Büyük şovlar eşliğinde açıklanan demokratikleşme paketlerinin gerçek niteliği her geçen gün daha net ve gözle görünür hale geliyor. Son olarak yapılan DGMlerin kaldırılması ile ilgili anayasa değişikliği de bunun en yeni ve çarpıcı örneği oldu.
DGMlerin kuruluşuna dair madde Anayasadan çıkarıldı. Fakat arkasından bu mahkemelerin yerini alacak geniş yetkili uzman Ağır Ceza Mahkemelerine ilişkin düzenlemeler ile birlikte, DGMleri olağanüstü yapan tüm ayrıcalık, işleyiş ve yetkileri tümüyle bu uzman mahkemelere devredilecek. Örneğin bu uzman mahkemeler, DGMlerde olduğu gibi, sadece siyasi davalara ve çıkar amaçlı çete oluşturma davalarına bakacak. DGMler gibi belli illerde bölge mahkemeleri olarak kurulacak, bu iller de DGMlerin bugüne kadar üslendikleri iller olacak vb. Yani DGMlerin sahip olduğu yetkiler, bakmakla görevli oldukları davalar ve özel ayrıcalıklar aynen bu mahkemeler için de geçerli olacak. Bu mahkemelerin kuruluş, görev ve yetkileri de yine DGMlerde olduğu gibi özel olarak hazırlanmış bir yaya dayandırılacak.
Dolayısıyla yapılan DGMleri kaldırmak değil, salt bir tabela değişikliğiyle sınırlı bir makyaj çekme operasyonudur. Hukuk ve keyfiyette sınır tanımamazlıkla malül bu olağanüstü mahkemeler sadece yeni bir kılıfa sokulmuş oluyorlar. Böylelikle yıllardır cüppeli terör merkezleri olarak çalışmış olmanın yarattığı yıpranmışlığın aşılması hedeflenmektedir. Buradan alınan soluk ve tabela değişikliğinin sağlayacakları sözde meşrulukla cüppeli terörün sürekliliği güvenceye alınacaktır.
İşte AB demokrasisinin ve ABye uyum adı altında yürütülen demokrasicilik oyununun içyüzü bundan ibarettir. Burjuvazinin yapısal bir ekonomik kriz içerisinde kıvrandığı, bu krizin faturasının sistemli biçimde işçi ve emekçi milyonlara kesildiği, emperyalizmin savaş ve saldırı üssü olarak hazırlanan bir ülkede bu da son derece anlaşılırdır. Böyle bir düzenden, işçi ve emekçilerden yana gerçek demokratik nitelikte değişimler beklemek ham bir hayaldir. DGMlerin kaldırılması kandırmacasıyla bu gerçek bir kez daha ayan beyan ortaya çıkmıştır.
DGMler geçmişte, 70li yıllarda gündeme getirildiğinde, işçi sınıfının devrimci direnişiyle ezilmişti. Sermaye iktidarı bu direniş karşısında bu saldırı hamlesini geri çekmek zorunda kalmıştı. DGMlerin kuruluşu bundan sonra ancak 12 Eylül faşist darbesiyle, devrimci hareket ezildikten, işçi sınıfı ve emekçi hareketi bastırıldıktan sonra mümkün olabildi. DGMlerle birlikte 12 Eylül faşist zoru yargı alanında da kurumsallaştırılmış oldu. Bu mahkemeler darbenin ardından kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin uzantısıdırlar.
Bugün eğer DGMler gerçek manasıyla ortadan kaldırılacaksa, bu ancak bir kez daha işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci direnişiyle mümkün olacaktır. Ancak böyle bir devrimci karşı koyuşla burjuva sınıf iktidarı koşullarında demokratik hak ve özgürlükler alanı bir parça olsun genişletilebilir. Bunu başarmanın başka bir yolu yoktur. Burjuvazinin kurumlarına ve emperyalist güç odaklarına dayalı değişim hayalleri, düzen batağında boğulmakla sonuçlanır.
Sınıflı bir toplumda, suç kadar hukuk da, bu hukuku-ya da hukuksuzluğu uygulamakla görevli mahkemeler de egemen sınıfın çıkarlarına, ezilen sınıfın bastırılmasına hizmet eder. Böyle bir toplumda tüm kavramlar gibi suç ve hukuk kavramları da her iki sınıfın gözünde farklı anlamlar içerir. Yasalar bu temelde cansız kuru metinler değil egemen sınıf iktidarının çıkarlarına uygun olarak hazırlanmış, ancak sınırları sınıf mücadelesinin o anki mevcut dengesine bağlı siyasal formlardır. Dolayısıyla burjuva sınıf iktidarının hüküm sürdüğü, bu iktidarın işçi sınıfını ezmek için sistematik olarak baskı ve zora başvurduğu bir düzende, yasa ve mahkemelerin muhtevası ve hükmü sınıf mücadelesi tarafından belirlenir. Yasalar ve bu yasaların dayandığı suç kavramı ancak bu mücadele tarafından değiştirilir, yeniden yazılabilir.
Böyle bakıldığında, DGMler ve onların yerini alacak uzman mahkemeler ile onların konusu olan suç kavramı devrimci sınıfın gözünde hiçbir meşruluk taşımaz. Bu nitelikteki mahkemeler özünde siyasi nitelikte saldırı üsleridir. Dolayısıyla bu mahkemelerin kendisiyle birlikte, üzerine bina edildikleri suç kavramının da tümüyle ortadan kaldırılması için seferber olmak doğru devrimci tutumdur. Bu tutumu etkili bir siyasal sınıf çalışmasına konu etmek dönemin en önemli görevlerinden biridir.
İşçi sınıfının gözünde en büyük siyasi suç, sermaye sınıfının faşist zora dayalı kapitalist sömürü düzenidir. Dolayısıyla gerçek ve meşru adalet, bu düzenin yıkılmasını sağlayacak devrimci sınıf şiddetiyle gelecektir.
İÜde YÖK, sahte demokrat rektör ve işbirlikçileri protesto edildi...
17 Mayıs günü rektörler ve öğretim üyeleri Marmara Üniversiteleri Öğretim Üyeleri adıyla YÖK yasasına karşı bir yürüyüş düzenlediler. YÖK yasa tasarısı ile ilgili tartışmaların başladığı ilk günden itibaren YÖK ile AKP arasındaki iktidar mücadelesi üzerine büyüyen tartışmalar içerisinde AKP karşıtı tutumlarıyla bir taraf olan rektörler, böylece bir anda demokrat kesildiler. İstanbul Üniversitesinde yapılan her eylem, düzenlenen her basın açıklaması rektörlük soruşturmasına tabi tutulurken, rektör Alemdaroğlu bu yeni demokratlaşmış bileşen adına bir de basın açıklaması okudu.
Öğretim üyelerinin İstanbul Üniversitesi Merkez Fakültesine doğru yürüyüşe başladıkları ve rektörlük önünde basın açıklaması yapacakları duyulduğunda, devrimci-demokrat öğrenciler olarak bu eylemin ve rektörlerin tutumunun teşhir edilmesi gerekliliği üzerinden bir protesto kurguladık. Öğretim üyeleri üniversiteye girdikleri anda, 50 kişilik bir kitle tarafından üniversite öğrencileri imzasıyla Ne AKP ne YÖK, üniversiteler bizimdir! pankartı açıldı. Sessiz protesto yapılmasına karar verilmiş olunduğundan, öğrencilerin tamamı ağızlarını siyah bantlarla kapadılar. Bu arada bir öğrenci öğretim üyelerinin önünü keserek, üniversitelerdeki soruşturma terörünün teşhirini yapan bir konuşma yaptı ve bu yürüyüşün başını çen Rektör Alemdaroğlu ve Nur Serter gibi isimlerin samimiyetsiz ve anti-demokrat olduklarını vurguladı. Eylem Kemal Alemdaroğlu basın metnini okumaya başlayana dek sessiz protesto kurgusuna uygun olarak sürdü. Ancak basın metni okunurken slogan atılmaya başlandı.
Beyazıt Meydanında Blair protestosu
Aynı gün saat 13.00de bu kez Beyazıt Meydanında, Blairin Türkiyeye gelişini ve NATOyu protesto eden bir basın açıklaması yapıldı. Üniversite Öğrencileri imzasıyla ortak pankart ve dövizlerle gerçekleştirilen eyleme yaklaşık 200 kişi katıldı. Eylemde NATO karşıtı sloganların yanısıra, YÖK yasası ile ilgili sloganlar da atıldı. Irakta yaşanan işkence vahşetiyle ilgili sloganlar da oldukça sık atıldı. Beyazıt Meydanında basın metninin okunmasından sonra, üniversite içine geri dönüldü ve rektörlüğün önünde halaylar çekildi.