimci kurum ve kişilere saldırılar sürüyor. İşçi-Köylü gazetesi okurunun saldırıya uğrayarak dövülmesini protesto etmek için 7 Mayıs günü Adliye önünde bir basın açıklaması yapıldı. Ardından Savcılığa suç duyurusunda bulunuldu.

Kızıl Bayrak/Bursa