05 Mart 2005
Sayı: 2005/09 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  SEKA kıvılcımını yangına çevirmek için
görev başına!
  SEKA kıvılcım, TEKEL ateş oldu, bürokratların etekleri tutuştu
  Türk-İş BK toplantısı...
Harekete geçiren direnişin gücüdür!
  SEKA işçilerini ziyaret ve destek eylemleri
  SEKA işçisi direnişin simgesi!
  SEKA röp.  “Burada bir ekmek mücadelesi var,
kızgınlık var, kin var, nefret var…”
  BES Ankara eylemi; “Genel grev, genel direniş!”
  Burjuvazinin yeni parti arayışında son perde
  SSK hastanelerinin devriyle sorunlar büyüdü!
Amaç özelleştirme
  Talabani’ye heyet gönderildi... Gerici rejimin şoven politikaları sarsılıyor
   Suriye’yi hedef alan emperyalist-siyonist
tehdit yoğunlaşıyor
  Bush Putin'le görüştü, eli boş döndü
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/4: Sisteme teslimiyetin ideolojisi
  Irak'lı petrol işçileri;  “İşgale karşı direniş Iraklılar’ın doğal
hakkıdır!”
 Küstah işgalcilerden itiraflar
8 Mart çalışmalarından; Hiçbir kuvvet faaliyetimizi engelleyemez!
 “Demokratik Kadın
Hareketi Kurultayı”na BDSP’nin sunduğu tebliğ
Kadın sorunu/ M. Can Yüce
Kadın işçilerin
sorunları ve talepleri
AB ve Kürdistan sorunu/2
İzmir’de KESK şube kurulları... Pazarlık ve hesaplar
Genç İşçi Bülteni'nden
Basından... ABD, AKP’yi gözden çıkardı mı?
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/4

Sisteme teslimiyetin ideolojisi

H. Fırat

Kürt hareketine isim ve program dayanmıyor

Kongra Gel programının genel esaslarına geçmemiz gerekiyor, ama bunu öncelemesi gereken bir ara sorun var. Önümüzde halihazırda bu program bulunsa da son günlerin yeni bir gelişmesi bunu, PKK'nin temsil ettiği Kürt hareketi için son değil fakat sondan bir önceki program haline getirmiş bulunuyor. PKK camiası şimdilerde yeni bir programı, “PKK'nin Yeniden İnşa Programı Taslağı”nı tartışıyor. Bu, İmralı'dan bu yana Kürt hareketine parti ismi gibi parti programı da dayanmadığını gösteriyor. İçine girilen ideolojik kargaşa ile siyasal çıkmazın bundan daha iyi bir göstergesi de olamaz herhalde.

Abdullah Öcalan'ın İmralı teslimiyetini ve tasfiyesini teorik çerçevede gerekçelendirmek, böylece ona sözümona tarihsel ve felsefi bir arka plan kazandırmak üzere her “yoğunlaşma”sı, her seferinde yeni bir parti ismi ve yeni bir program olarak Kürt hareketine yansıyor. İlk İmralı savunmaları (Haziran 1999) sonrasında PKK ismi korunmakla birlikte programı toplanan olağanüstü bir kongrede apar-topar değiştirilmişti. Daha doğrusu önden olan olmuş, arkadan toplanan kongreye de olup biteni onaylamak kalmıştı. 2001 yılı sonunda“Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” adı altında kitaplaştırılan kapsamlı “AİHM savunması”nın meyvesi ise Nisan 2002'de PKK'den KADEK'e geçiş olmuştu. Bir süre sonra bu da yetersiz bulunmuş, (bu arada “Özgür İnsan Savunması” olarak kitaplaştırılan “Atina Savunması”nın da ek katkısıyla) Kasım 2003'te gündeme bu kez KADEK'ten Kongra Gel'e geçiş ve onun bugünkü programı gelmişti.

Daha aradan henüz yalnızca 14 ay ancak geçmişken, şimdi de “PKK'nin yeniden inşası” sorunu ve “PKK'nin Yeniden İnşa Programı Taslağı” ile yüzyüzeyiz. Oysa Kongra Gel'in kurulduğu sırada PKK'nin tarihi misyonunu tamamladığı, onu üreten ve işlevli kılan tarihi koşulların tümüyle geride kaldığı, bu durumda hataları ve sevapları ile onu tarihe havale etmenin bir zorunluluk haline geldiği bildirilmiş, bu bir dolu yazı, değerlendirme ve röportaja konu edilmişti. Buna rağmen şu sıralar gündeme getirilen “PKK'nin yeniden inşası” ne oluyor, bununla ne amaçlanıyor ve bu yeniden oluşumun mevcut Kongra Gel ile ilişkisi ne olacaktır türünden soruların yanıtı henüz ortada yok. Ama ortaya ciddi ciddi “yeniden inşa” için yeni bir program taslağı konulduğuna göre, belli ki bu yeniden oluşum en azından isimlendirme düzeyinde ve ayrı bir programatik temsille sonuçta bir biçimde gerçekleşecektir.

Fakat bizi burada şimdilik ilgilendiren, her yeni kitaba karşılık yeni bir parti ve program kuralının bu son girişim üzerinden de işlemeye devam etmesidir. Son savunma-kitap “Bir Halkı Savunmak” olmuştu. Öteki bakımlardan belirsizliğini korusa da “PKK'nin yeniden inşası”nın bu yeni kitabın yeni meyvesi olduğuna halihazırda bir kuşku yok. Nitekim açıklanan “program taslağı”na baktığımızda ortada bir program formundan çok, “Bir Halkı Savunmak” kitabının kılı kırk yaran bir özeti olduğunu görüyoruz. Bir kitap özeti olarak bu gerçekten yararlı bir iş sayılabilirdi, fakat bir program olarak bir ciddiyeti olduğunu sanmıyoruz. Dolayısıyla “PKK'yi Yeniden İnşa Komitesi” öyle olduğunu iddia etse de gerçekte ortada herhangi bir program tartışması yoktur. Yapılan Abdullah Öcalan'ın yeni kitabında ortaya konulan görüşlerin her zamanki gibi eleştirisiz-tartışmasız biçimde olduğu gibi benimsenmesi ve bu arada “program taslağı” adı altında özetlenmesinden ibarettir. Kısa sunuşunda yeni “program taslağı”nın “Demokratik-Ekolojik paradigmanın kavranması çalışmaları”nın bir ürünü olduğunu söylerken, gerçekte “PKK'yi Yeniden İnşa Komitesi” de bunu uygun bir biçimde dile getirmiş olmaktadır.

Abdullah Öcalan'ın “ağır tecrit” koşullarında fakat her nasılsa zengin kaynak bolluğu ortamında hazırladığı her yeni kitabı, İmralı teslimiyetinin derinleştirilmesi ve bu çerçevede Kürt hareketinin ideolojik planda silahsızlandırılması, daha da ötesi, gerçek bir düşünce karmaşası içine sürüklenmesi işlevi yerine getirmektedir. Buna rağmen PKK'nin bu kitapların her yenisiyle birlikte ve onu tamamlayan dolaysız “talimatlar” çerçevesinde her seferinde gözü kapalı biçimde yeni bir kalıba girmesi ve ezberini baştan aşağı yenilemesi olgusu, “yeni uygarlık” ideolojisi olarak idealleştirilen “demokrasi” ve “demokratik normlar” ile Kürt hareketinin gerçek bağının ne olduğunu da çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Halen Kürt hareketinde demokratik yapı ve işleyişin zerresi yazık ki yoktur. Abdullah Öcalan'ın savunmalarının bizzat “Önderlik” kurumu ve PKK gerçeğini “çözümlemek” bakımından da hayli yararlı ve renkli tarihsel kategorilerini kullanarak söyleyecek olursak, ortada iradesine tartışmasız boyun eğilen bir “tanrı-kral”, onun iradesini “toplum”a yayan ve benimseten bir “rahipler topluluğu” ve bunlara çaresizce uyan “kullar” yığını vardır yalnızca. Bu yapı ve işleyişi “Sümer rahip devleti” ve bugünün despotik Ortadoğu rejimleri üzerinden belli bir başarıyla çözümleyen Abdullah Öcalan, tüm açıklığı ile görülmektedir ki buna uygun düşen bir hükmetme ve yönetme modelini bizzat kendisi yıllar öncesinden PKK bünyesinde kurmuştur.

“Demokratik-Ekolojik paradigma”ya ön değinmeler

İmralı kaynaklı her yeni savunma-kitap ve onun bir ürünü olarak her yeni program bir öncekini aşsa da, bunlar arasında dikkate değer bir sürekliliğin olduğu da bir gerçektir. Süreklilik liberal ideolojinin derinleştirilmesi ve tersinden dünkü devrimci ideolojinin her türden etki ve kalıntısının sistemli biçimde temizlenmesi olarak kendini göstermektedir. Nitekim birbirini izleyen programlar üzerinden de bunu görüyoruz. Örneğin sınıflar ve devrimci sınıf mücadelesi “demokratik uygarlık çağına giriş”le birlikte bir anda anlamını ve işlevini yitirse de, Kongra Gel programı onu hala tarihin tüm önceki dönemleri için toplumların temel gerçeği sayıyor ve yer yer bulanık ifadelerle de olsa, bir toplumdan ötekine geçişi temel sınıflar arasındaki mücadele ile ilişkilendiriyor. Oysa “PKK'nin yeniden inşası” için ortaya konulan son “program taslağı”nda, sınıflar ve sınıf mücadelesi artık anlamını büyük ölçüde yitirmiştir. Henüz tümden silinmemiş olsa da artık tarihin ilerlemesinde ancak ikincil, hatta üçüncül derecede rol oynayan önemsiz bir etken haline gelmiştir. Tarihi devindiren güç tüm tarih dönemleri için artık sınıflar mücadelesi değil, fakat “sınıflı-devletçi toplum” ile “demokratik-komünal toplum” arasındaki mücadeledir! Kendi ifadesiyle “İmralı inzivası”ında yoğunlaşma ve derinleşme imkanı bulan Abdullah Öcalan'ın yeni tarih görüşü ve felsefesi işte budur. PKK'deki “rahipler sınıfı”nın “Demokratik-Ekolojik paradigmanın kavranması çalışmaları” adı altında PKK tabanına aşılamaya çalıştığı yeni programatik çerçeve işte bu türden içi boş idealist yavanlıklar yığınından oluşmaktadır.

Abdullah Öcalan'ının bu uydurma tarih ve toplum tezleri, gerçekte Kürt hareketinin bilincinde sınıflar ve devrimci sınıf mücadelesine ilişkin olarak Marksizm'in etkisi altında oluşmuş ve bugüne kalmış ne varsa onu kazımaya yöneliktir. Bu, daha sonra üzerinde ayrıca duracağımız gibi, “devlete hizmet”in “ihmale gelmez” temel bir boyutudur ve olanaklı olduğunca Türkiye soluna da etkide bulunması hedeflenmekte, zayıf da olsa bu umulmaktadır (Nitekim bu umut Kürt basınındaki “çorbacı takımı” üzerinden ilk sonuçlarını vermiş de bulunmaktadır). Bundan dolayıdır ki, Abdullah Öcalan savunma-kitaplarında, özellikle de sonuncusunda tarihin derinliklerinde dolaşırken bile her fırsatta sözü bir yolunu bulup Marksizm'e getirmekte, marksist dünya görüşüne saldırmakta ve onu (bir ölçüde Marksizm konusundaki bilgisizliğin de ürünü olarak) en kaba bir biçimde çarpıtmakta, gözden düşürmeye çalışmaktadır. Onun bunu cepheden kaba bir düşmanlık yerine sinsi bir gözden düşürme yöntemiyle yapması da ayrıca dikkate değerdir. Genellikle Marksizm'in kurucularına saygıda ve duygusal övgüde kusur etmemekte, onların ulvi amaçlarını ve kişisel erdem ve yeteneklerini övmekte (ki bu da elde edilmek istenen asıl sonucun bir parçası ve gereğidir), ama bunu yaparken sistemli bir biçimde temel önemdeki düşüncelerinin içini boşaltmakta, onları baştan geçersiz ya da olayların yeni safhasında artık önemini ve anlamını yitirmiş ölü düşünceler yığını olarak sunmaktadır. Marksist dünya görüşünü ve devrimci sosyalizm idealini gözden düşürmeye çalışırken kullandığı en temel kanıtlama yöntemi ise, kendi ifadesiyle “reel sosyalizm”in “ortadaki akıbeti”dir. O bunu Marksizm'in bilimsel bir değer taşımadığının en dolaysız ve tartışmasız göstergesi bile sayabilmektedir.

Abdullah Öcalan'ın tüm bunlarla varmak istediği amaç, 30 yıla yakın bir süre marksist kültürün etkisi altında şekillenmiş kafalardan bu etkiyi silip atmak, mevcut burjuva toplumunun alternatifinin sosyalizm değil fakat “demokratik uygarlık”, yani yine burjuva toplumunun kendisi olduğunu bilinçlere kazımaktır. Onun kitaplarının en temel temalarını oluşturan devlet ve demokrasi sorunlarına ilişkin bilim dışı idealist görüşleri de bu aynı amaca yöneliktir. Bu görüşlerle varılmak istenen asıl amaç kestirmeden şudur: Ezilen sınıflar için devrimci iktidar ve Kürtler için her biçimiyle (ulusal devletten ulusal özerkliğe) eşit siyasal varoluş hakkı ve imkanı gerekli değildir, tersine zararlıdır. Ezilen sınıflar devrimci iktidar mücadelesinden ve ezilen uluslar eşitliğe dayalı siyasal varoluş arayışlarından özenle ve kesin bir biçimde geri durmalıdırlar. Çünkü her biçimiyle devlet ve iktidar, tarihte olduğu gibi bugün de her türlü kötülüğün asıl kaynağıdır. Bu kaynağa bulaşan kaçınılmaz olarak bu kötülüğün bir parçası olur, bozulur ve kirlenir! O halde ezilen sınıf devrimci iktidar ve ezilen ulus ulusal devlet arayışlarını ilelebet bir yana bırakmalı, bunun yerine neolitik toplumdan miras kalan ve bugünkü toplumun gizli gözeneklerinde hala da yaşayan komünal demokratik ruhla donanmalı, mevcut devletin ve toplumun dışında ve hemen yanıbaşında, komünal demokratik topluluklar halinde ve doğayla barışık biçimde yaşama yolunu tutmalıdırlar. Yani ezenlerin cehehnemi toplumunun içinde, ama ondan yine de ayrı kendi dünya cennetlerini kurmalıdırlar. Ezilenler için kurtuluşun ve ezilen ulus için özgürleşmenin biricik olanaklı yolu budur!

Peki bu arada burjuva sınıf egemenliğinin kurumlaşmış biçimi olarak mevcut devlet iktidarı ne olacak dersiniz? O kuşkusuz yerli yerinde kalacak. Zira “devlete koşmamak” kadar onunla “çatışmamak”, hele de onu yıkmaya hiçbir biçimde yeltenmemek, bu yeni uydurma teorinin ve felsefenin “ilkesel değerde” en temel yaklaşımıdır. (Öylesine ki bu “ilke” tam da burada verdiğimiz tırnaklı ifadeler çerçevesinde Kongra Gel programında temel bir hüküm olarak da yeralmaktadır). Devlet yıkıcılığı bir yana bırakılacak, yalnızca ana bileşenlerini etnik (ama ulusal değil!) hareket, feminist hareket ve çevre hareketinin (ki bunlar yeni teorinin “klasik sınıf yaklaşımı”nı aşarak esas aldığı yeni “toplumsal dinamikler”dir!) oluşturduğu “demokratik-ekolojik toplum”, demokrasinin sınırlarını genişletmeye yönelik çaba çerçevesinde, olanaklı olduğunca devletin etki alanını sınırlamaya çalışacaktır! Bu, devlet aleyhine demokrasinin sınırlarını genişletme mücadelesidir ve tarihsel gelişmenin yeni motoru tam da budur. Devlete karşı demokrasinin sınırlarının bu genişlemesi tarihi süreç içinde öyle bir noktaya gidebilir ki, belki sonunda burjuva sınıf devleti etkisini ve anlamını adım adım yitirir, ve nihayet, “tümüyle gereksizleşerek söner...” (Bir Halkı Savunmak, s.272) İnanılması zor gelebilir ama burada, tam da mevcut burjuva devletinin bu kendiliğinden “sönme”si görüşü çerçevesinde, Abdullah Öcalan'dan Engels'e ve Lenin'e olumlu atıflar bile var! Gelgelelim burjuva devletinin demokrasinin bu tür bir “genişlemesi”yle “sönmesi” teorisi, üstelik aynı Engels'in en bayağı bir biçimde çarpıtılmasına dayalı olarak, tümüyle orijinal kautskist bir teoridir. Ve o bunu, tam da Abdullah Öcalan'ın şimdi yaptığı gibi, devrimi ve devrimci iktidar mücadelesini kategorik olarak bir yana bırakıp burjuva devleti ve düzeni ile ilelebet barışık yaşayabilmek amacı çerçevesinde formüle ediyordu.

Devam edelim. Mevcut burjuva sınıf devletine yaklaşımı görmüş bulunuyoruz. Peki ya bu devlete dayanan sınıf, kapitalist özel mülkiyete ve sömürüye dayalı temel toplumsal ilişkiler, bu ilişkilere dayalı burjuva sınıf egemenliği, bu arada bunlar ne olacak? Onlar da doğal olarak tıpkı burjuva devlet aygıtı gibi yerli yerinde kalacak! Kaldı ki temel işlevi onlara bekçilik olan devlete dokunulmadığı sürece bu ilişkilere dokunmak zaten sözkonusu olamaz. Dolayısıyla burjuva devletinin yanısıra burjuva sınıf egemenliğinin ifadesi üretim ve mülkiyet ilişkilerine de dokunulmayacak, onlar da yerli yerinde kalacak (Ama buna rağmen de toplum, işçiler ve emekçiler, kadınlar ve bu arada Kürtler özgürleşecek!). O pek orijinal “üç alan” ve “üçüncü alan” teorisi de işte bu liberal yaveler çerçevesinde anlamını buluyor. Sınıflı-devletli toplumun temel ilişki ve kurumları olarak onların yeri ayrı, “üçüncü alan” olarak ekolojik-demokratik toplumun yeri ayrı! Herkes kendi “alan”ına hakim olacak, farklı “alan”lar birbirinin varlığına saygı gösterecek ve katlanacak! (“Tanrının hakkı tanrıya, Sezar'ın hakkı Sezar'a!” denilse burada yeridir herhalde.)

“Devlet”in yanında “demokrasi”, “devletli-sınıflı toplum”un yanısıra “ekolojik-demokratik toplum”!.. “Demokratik uygarlık çağı”nın “demokratik cumhuriyeti” de işte bu “ikili” varlığın (bir arada ve yanyana bulunma anlamında) birliği ve “sentez”inden başka bir şey olmayacak.“‘Bir devlet + bir demokrasi' formülü” (Bir Halkı Savunmak, s.382), tam da bu orijinal çözümün veciz bir anlatımıdır. “Sonuçta şehirsel-devletsel toplumla kırsal komünal, çağdaş değişle ekolojik-sosyalist toplum yan yana, uydurma bir barış ile değil de diyalektik bir ikilem halinde”, işte böylece bir arada yaşayacaklardır (s.356). Ve nihayet, yanyana ve birbiriyle barışık “ikili toplum”a dayalı bu orijinal çözüme bir de felsefi temel: “Tarihte hep bu tarz bir ikilik vardır. Belki de (bu) evrensel düalizmin bir gereğidir” (s. 357) Buradaki bu “evrensel düalizm” kavramı dil sürçmesi ya da bilgisizlik ürünü sanılmamaldır. Felsefi kavramları ve kategorileri iyi-kötü bildiği anlaşılan Abdullah Öcalan, metafizik idealizmin bu en önemli kategorisini bilerek ve üstelik aynı kitabında birçok kez kullanıyor. İdealist bir liberal uydurma olan yanyana “ikili toplum” görüşüne bundan daha uygun bir felsefi dayanak başka ne olabilirdi ki?

“Ekolojik-demokratik toplum paradigması” denilen uydurma toplum görüşünün özü özeti genel çizgiler halinde işte budur. 30 yıl boyunca iyi-kötü Marksizm'le, aynı anlama gelmek üzere tarihe ve topluma ilişkin bilimsel dünya görüşü, yöntem ve bilgi ile yüzyüze gelmiş kıdemli PKK kadrolarının son yıllarda “yoğunlaşma grupları” halinde kavramaya ve kavratmaya çalıştıkları yeni tarih ve toplum görüşü de işte budur. Özü ve özeti burada sunduğumuzdan öte bir şey olmadığı halde yine de Abdullah Öcalan'ın bu görüşleri o her biri birer tuğla büyüklüğündeki kitaplarında burada sunduğumuz kadar basit sunmadığı da bir gerçektir. O başta tarih, özellikle de eski çağlar tarihi olmak üzere, ölçüsüz ve çoğu durumda ilgisiz bir biçimde en olmadık alanlar ve sorunlar üzerinden gezinerek sonuçta bu görüşlerine bilimsel bir hava ve inandırıcılık kazandırmaya çalışmaktadır. Fakat ne yaparsa yapsın, hangi derinliklerde dolanırsa dolansın, sonuçta gelip dayandığı nokta, varmak istediği sonuç, dolayısıyla sözünü bağladığı yer, yukarıda özetini verdiklerimizden başka bir şey değildir.

Bunun nedenleri, içinde bulunduğu durum ve ilişkilerin bunu dayatan katı mantığı üzerinde daha sonraki bölümlerde ayrıca duracağız. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Çünkü o, Abdullah Öcalan, İmralı teslimiyeti çerçevesinde (dönemin moda deyimle) kendisine çizilmiş “kırmızı çizgiler”in dışına çıkmak hak ve olanağından yoksundur. Bu çizgiler, bugünkü toplum ve devlet düzeninin temelleri ile devletin “üniter yapı”sının tartışma dışı tutulmasını gerektiriyor. Abdullah Öcalan'ın, her konuda dilediğince konuşup yazdığı halde, tüm bunları bu sınırlara hiçbir biçimde dokunmadan yapması, tam tersine tüm düşünsel çaba ve açılımlarının sonuçta bu sınırların pekiştirilemesine hizmet etmesi, tam da bu çerçevede bir anlam kazanmaktadır.

Ezilen sınıf olarak işçilere devrimci iktidar ve ezilen ulus olarak Kürtler4e ulusal devlet gerekli değildir- Abdullah Öcalan'ın biribirini izleyen savunma-kitaplarının özü ve özeti kabaca budur, öteki herşey bu temel düşünceye sözümona tarihsel, bilimsel, felsefi ve ahlaki bir temel sağlamaya yöneliktir. Daha sonra üzerinde nispeten daha genişçe durmak üzere Şubat ortasında açıklanan “PKK'nin Yeniden İnşa Programı Taslağı” çerçevesinde zorunlu gördüğümüz bu ön değinmeleri burada böylece bırakıyoruz.

“Demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm”!

PKK tarafından temsil edilen Kürt hareketinin halihazırdaki programı olan Kongra Gel programına geçebiliriz artık. Genel mantığı yönünden bu program, mevcut burjuva toplumunun kendi temelleri üzerinde demokratikleştirilmesi hedefine dayalı, sınıf uzlaşmasını ve barışçı mücadeleyi esas olan bir içeriğe sahiptir. Devrimci sınıf mücadelesi ve hele de devrimci iktidar hedefi, bu program tarafından ilkesel düzeyde ve kesin bir biçimde reddedilmektedir. Bu niteliği ile o, klasik sosyal-demokrat programın günümüze ve özel olarak da ulusal bir akıma uyarlanmış bir biçiminden öte bir şey değildir. Bu uyarlama çerçevesinde, gerçekte birçok bakımdan klasik sosyal-demokrat programın bile bir hayli gerisindedir. Emperyalizm, kapitalizm, devlet, demokrasi ve benzeri temel konuları ele alışı, birçok açıdan tipik kautskist mantığa dayalıdır ve üzerinde duracağımız nedenlerden dolayı bir dizi noktada kautskizmin de gerisindedir.

Dayandığı uydurma çağ tanımının da bir uzantısı olarak bu programın temel hareket noktalarından biri, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin kendini “demokratik normlar”a uygun olarak yenileyip “demokratik uygarlığa doğru” yol aldığı iddiasıdır. Emperyalizm artık “klasik ve yeni sömürgeci biçimler”e dayalı egemenlik ilişkilerini bir yana bırakmış, “bilimsel-teknolojik devrimin sonuçları temelinde, egemenliğini demokratik normlara büründürme” yolunu tutmuş, bu çerçevede “kapitalizmi reformasyon yoluyla demokratik uygarlığa doğru evrime yönelt”miştir. Dahası var; “Küresel düzeyde sermayenin yeni egemenliğini sağlamaya çalışan emperyalizm, bunun önünde engel teşkil eden ulus-devlet ve çağ dışı tüm teokratik, monarşik ve oligarşik yapıları aşma zorunluluğu duymaktadır.” Ve nihayet, emperyalizm kendini demokratik bir yenilenmeye tabi tutmakla da yetinmeyerek, dünya sahnesinde demokratik bir dinamik olarak aktif bir rol de üstlenmekte, bu çerçevede “çağ dışı tüm teokratik, monarşik ve oligarşik yapıları” demokratik bir değişim ve dönüşüme zorlamaktadır.

Kongra Gel programının tüm bu kabullerinin (kabuller diyoruz, zira bu iddialar bilimsel bir tahlilin değil fakat tümüyle ve basitçe öznel bir kabulün ürünü ve ifadesidirler) çıkacağı sonuç, o çok iyi bildiğimiz klasik “demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm” tezleri olmaktadır. Çok iyi bildiğimiz diyoruz, zira biz marksistler bu iddiaları Kautsky'den beri biliyoruz. Aynı iddiaları ‘50'li yıllarda modern revizyonistler devraldılar. Son olarak onları kısa siyasal ömrü süresince Gorbaçov yineledi. Fakat farklı tarihi dönemlerde bu bilim dışı gerici tezlere sarılanların ortak tahilsizliği, bu iddiaların daha ileri sürüldüğü andan itibaren olgular tarafından boşa çıkarılmasıydı. Bu konuda en arsızı belki de Kautsky'nin kendisiydi, zira o bu görüşlerini emperyalist bir dünya savaşının içinde ileri sürebiliyordu. Buna rağmen iddialarını iyi-kötü teorik bir mantığa oturtmaya çalışan ve bunu sonraki izleyicilerine miras olarak bırakan da yine o oldu.

Kautsky emperyalizmi bütünsel bir toplumsal sistem, yani kapitalizmin zorunlu bir gelişme aşaması olarak görmüyor, emperyalizmin ekonomisini keyfi bir biçimde politikasından ayırıyor, böylece işin aslında emperyalizmi salt bir dış politika olayı ve tercihine indirgiyordu. Ona göre, emperyalist saldırganlık ve savaşlar sistemin özünden değil, fakat hükümetlerin izlediği yanlış politikalardan kaynaklanıyordu. Kapitalizmin kendi doğal evrimi, farklı ulusal sermayelerin kendi aralarında barışçı bir işbirliğine ve bütünleşmeye, giderek ekonomide uluslararası tek bir tekele, dolayısıyla evrensel barış demek olan “ultra-emperyalizm”e doğruydu. Aynı süreç siyasette demokratikleşmeye, Kautsky'nin sınıflar üstü olarak gördüğü “saf demokrasi”nin yayılmasına, genelleşmesine ve derinleşmesine doğruydu.

Bugün Kogra Gel programı da bize kendi tarzında ve işin özünde bunları söylüyor. Küreselleşmenin kaçınılmaz sonuçlarına yapılan özel vurguların ve “demokratik uygarlığın” ilk somut gerçekleşme projesi olarak AB'ye yapılan ölçüsüz övgülerin (ki bu Abdullah Öcalan'ın tüm savunmalarını kesen görüştür de) anlamı budur. Fakat Kongra Gel programı özellikle sunuş bölümünde bu konudaki görüşlerini daha da somut bir çeçevede ortaya koyuyor. Buna göre emperyalizm, “klasik ve yeni sömürgecilik biçimleri ile bunalımını aşamayacağını” görmüş, bu arada 20. yüzyıl deneyimlerinden gerekli dersleri de çıkararak bir “demokratik yenilenme” dönemine girmiş, demokratik uygarlık çağına uyum yolunu tutmuştur. Bu böyleyse eğer, Kautsky'nin öngörüleri de hiç değilse gelinen aşamada doğrulanmış demektir.

Kautsky'nin dünya çapındaki ilk büyük emperyalist boğazlaşma esnasında ortaya attığı “demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm” tezleri, savaş sonrasında, artık açıkça kapitalist düzenle bütünleşme yolunu tutmuş bulunan sosyal-demokrasinin temel kabulleri haline gelmişlerdi. Fakat gerçek yaşamda kapitalizmin bu gerici iddialara yanıtı, demokraside derinleşmek yerine faşizm oldu. Aynı gerçek yaşam dersini emperyalizm, “evrensel barış” yerine ikinci bir emperyalist dünya savaşına yönelerek ortaya koydu. “Demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm” üzerine revizyonist tezler böylece faşizmin ve emperyalist savaşın insanlığa yaşattığı büyük acılar eşliğinde çöktüler (II. Enternasyonal'in ünlü teorisyenlerinden Otto Bauer bu çöküşü daha 1936'da farketti ve acıyla dile getirdi).

Buna rağmen bu tezler ‘50'li yıllarda bu kez modern revizyonistler tarafından gündeme getirildiler ve gerçek yaşamın hükmü onların da her adımda boşa çıkarılması oldu. Son olarak ‘80'lı yılların ikinci yarısında bunu yeni bir biçimde bu kez Gorbaçov gündeme getirdi. Gorbaçovculuk Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve dağılması ile sonuçlandı. Fakat bu çöküşü “demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm” değil, emperyalist gericiliğin zıvanadan çıkması, saldırganlık ve savaşların çoğalması, savaş bütçelerinde yeni rekorların kırılması ve nihayet emperyalist metropollerde bile polis devleti uygulamalarının gitgide daha çok yaygınlaşması izledi.

Hayatın her adımda boşa çıkardığı bu tezlerin döne döne gündeme getirilmesi kuşkusuz hiç de ders alınmaksızın her yeni tarihi dönemde tekrarlanan yanılgıların ürünü değildi. ‘50'lerde Kruşçev, ‘80'li yılların sonunda Gorbaçov ya da ‘99 Haziran'ında Abdullan Öcalan tarafından bu gerici tezler naifçe yanılgıların ürünü olarak değil, fakat egemen sistemle uzlaşmanın, onunla barışmanın, ona boyun eğmenin ya da onunla bütünleşmenin (bu her döneme ve akıma göre değişen bir durumdur) teorik gerekçelendirilmesi ihtiyacı çerçevesinde gündeme getirilmişlerdi. Bu anlamda bu tezler toplumsal-siyasal bir mantığa sahiptirler, böyle bir ihtiyaca yanıt vermektedirler. İhtiyaç keşfin anasıdır; toplumsal-siyasal koşullar bir ihtiyaç haline getirdikçe, ihtiyaç duyanlar bu tezleri yeniden hatırlamış ya da “keşfetmiş”lerdir.

Abdullah Öcalan da bu tezleri kendi icat etmedi, aslında yeniden de keşfetmedi, bunlar çok kimse gibi onun tarafından da iyi bilinen klasik revizyonist görüşlerdi (Bu görüşler özellikle ‘70'li yıllar Türkiye'sinde solda revizyonizm sorununa bağlı olarak çokça tartışılmakta ve dolayısıyla o dönemi yaşayanlar tarafından iyi bilinmekteydiler). Sisteme boyun eğme ve böylece kurulu düzenle bütünleşme bir tercih ve tutum haline gelince, bunu mazur göstermenin “rasyonal” teorisi olarak revizyonist cephanelikten alındılar, Leslie Lipson'un “demokratik uygarlık” güzellemesi ile zenginleştirildiler, söylem planında döneme ve duruma da uyarlanarak, Kürt hareketinin önüne yeni çizginin “yeni çağ”a ilişkin tespitleri olarak konuldular.

Gelgelelim bunlara ihtiyaç duyduğu ve başvurduğu dönem Abdullah Öcalan payına da pek talihsiz bir dönemdi. O bu görüşlere ilk İmralı savunmalarında yer vermeye hazırlanırken emperyalist NATO ittifakı Yugoslavya savaşını yürütmekteydi. Bu olayın bir ülkeye açılmış emperyalist bir savaş olmaktan da öte bir anlamı vardı. İlkin bu, emperyalist bir ittifak olarak NATO'nun ilk sıcak savaşıydı. İkinci olarak, ‘90'lı yılları ortasına kadar anayasasında dışarıya asker gönderme yasağı bulunan Almanya artık bu yasağı aşmıştı ve yürütülmekte olan savaşın baş aktörlerindendi. (“Demokratik uygarlık çağı”, Alman emperyalizmi ve militarizmi payına dünyaya açılmak ve emperyalist saldırı savaşlarında taraf olarak yeralmak anlamına geliyordu!). Üçüncü olarak, bu savaş sonrasında emperyalist güçler Bosna'nın ardından Kosova'ya da (çok geçmeden Makedonya'ya da) işgal güçleri olarak yerleştiler ve halen de bunu sürdürmektedirler. Bütün bunlar ilkin emperyalizmin bir saldırganlık ve savaş gücü olduğunu, ikinci olarak yeniden ülkelere ve bölgelere fiilen elkoyma yoluna gittiğini, yani o bildiğimiz klasik sömürgecilik biçimlerine adım adım dönmekte olduğunu göstermekteydi. Abdullah Öcalan “günümüz demokrasileri”nin tarihi zaferi üzerine güzellemelerini işte böyle bir tarihi ortamda dile getiriyordu. Kongra Gel'in İmralı teslimiyetinin ürünü görüşlerden hareketle yeni programını yazdığı sıralarda ise Afganistan'a yönelik emperyalist savaşın ardından bu kez Irak'a yönelik emperyalist savaş gerçekleşmişti. Emperyalistler Afganistan'dan sonra Irak'ın da yönetimine el koymuşlar ve (çoğu resmen de ABD vatandaşı olan) ajanlarına dayalı kukla hükümetlerle bu ülkeleri yönetme yolunu tutmuşlardı. Kongra Gel programı işte bu ortamda emperyalizmin eski ve yeni biçimiyle sömürgeci yöntemleri terkettiğini, egemenlik ilişkilerinde bile demokratikleşme yolunu tuttuğunu söyleyebiliyordu.

Fakat Kongra Gel programındaki yaklaşım yine de şaşırtıcı olmadığı gibi göründüğü kadar çelişkili de değildi. Zira aynı program, Ortadoğu'ya savaşlar yoluyla yapılan kapsamlı emperyalist müdahaleyi, “demokratik kapitalizm” ve “barışçı emperyalizm” iddialarıyla çelişkili değil, tersine onun bir uzantısı ve doğrulanması olarak ele alıyordu. Programa göre, “klasik ve yeni sömürgecilik biçimleri ile bunalımını aşamayacağını gören emperyalizm”, “egemenliğini demokratik normlara büründürme” yolunu tutmuştur ve bu çerçevede “çağ dışı tüm teokratik, monarşik ve oligarşik yapıları aşma zorunluluğu duymaktadır.” Savaşlara dayalı emperyalist müdahaleler de halkların köleleştirilmesi ve zenginliklerin yağması için değil, fakat çağdışı rejimlerin yerine demokratik rejimler geçirmek amacına yöneliktir. Bu çerçeve ABD'nin emperyalist savaş makinası “dış dinamik olarak” bölgede demokrasinin yolunu açmaktadır. Afganistan ve Irak'a karşı emperyalist savaşlar bu kapsamdadır, onları izleyecek olan yenileri de bu kapsamda ele alınmalıdır.

Programın kendisinden okuyoruz:

“ABD ve İngiltere'nin Irak nezdinde Ortadoğu'ya yönelik gerçekleştirdikleri müdahale, bu gelişim sürecinin en önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Tarihi kökleri çok derin olan Ortadoğu'daki teokratik, oligarşik ve otokratik rejimler, dar milliyetçi, dini-fanatik zihniyet yapısı ve oluşumlar, halkların demokratik-özgür gelişmesi önünde büyük engel teşkil ettikleri gibi, uluslararası sermaye ve emperyalist hakimiyet açısından da aşılması zorunlu engeller durumundadır. İç dinamikleri ile demokratik değişim-dönüşüm yeteneğini gösteremeyen Ortadoğu rejimleri, dış dinamiklerin müdahalesi ile böyle bir sürece girmiştir. Bu müdahale sonuçları dünya çapında etkili olacak yeni bir dönem başlatırken demokratik güçlerin ve gelişmenin de yolunu açmıştır.”

“Yeni durum, bölgede değişimden yana olan güçlerle statükoyu korumaya çalışan güçler arasında kapsamlı ve yoğun bir mücadele ortaya çıkarmıştır. Bölgenin en eski ve çözümlenemeyen temel sorunlarından olan Kürt sorunu ve bu eksende ortaya çıkan Kürt ulusal-demokratik mücadelesi, bölgede yaşanan bu gelişmelerde hem etkili bir role sahiptir hem de ondan şiddetle etkilenmektedir. Bölgedeki değişim süreci Kürt sorununun demokratik çözüm olanaklarını arttırdığı gibi bölgenin yeniden yapılandırılmasındaki stratejik rolünü de daha fazla açığa çıkarmıştır.”

ABD'nin Ortadoğu'ya emperyalist müdahalesine bu çerçevede bakanlar, bu yaklaşımı program hükmü haline getirenler, kendi saflarından PWD olarak çıkanları neye göre “hain”ve “tasfiyeci” diyebiliyorlar, bunu anlamak mümkün değildir. Bu iki paragraf PWD'nin tüm düşünsel temeli/programı değilse nedir? Biz PWD İmralı teslimiyetinin ve bunun yolaçtığı ideolojik silahsızlanmanın özbeöz çocuğudur derken işte tam da yukarıdaki pasajlardan en açık şekliyle yansıyan gerçeği kastetmiş oluyoruz. PWD bu pasajlardan yansıyan yaklaşımı tüm sonuçlarına götürmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu kadar da değil. Yukardaki iki pasaj bugünün tüm “jingo Kürtler”inin ortak yaklaşımını da vermektedir. Onlar da sorunu tamı tamına böyle ortaya koymakta ve Irak'ın ardından dizginlenemeyen bir sabırsızlıkla ABD'nin İran'a ve Suriye'ye karşı gündeme getireceği saldırıyı ve savaşı beklemekte, daha şimdiden hararetle bunu desteklemektedirler.

Emperyalizmin Ortadoğu'yu “demokratikleştirme” misyonu!

Aynı yaklaşım Kongra Gel programının “Demokratik Ortadoğu Birliği” başlığı taşıyan II. Bölüm'ünde ek açılımlarla yeniden ortaya konuluyor. Buna göre, “ABD'nin Irak müdahalesini salt petrole ve İsrail'in güvenlik meselesine bağlamak dar bir yaklaşımdır. Dünya hegemonik sistemi olarak iç ihtiyaçları ve zorlamaları bağlamında köklü ve uzun süreli bir yeni aşamanın başlangıcı olarak değerlendirmek daha gerçekçidir.” Burada ilk cümle yeterince açık, fakat ikincisi biraz bulanıktır. Ne var ki programın toplam mantığı ve bizzat bu pasajı izleyen öteki belirlemeler, bulanıklığın gerisindeki kastı bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Sözkonusu olan; demokratikleşme yolunu tutmuş bulunan emperyalizmin kendisiyle birlikte dünyayı da demokratikleştirmeye yönelmesidir; sistemin gelinen aşamadaki egemenlik ilişkilerinin artık “klasik ve yeni sömürgeci biçimleri” değil, fakat demokratik biçimleri gerektirmesidir. Irak'a müdahale de “köklü ve uzun süreli” nitelikteki bu “yeni aşama”nın gerekleri kapsamındadır.

Emperyalist egemenlikte bile demokratik ilişkiler gerektiren bu “yeni aşama”dan kastedilen gerçekte tam da “demokratik uygarlık” aşamasıdır. Bilindiği gibi bu aşamaya 20. yüzyılın sonunda “günümüz demokrasileri”nin zaferiyle girilmişti ve bu sayede insanlık, 21. yüzyılla birlikte yeni bir çağa, demokratik uygarlık çağına “giriş yapmış”tı. Bu belirlemeleri bize daha ilk satırlarında sunan Kongra Gel programına göre, Ortadoğu'ya emperyalist müdahale de bu kapsamdadır ve geçen yüzyılın ortasında başlayan “demokratik uygarlık” sürecinin yalnızca yeni bir halkasıdır. Nitekim ABD'nin bölgeye müdahalesinin “dar yaklaşımlar”a konu edilmemesine yönelik uyarı, şu sözlerle ek bir açıklık kazanıyor: “Bölge için II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa, 1990 sonrası Doğu Avrupa ülkelerinde gelişen demokrasi türü bir seçenek, ABD ve koalisyon güçleri arasından daha gerçekçidir.” Sözkonusu seçeneğin “demokratik sistemin zaferi”ni simgelediğini İmralı savunmalarından beri biliyoruz.

Ve az ilerde aynı mantık silsilesinin finali:

“Halkların insan hakları ve demokrasiye susamışlıkları, ilk defa batı kültürünün değişik sınıf içeriğinde de olsa aynı taleplerle gelmesi, başarılı bir sentezin geliştirilebileceğini göstermektedir. İç ve dış dinamikler tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar devrimsel nitelikte bir insan hakları ve demokratik sistemi gündeme dayatmış bulunmaktadır.”

Dışardan ABD liderliğindeki emperyalist müdahaleler ve içerden sözde halkların inisiyatifi, ortaya Ortadoğu'ya özgü bir demokratik sentez çıkarmış olacaktır! İşte Ortadoğu halklarının kurtuluş reçetesi, işte 200 yıllık makus talihi yenerek demokratik uygarlık kervanına katılmanın biricik olanaklı yolu!

Buradaki konuluş, yani bölgede kapsamlı demokratikleşmenin “dış dinamiği” konumundaki emperyalist müdahale çerçevesinde, Kürtler'in yeri ve rolü nedir, ne olacaktır? Kongra Gel Kürtler adına politika yapan bir ulusal siyasal parti olduğuna göre bu sorunun onun programındaki yanıtı özellikle önemlidir. Nitekim bu yanıt, üstelik olabilecek en açık biçimde, biraz ilerde veriliyor. “İç ve dış dinamikler”in birbirini tamamlayacak müdahaleleriyle ortaya çıkacak olan “başarılı sentez”e ilişkin pasajı “iç dinamikler”e ilişkin açıklamalar izliyor ve Kürtler'e ilişkin bölümde öteki şeyler yanında şunlar söyleniyor: “ABD ve İsrail'in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Stratejik, kalıcı ve giderek tüm Kürtler'i bağrında toplayacak tarihi önemde bir gelişmedir. Ortadoğu'nun değiştirilmesinde Kürtler başta gelen güç olarak görülmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır.”

Böylece bir kez daha PWD'nin dayandığı temelle ve tüm umutlarını ABD emperyalizmine bağlamış öteki Kürt çevrelerinin üzerinde birleştikleri yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz. Kongra Gel programının bu yaklaşımı tamı tamına onları ifade ediyor, ne eksik ne fazla.

Kuşkusuz Kongra Gel şu sıralar bu yaklaşımı savunmuyor, tersine, bu yaklaşımı savunanları suçluyor ve özel olarak PWD'yi hain ve Amerikancı olarak niteliyor. Fakat katı ve üzerinde önemle durulması gereken gerçek buna rağmen orta yerde duruyor. İmralı savunmalarının bugün tanınmaz hale getirdiği Kongra Gel daha yalnızca bir yıl önce program düzeyinde bu görüşleri savunabilmiştir. Daha da önemlisi, yerine henüz resmen yenisi konmadığına göre gerçekte bu görüşler halen de Kongra Gel'i bağlayan görüşlerdir. Program bir parti için göstermelik ve aldatıcı bir belge değilse eğer, sorunu başka türlü değerlendirmek olanağı yoktur.

Kongra Gel'in bugün bu yaklaşımı neden ve neye bağlı olarak savunmadığı da ayrı bir sorun. Bunun programda kapsamlı ve uyumlu yansımasını bulan ideolojik görüşlerin terkiyle herhangi bir ilgisinin olmadığını biliyoruz. İdeoloji aynen korunuyor, değişen yalnızca politikadır. İdeoloji aynen durduğu içindir ki, bugün geri çekilen politik yaklaşımların, yarın yeniden gündeme gelmesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Bu ideolojiden yeni PWD'lerin ya da PWD çizgisinde unsurların çıkmasının önünde de herhangi bir engel yoktur. Buna rağmen Kongra Gel halihazırdaki programında kapsamlı yansımasını bulan politik yaklaşımı terketmiştir, zira programın kabulünden bir süre sonra İmralı'dan Abdullah Öcalan'ın dolaysız ve kapsamlı müdahalesi ile yüzyüze kalmıştır. Bu müdahale Güney Kürdistan üzerinden ABD ile TC arasında yaşanan çelişki ve çatışmada TC'den yana konulan belirgin ağırlık anlamına gelmektedir ve bu anlamda tümüyle politik niteliktedir. Emperyalizme ilişkin gerici hayaller ise aynen korunmaktadır ve bunlar tümüyle İmralı savunmalarından, özellikle de bu savunmalarda “çağımızın en önemli demokratik uygarlık projesi” olarak yaldızlanan AB üzerine görüşlerden beslenmektedir.

(Devam edecek...)