15 Mayıs'04
Sayı: 2004/19 (11)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne geçit vermeyelim!
  Genelkurmay, NATO'dan gelecek taleplere karşılık verebilmek için yeni düzenlemelere başladı...
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne karşı etkin ve başarılı bir kampanya için!
  Fason YÖK yasası meclisten geçti...
  İşbirlikçilerin yanında yeralanlar "Denizler'in mirasını" sahiplenemezler!
  1 Mayıs'ın aynasından dayanaksız hayaller
  Belediye toplusözleşmelerinde esnek çalışma dayatması...
  Emperyalist NATO müdahalesi için hazırlanan zemin... "Bosna trajedisi" nasıl yaratıldı?
  Irak'ta dünyaya sırıtan emperyalizmin kanlı dişleridir!
  Küstah haydut takımı Iraklılar'dan özür diliyor...i
  Irak'ta işkence yaygın ve sistematik...
  Diyarbakır, Guantanamo ve Ebu Garip...
  SHP solculuğu
  Küba'ya karşı yeni provokasyon
  Dünya Bankası Kongo'da yağmur ormanlarını yağmalıyor
  Fransa'da büyüyen sözde "anti-semitizm"!..
  Ekim Gençliği'nden...
  Bültenlerden...
  Kürdistan'daki siyasal akımlar-2
  Ya dünyamız dev bir çöplüğe dönüşecek, ya da kapitalizm tarihin çöplüğüne gömülecek!
  Direniş: Yaşama sanatı!
  Emperyalist saldırı, BOP ve NATO Zirvesi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Kürdistan’daki siyasal akımlar-2

M. Can Yüce

II.

Kuzey Kürdistan’daki siyasal akımların gelişimi, durumu ve bugün geldiği yer bakımından Güney’den önemli farklılıklar taşımaktadır. KDP’de somutlaşan siyaset geleneğinin Kuzey’de politik bir güç olarak varlık bulması pek mümkün olmadı. Türkiye-KDP böyle bir rol oynamak istedi, yine onun devamı niteliğinde olan KUK, sosyalist ideolojiyi söylem düzeyinde de olsa kullanarak aynı geleneğin Kuzey versiyonu olmak istedi. Ancak her ikisi de bunu başaramadı. Bunun kuşkusuz öznel etkenleri kadar nesnel nedenleri de vardır. Buna kısaca da olsa geleceğiz.

KDP, Kuzey üzerinde 1970’li yıllarda belli bir etkide bulunsa da, Kuzey’deki siyasal akımlar, esas olarak Türkiye Devrimci Hareketi’nden etkilendiler, ama ondan belli kopuşu da yaşadılar. 1970’li yılların ortalarında Kürdistan adına yola çıkan, kendisini sosyalist ve emekçilerden yana olarak tanımlayan bir dizi grup ortaya çıktı... Özgürlük Yolu Dergisi ile anılan PSK, DDKD, KUK, Rızgari, Kawa ve PKK...

Söylem düzeyinde bu gruplar arasında ciddi bir farklılığın olmadığı söylenebilir, ama bu yanıltıcı olmamalıdır. Daha çok genel bir bakışla bakıldığında benzerliklerden söz edilebilir. Doğru, PKK dışındaki gruplar arasında temel konularda, örgütlenme ve çalışma tarzında, yaşam biçimlerinde hemen hemen hiçbir fark yoktu. 1970’li yıllarda PKK’nin bu gruplarla ilgili değerlendirmesi özetle şöyleydi:

“Sol ve sosyalizm adına yola çıktığını söyleyen grupların sınıfsal temeli kent küçük ve orta burjuvalarına dayanmaktadır. Kent küçük burjuvazisi, düzene bin bir bağla bağlıdır. Dolayısıyla kendi adına bağımsız siyaset yapması, bağımsız bir siyasal güç haline gelmesi mümkün değildir. Bırakalım siyasal bir güç haline gelmeyi, ideolojik bir varlık haline gelmeleri bile çok kuşkuludur! Ancak devrimci proleter bir çizgi öncülüğünde mücadelenin gelişmesine bağlı olarak bu tabaka da devrimde yer alabilir, ne var ki istikrarsızlığı ve ‘geçici yol arkadaşlığı’ da göz ardı edilmemelidir! Anılan gruplarla farklılığımız ve sınırlarımız net ve kesin bir biçimde çizilmeli ve bu her zaman gözetilmelidir!”

Bu değerlendirmenin yanı sıra grupların şiddet de dahil her yöntemle tasfiye edilmesi düşüncesi de var ve bu, PKK Kuruluş Bildirisi’ne de geçmişti. Şiddet yöntemleriyle tasfiye etme anlayışını kuşkusuz doğru bulmuyoruz. Ancak yukarda kısaca özetlediğimiz PKK değerlendirmesi ve öngörüsü 20-30 yıllık mücadele pratiğinde doğrulanmadı mı?

Şu önemli bir sorudur ve bu grupların ve onları temsil iddiasında olanların mutlaka yanıt vermeleri gerekiyor: Neden politik bir varlık gösteremediler, neden politik bir güç haline gelemediler? Bu soruyu kendilerine sormadan ve objektif olarak yanıtını vermeden, sadece Öcalan’a küfür etmekle, PKK suçlamalarıyla politikanın yapılmayacağı kanıtlanan bir gerçeklik değil mi?

Hatırlıyoruz, yukarıda andığımız grupların liderleri, sözcüleri mangalda kül bırakmıyordu. PKK’lileri ise beğenmiyor, kimi zaman yerden yere vuruyorlardı. Ama görüldü ki PKK’liler karınca gibi gece gündüz çalışıyor, sözleriyle davranışları arasında tutarlı bir tablo sergiliyor, yani söylediklerini yapıyor ve söyledikleri gibi yaşıyor ve çalışıyor. Okullarını bırakıyor, mesleklerini bırakıyor ve her şeyleriyle kendilerini mücadeleye veriyorlardı. Sonuçta da her geçen gün katlanarak büyüyorlardı, politik etkileri artıyordu. Hatalarına ve eksikliklerine, toyluklarına rağmen bu yine böyleydi.

Diğer gruplar ilk çıktıklarında iddialı laflar ediyor ve bunun üzerinde gençlikten belli bir kitle toplamış bulunuyorlardı. Ancak gelişmeleri başta sınırlı oldu, sonra durdu, daha sonra geriledi... Neden?

Şimdi Avrupa’da “Biz görevimizi yapsaydık Apo belası başımıza bela olmazdı, sorumlu biziz” diye kendisine büyük roller atfetmek, gerçekte hiçbir şey ifade etmiyor. Aslında bu yenilgili duruşta bile kendisine pay çıkarma kurnazlığı var. Ancak bunun üzerinde durmuyoruz. Bu sözler karşısında söylenmesi gereken söz şudur: “Yapsaydın, elini kolunu bağlayan mı vardı? Dün yapamadıysan bugün yap! Sorumluluk, tespit edilen eksikliği gidermeye çalışmaktır. Yoksa, anılan sözlerin günah çıkarmanın ötesinde bir değeri olmaz.”

Kuşkusuz burada tek tek bireylerin kişilik ve ahlaki özelliklerini tartışmıyoruz. Toplumsal-sınıfsal, bundan kaynağını alan ideolojik ve politik duruştan, kimlikten söz ediyoruz. Örneğin 1970’li yıllardaki bir PKK’li mesleğini bırakıyor, ailesini bırakıyor, yaşamını ortaya koyuyor ve mücadele ediyor. Ama diğer grupların liderleri bürolarında avukatlık yapmaktan vazgeçmiyor, diğer lider ve kadroları düzene hizmet etmekte bir sakınca görmüyor, sıcak yuvasından tek bir adımını dışarı atmıyor. Bu iki davranış biçimini belirleyen nedir? Hangisi kazandırdı, hangisi kaybettirdi? Burada kendi yaşam tarzını sorgulamadan “görevlerimizi yapamadık” demenin ne anlamı var? Bu yaşam tarzının, Kürdistan gibi bir ülkede zorlu bir mücadeleyi omuzlaması, hatta onu kıpırdatması mümkün mü? Ortada tarihe mal olmuş bir gerçeklik var. Bunun nedenleri bütün boyutlarıyla ortay konulmadan ve bu nesnel bir biçimde yapılmadan söylenecek her sözün anlamsız kalacağı çok nettir.

Başka kısa bir örnek vermek istiyoruz. Diyarbakır zindanlarını bilmeyen, duymayan kalmamıştır. Devlet mutlak teslimiyet ve ihaneti dayatıyordu. Bunun anlamı, 1970’li yıllarda yeşermeye başlayan ulusal kurtuluş umudunu teslim alınmış tutsaklar üzerinden bastırmak ve nihai olarak yok etmekti. Bu, tarihsel bir dönemeçti. Aslında davada, söylenen sözde, halka verilen sözde samimi olup olmamanın, tutarlı olup olmamanın mihenk taşıydı. PKK tutsakları tartışmasız direniş kararı aldılar ve uyguladılar. Ama yukarda saydığımız bu grupların tümü, istisnasız tümü, “kurallara uyma”, yani teslim olma kararı aldı ve uyguladı. Peki bu farklı iki tutum ve karar neden alındı? Daha sonra “biz de direndik” deyip ciltler dolusu yazı yazmanın, teslimiyeti meşrulaştıran sayısız teori üretmenin, bu katı tarihi gerçek karşısında hiçbir hükmü yoktur. PKK’li tutsakların direniş kararı ve pratikleri ne Öcalan.ın talimatıydı, ne de bir rastlantıydı. Onlar çıkışlarını ve varlık gerekçelerini direnişle açıklamışlardı, anlayış ve ruhlarını bu temelde geliştirmişlerdi. 1981’ın Mayıs’ında direnişleri kırıldığında bile teslimiyeti düşüncede ve ruhta kabul etmediler, bu davranışlarını her zaman mahkum ettiler; direnişin haklılığını, davanın meşruiyetini her zeminde, mahkemelerde dile getirmekten bir adım bile geri durmadılar... Ve Mazlum Doğan’ın direişiyle yeniden harekete geçtiler...

Ya diğerleri? Onlar hallerinden memnundular, bir düzlüğe çıkılsındı, yine mangalda kül bırakmayacaklardı. Öyle de yaptılar. Diyarbakır gerçekliğini çok iğrenç bir biçimde tahrif eden “Rapor”lara tanık olduk... Bazıları PKK’lilerden çok sayıda itirafçı çıkmış olmasını kendilerinin doğrulanması olarak ileri sürme kurnazlığı göstermektedirler. Direniş ve kıran kırana bir mücadelenin olduğu bir yerde ihanetçilerin çıkmasında şaşılacak bir yan yok ki! Kaldı ki diğerlerinde çıkacak itirafçılara düşmanın bir ihtiyacı yoktu ki! 1983’e kadar onların ne durumda olduğunu çok iyi biliyoruz.

Burada ayrıntıya girmek konumuz değil. Ancak şu kadarını vurgulamakla yetinelim: Diyarbakır zindanları bir mihenk taşı, bir laboratuvar, Kürdistan gerçekliğinin küçük bir maketi niteliğindeydi. Orada sınıfsal, ideolojik ve politik duruşlar sınandı, denendi, kimin ne olup olmadığı çok net çizgilerle ortaya çıktı, kanıtlandı. Aynı zamanda özel savaş politikaları için de bir laboratuar işlevini gördü. Daha sonra geliştirilen özel savaş uygulamalarının büyük bir çoğunluğu Diyarbakır’da denenmiş ve test edilmiştir. Diyarbakır’da gösterilen büyük direniş, orayla sınırlı kalmadı, dağlara taşındı, bir çizgiye ve bir yaşam tarzına dönüştürüldü. Bu tarihi gerçeklerden çıkarılması gereken ders şudur:

Kürdistan ulusal kurtuluş sorunu, bir devrim sorunudur, bu devrimi de ancak her şeylerini ortaya koyabilecek emekçi sınıflar ve onların temsilcileri yapabilir... Özellikle devrimimizin nasıl bir öncülüğe sahip olması gerektiğini bu tarihi gerçekler ortaya koymaktadır.

Sonra 15 Ağustos ve o eksende gelişen bir devrimci süreci yaşadık. Peki Kuzey’deki gruplara ne oldu? 12 Eylül’den sonra yeniden toparlanıp politik bir varlık gösterebildiler mi? Toparlanma, politik bir güç haline gelme çabaları oldu. PSK gibileri yurt dışında belli bir kitleyi etkisi altında tutmaya çalıştı. Ancak bunun ülkedeki politik etkisi hemen hemen yok gibiydi. Diğerlerinin toparlanma, ülkeye etkin bir biçimde müdahale etme istem, arayış ve çabaları başarıya ulaşmadı. Ama büyük çoğunluğu adlarını ve dar bir çevreyi etraflarında tutmayı sürdürdü.

Burada bir noktanın altını çizmemiz gerekir. PKK öncülüğünde gelişen mücadele sonucunda Türkiye ve Kürdistan’da devlet ile PKK arasında belli bir denge oluşmuştu. Bunun bazı politik etkileri oluyordu. Bu denge Türkiye sol hareketine olduğu gibi Kürdistan’daki gruplara da güçlerin ötesinde politik bir manevra alanı, politik bir etki verebiliyordu. Bunu ne kadar değerlendirdiler veya değerlendirmediler, bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak anılan bu dengenin varlığı ve sağladığı avantajlar İmralı ihanetinden sonra bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. İmralı bir tasfiye süreciydi, aynı zamanda anılan dengenin bir ayağının çöküşü demekti. Bu dengenin bir ayağı aslında bir yönüyle de bu grupların üzerine çöktü. Genel bir gözlem bile bunun ne kadar doğru olduğunu ortay koyar. İmralı ihanetinden sonra genelde bir kırılma, çözülme ve dağılma daha da hızlandı ve boyutlandı. Anılan grupların varlığı ile yokluğu arasında bir fark kalmadı. Daha da kötüsü bu süreci toparlanma ve ayağa kalkma yönünde değerlendirme çabalarına da tanık olmamaktayız. “Herkes” halinden memnun, “PKK yenildi, Apo şöyle ajandı, biz doğrulandık” havası, rahatlığı ve biraz da i¸i boş bir böbürlenmenin tatmini içindedir. Evet, Öcalan ihanet etti, PKK yenilgiye uğratıldı, şimdi yarattığı bütün değerler tasfiye ediliyor. Bunlar doğru. Peki bu enkazın altında tümden soluksuz kaldığınızı niye fark etmiyorsunuz? Bu, bir yanılsama mı, yoksa tasfiyede “eşitlenmenin” rehaveti mi?

Kuşkusuz bu tasfiyenin çok boyutlu nedenleri var. Aslında başka değerlendirmelerimizde vurguladığımız gibi bir dönemin siyaset anlayışı bitti, yeni bir dönem başladı. Yeni dönemin siyaset anlayışı evrensel gelişmelerden, ülkemizdeki toplumsal-sınıfsal yapıdan ve çelişkilerden bağımsız olamaz. Gelinen noktada görünen o ki genel eğilim, esen rüzgardan yana; globalizmin, neo liberalizmin, ABD’nin dünyayı tek başına yönetme politikasının hayranlığı revaçta olan eğilim. Diyelim ki, Güneyde ABD ile oradaki Kürt çıkarları belli bir süre belli ölçülerde çakıştığı için bu belli olanaklar sundu. Bunun belli yönleriyle anlaşılır bir anlamı olabilir. Ya Kuzey için ne düşünüyorsunuz? Globalizmin, ABD hayranlığının işe yarar bir yanı var mı? Yoksa bu parçanın geleceğini nerede görüyorsunuz?

Bu sorulara tutarlı ve inandırıcı bir yanıtlarının olduğunu sanmıyoruz. Ama şunu istiyoruz: Kürdistan’daki kendisini liberal, muhafazakar, milliyetçi olarak adlandıran çevre ve kişilerin kendi adlarına şekillenmelerinde, politikada boy göstermelerinde yarar görüyoruz. Ancak yakın gelecekte bunun işaretleri görünmemektedir.

Bir de İslamcı eğilimler var. Bunun da ayrı bir değerlendirmede tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.

III.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra iki temel soruya gelmiş bulunuyoruz. Kuzey Kürdistan’ın KDP veya YNK’si geliştirilebilir mi, oluşturulabilir mi? İkinci soru da şu: Kuzey devrimci mücadelesini kim, hangi, sınıflar, hangi çizgi toparlama ve yeniden politik gündemin etkin bir öğesi haline getirme yeteneğine, gücüne ve potansiyeline sahip?
Birinci sorunun yanıtını başka bir değerlendirmede kısaca özetlemiştik. Anılan bu değerlendirmeden uzun bir aktarma yaparak bu sorunun yanıtını vermeye çalışalım:

“Kürt egemen sınıflarına dayalı işbirlikçi bir politik hareket haline gelme hedefi, Kongra-Gel’in temel hedefidir! Bu, aynı zamanda tasfiyecilik sürecinin tamamlanması, bunun işbirlikçi bir hareket olarak ete kemiğe bürünmesidir!

Dikkat edilirse bir yandan ‘eskiye’ ait ne varsa atılırken, ‘eski’yi çağrıştıracak ne kalmışsa silinmeye çalışılırken, bir yandan da işbirlikçi egemen sınıf hareketinin örgütü, kadroları ve politik zemini yaratılmaya çalışılıyor.

Özellikle ABD’nin Irak işgali, Güney’deki geleneksel çizgilerin ABD stratejisinde etkin rol almaları, ‘bizimkilerin’ de iştahını kabartmıştır. Dün yerin dibine batırılan, işbirlikçilikle, ihanetle suçlanan KDP ve YNK, bugün öykünülen, model alınan partiler haline geliyor. Bu, tarihin ironisi, belki de kötü bir rövanşı olmalı!

Ancak ‘bizimkilerin’ tüm tutkulu istemlerine rağmen, Güney partileri, KDP ve YNK gibi bir hareket haline gelmeleri mümkün değildir. Bunun çok temel nedenleri var. TC ve ABD’nin tutumu bu nedenlerden ikisi olmakla birlikte bu olanaksızlığı salt bunlarla açıklamak mümkün değildir. Kongra-Gel’in bir KDP ve YNK haline gelememesinin çok temel tarihsel, toplumsal ve politik nedenleri var. Bunları satır başlıkları biçiminde özetlememiz gerekiyor.

Öncelikle Kuzey Kürdistan’daki egemen sınıflar 1940’lı yıllara kadar süren tenkil, sürgün ve tasfiye hareketiyle politik olarak dağıtıldılar, alınan çok yönlü tedbirlerle bir daha kendilerini toparlamaları büyük ölçüde olanaksızlaştırıldı. Ekonomik olarak kendi sistemlerine eklemlendiler, politik olarak kendi partilerinin basit bir eklentileri haline getirildiler. Devrimci mücadele süreciyle birlikte Kürt egemen ve orta sınıflarından gelen unsurların hemen hemen tümünün politik geçmişlerinde düzen partilerinin yerinin olması rastlantı değildir. Yıllarca DP, AP, DYP içinde ‘siyaset’ yaptıktan ve Kürtlük belli bir değer kazandıktan sonra Kürt siyasetine soyunanların bugün herkesten daha fazla ‘yurtsever’ pozlar takınması boşuna değildir. Bu gerçekliği unutup onların emirlerinde siyaset yapmayı ‘sol. geçmişlerine yakıştıranları da sadece not etmekle yetinelim. Melik Fıratlar, Şerafettin Elçiler, Ahmet Türkler, Sakıklar ve diğerleri, Dep ve Hadep’te yöneticilik yapan önemli bir çoğunluk, 1990’lı yıllara kadar düzen partileri içinde sıradan bir rol üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra ise devrimci mücadelenin orasına burasına tutunarak politika yapmaya başladılar. Ş. Elçi ise karşıt bir konumda durarak ‘Kürlük’ adına politika sahnesinde boy verdi...

Ancak görüldü ki bu kadroların hiçbiri içinden geldikleri sınıf adına bağımsız, kişilikli bir politika yapamadılar, politik bir harekete dönüşemediler. İster taraftar olsun, ister karşıt konumda olsun, belli bir etki kazanabildilerse bu, daha çok devrimci mücadelenin yarattığı dengelerden kaynaklandı. ‘Devlet baskılarından dolayı Şerefattin Elçi Kuzeyin KDP’si olamadı’ demek gerçeklere yüzeysel bakmaktan başka bir şey değildir.

Tenkil ve sürgün hareketleriyle, kendi içine alarak eritme, daha doğrusu iğdiş etme politikalarıyla sınıf olarak dağıtılan, düzenle ilişkileri bireysel-ailesel ve aşiretsel düzeye indirgenen Kuzey Kürt egemen sınıflarının 1970’lere geldiğimizde bir Kürt sorunu, bir ulusal sorunları yoktu. Onlar birey, aile veya aşiret olarak, en genel anlamıyla sınıf olarak sömürgeci düzenin ülkemizdeki sosyal dayanağı haline gelmişti. Düzenle bin bir bağ içindeydiler ve öyle ki varlıkları düzenle kurdukları işbirliğine bağlanmıştı.

Bu, sömürgecilerin izledikleri çok bilinçli bir politikadır. Onlar biliyorlardı ki daha öncesinde ve 1920’lerde de görüldüğü gibi Kürt toplumunu ayaklandıracak neredeyse tek güç ve sınıf Kürt egemenleridir. Onların işi bitirildi mi, ya da düzenin basit bir eklentisi haline getirildi mi, sistemle ilişkileri sınıf düzeyinde değil, aile-birey düzeyine indirgendi mi Kürt sorununu tarihe gömmek daha da kolaylaşır.

1970’li yıllara kadar Kürdistan’da ciddi bir hareketlenmenin olmaması salt baskılarla açıklanamaz. En temel nedenlerden biri egemen sınıfların anılan tarzda iğdiş edilmeleri ve böylece iç dinamiklerin dumura uğratılmasıdır. Ama ne zaman ki Kürdistan’da modern sınıflaşmaya ve sosyal gelişmeye benzer gelişmeler başladı ve bu gelişmeler diğer ideolojik ve politik hareketlerden etkilendi, işte o zaman Kürdistan’ın yeniden ayağa kalkışına tanık oluyoruz.

Güney Kürdistan’da gelişmeler daha farklı seyretmiştir. Irak sömürgeciliği Kürt egemen sınıflarının önderlik ettiği hareketleri tam anlamıyla bastırıp tasfiye edememiş, örgütlerini dağıtamamış ve politik etkilerini yok edememiştir. Oysa Kuzeyde bu süreç 1940’lara gelindiğinde hemen hemen tamamlanmıştır. Dolayısıyla tüm yenilgilere ve ağır kayıplara rağmen KDP ve daha sonra aynı kökenden gelen YNK Güney’in Kürt egemen sınıflarının partileri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yabancı dengelere oynamayı temel siyaset çizgisi haline getiren bu partiler, egemen bölge ve dünya dengeleriyle esasta karşı karşıya gelmemişler, tersine esen rüzgara göre yön almayı becermişlerdir.

Ancak Kuzey’de böyle bir egemen sınıf hareketi olmadı. Bugün tasfiye ve tersine dönüş hareketi ile böyle örgütlü, sistemin bir ayağı olabilecek bir hareket yaratılmak isteniyor, Kongra-Gel de bunun örgütsel formu olarak düşünülüyor.

Ama bu pek olanaklı görünmüyor. Bunun kadrosu da yok.(...)

Dikkat edilsin, Kuzey’deki egemen sınıf siyasetçileri mücadelemizle birlikte belirmeye başladılar, ancak hep onun gölgesinde kaldılar. Bağımsız duruşları ve iradeleri hiç olmadı, fırsat bulduklarında küçük siyasal ayak oyunlarından uzak durmadılar. Hadep içinde yöneticilik yapanların ezici çoğunluğunun durumu budur. Aslında Öcalan 1990’lardan bu yana Kürt orta ve egemen sınıflarına alan açtı, onları kendi sosyal dayanağı ve politik zemini haline getirmeye çalıştı. Ama onlar hep iradesiz kaldılar. Bağımsız politik güç haline gelme olanakları da yoktu. Öcalan sisteminin kendisi bunu olanaksızlaştırıyordu.

Zaten Öcalan sistemi varlığını ve egemenliğini sürdürdüğü sürece Kongra-Gel ve daha sonra denenecek formların bağımsız siyaset ve siyasetçi üretmesi olanaksız düzeyinde güçtür!

Bütün bu etkenleri birlikte değerlendirdiğimizde Kuzey’in egemen sınıf hareketini geliştirmenin ne kadar güç olduğu ortadadır. Bu, aynı zamanda İmralı çizgisinin, tersine, karşıtına dönüşüm sürecinin açmazlarını anlatıyor!” (Halk Kongresi mi, Halka İhanet mi?, M. Can Yüce, Bülten, Sayı:1)

Kogra-Gel için yapılan bu değerlendirme, aslında onun dışındaki girişimler için de geçerlidir. Bir Hak-Par’ın durumu ve güdük kalışı, bu gerçekliğin somut bir göstergesi değil mi? Kısacası bir eğilim olmakla birlikte yakın gelecekte Kuzey Kürt egemen ve orta sınıfların kendi adlarına, örneğin bir Irak KDP gibi bir politik hareket geliştirmeleri hemen hemen olanaksız gibidir.

Elbette bu gerçeklik, içten ve dıştan beslenecek bu eğilime karşı ideolojik ve politik mücadele vermeyeceği anlamına gelmez. Gerektiği ve hak ettiği ölçüde bu mücadele vermek durumundadır!

Aslında bu sonuç bölümün hemen başında sorduğumuz ikinci sorunun yanıtını da vermiş oluyoruz.

Son 20-30 yıllık Kuzey Kürdistan tarihine damgasını vuran PKK öncülüğündeki harekettir. PKK, kendisini sosyalist ve emekçi sınıfların hareketi olarak tanımladı ve bu temelde mücadele etti. Hataları ve sevaplarıyla tarihteki onurlu yerini aldı. Ortaya çıkardığı değerler, dersler, muazzam bir birikim var ve bunlar, bugün tarihin tanık olduğu en büyük tasfiye hareketi tarafından tasfiye ediliyor. Ona rağmen kısa sürede bu değerleri yok etmeleri de mümkün değildir.

Öte yanda Kürdistan sorunu bütün yakıcılığı ile orta yerde duruyor ve çözüm bekliyor. Kuzey Kürt egemen ve orta sınıflarının durumunu da kısaca özetlemeye çalıştık. Kuzey için yola çıktığını söyleyen grupların da “bir kalıntı” haline gelmenin dışında bir varlıkları söz konusu değil. Yeniden ayağa kalkma ve toparlanma işaretleri de yok. Böyle bir işaret olsa da yakın ve orta vadede politik bir güç haline gelmeleri de hemen hemen olanaksız gibidir. Bunlar subjektif gözlemler değil, birer nesnel tespittir.

Geriye Kürdistan emekçileri kalıyor. Zaten “Kürdistan sorunu, aynı zamanda Kürdistan emekçileri sorunudur” derken bu gerçeğe parmak basmak istiyoruz. Son otuz yıllık mücadelede ortaya çıkarılan değerlerin gerçek yaratıcıları da emekçilerden başkası değildir. Ancak toparlanmak ve yeniden ayağa kalkmak kendiliğinden olmayacaktır. Kim verecek, bu sorumluluk kimin omuzlarında?

Hiç kuşkusuz bu sorumluluk, son otuz yıllık mücadele deneyimlerine dayanan, onu kendisine tarihsel miras olarak kabul eden ve onu aşarak kendisini yeniden inşa eden devrimci sosyalist bir hareketin omuzlarındadır! Onların da bu sorumluluk bilinciyle ağır görevlerinin üzerine gideceklerine inanıyoruz!