05 Mart 2005
Sayı: 2005/09 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  SEKA kıvılcımını yangına çevirmek için
görev başına!
  SEKA kıvılcım, TEKEL ateş oldu, bürokratların etekleri tutuştu
  Türk-İş BK toplantısı...
Harekete geçiren direnişin gücüdür!
  SEKA işçilerini ziyaret ve destek eylemleri
  SEKA işçisi direnişin simgesi!
  SEKA röp.  “Burada bir ekmek mücadelesi var,
kızgınlık var, kin var, nefret var…”
  BES Ankara eylemi; “Genel grev, genel direniş!”
  Burjuvazinin yeni parti arayışında son perde
  SSK hastanelerinin devriyle sorunlar büyüdü!
Amaç özelleştirme
  Talabani’ye heyet gönderildi... Gerici rejimin şoven politikaları sarsılıyor
   Suriye’yi hedef alan emperyalist-siyonist
tehdit yoğunlaşıyor
  Bush Putin'le görüştü, eli boş döndü
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/4: Sisteme teslimiyetin ideolojisi
  Irak'lı petrol işçileri;  “İşgale karşı direniş Iraklılar’ın doğal
hakkıdır!”
 Küstah işgalcilerden itiraflar
8 Mart çalışmalarından; Hiçbir kuvvet faaliyetimizi engelleyemez!
 “Demokratik Kadın
Hareketi Kurultayı”na BDSP’nin sunduğu tebliğ
Kadın sorunu/ M. Can Yüce
Kadın işçilerin
sorunları ve talepleri
AB ve Kürdistan sorunu/2
İzmir’de KESK şube kurulları... Pazarlık ve hesaplar
Genç İşçi Bülteni'nden
Basından... ABD, AKP’yi gözden çıkardı mı?
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

AB ve Kürdistan sorunu/2

II. AB ve TC ilişkileri

AB-TC ilişkileri, kendi tarihi boyunca düz bir yolda ilerlememiştir. Bu ilişkileri, AB ve TC'nin stratejik yönelimlerinden, bunların aldığı biçimlerden, dönemsel politikalardan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Bugünkü ilişkilere bakarken bu gerçekliği gözlerden ırak tutmamak gerekir.

TC'nin AB'ye üye olma eğilimi uzun bir süreci kapsar. Satırbaşlıkları biçiminde özetlemek gerekirse;

1959'da TC, AET'ye tam üye olmak için başvuruda bulunur.

1963 tarihinde Ankara Ortaklık Anlaşması imzalanır.

13 Kasım 1970 tarihinde Katma Protokol imzalanır ve bu, 1973 tarihinde yürürlüğe girer.

12 Eylül askeri darbesiyle AET ile ilişkiler buzdolabına kaldırılır.

14 Nisan 1987 tarihinde TC, AET'ye tam üyelik başvurusunda bulunur.

1 Ocak 1996 tarihinde Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girer.

1999 Helsinki Zirvesinde AB, Türkiye'ye bazı şartlar çerçevesinde aday ülke statüsünü verir.

TC ile AB arasında çetin pazarlıklar yapılır, TC dayatılan koşulları belli yönleriyle ve şekli olarak yerine getirir, “uyum paketleri” ile denilenleri yapmaya çalışır.

Ve sonuçta 17 Aralık tarihinde TC'ye belli koşulları yerine getirmesi koşuluyla 3 Ekim 2005 tarihinde müzakereler için gün verir.

TC'nin AB'ye üyeliğiyle ilgili çeşitli görüşler var. Bunları üç başlık altında toplamak mümkün. Birinci görüş, TC'nin AB üyeliğine taraftar olan, bunu her düzeyde savunan görüştür. İkinci görüş, bu görüşün karşısında duran, AB karşıtı görüştür. Üçüncüsü ise, kendisini bu ikileme sıkıştırmadan iki cephenin de kuyruğuna takılmayan, AB'nin emekçiler ve ezilen halkları için ne olduğunu ortaya koyan, onun emperyalist-kapitalist bir birlik olduğunu vurgulayan, TC'nin AB üyeliğini neden istediğini kavrayan, bu ilişkinin çeşitli boyutlarını gören ve soruna emekçiler ve ezilen halkların penceresinden bakan görüştür.

AB'yi “barış ve demokrasi” merkezi olarak gören liberal görüşlere göre, TC'nin AB üyesi olması durumunda Türkiye demokratikleşecek, ordunun iktidar üzerindeki vesayeti son bulacak veya son derece zayıflayacak, Kürt sorununun barış ve demokratik yöntemlerle çözülmesi gerçekleşecek veya kolaylaşacak, vb… Aynı görüşler Kürt liberalleri ve reformistleri tarafından da dillendirildiğini geçmeden hemen belirtmeliyiz. Bu konuya başka bir alt başlıkta değinmeye çalışacağız.

Yukarıda da kısaca özetlemeye çalıştık, AB'nin merkezi devletlerinde gelişen demokrasi, sosyal haklar, özgürlükler değil, tam da bunların karşıtı bir süreçtir. Bununla birlikte merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasında geliştirilen ilişki, eşitler arası bir ilişki değil, tersine eşitsizler arası bir ilişkidir, yeni türden bir sömürgecilik ilişkisidir! Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra AB'nin Türkiye'den ne istediğini, stratejik olarak nasıl bir çizgide olmasını dayattığını; buna karşılık TC'nin AB'den ne beklediğini açmamız gerekiyor. Bu temel sorulara yanıt vermeden söylenecek her söz, belki de gerçeklere bir değinme olabilir, ama bu değinme, teğet değinmeden başka bir şey olmayacaktır!

Bir tekrar daha: AB, ABD karşısında ekonomik ve politik bir güç olma, rakip bir odak olarak dünya hegemonya kavgasında yer tutma temel amacına sahiptir. Bu temel amacı gözardı edilerek şu veya bu ilişkiyi ya da gelişmeyi kavramak mümkün değildir, mümkün olsa bile yanılgılı sonuçlara götürür.

AB, TC'ye de bu perspektiften bakıyor, ondan beklediği temel şey de budur!

Yani en genel bir ifadeyle dış politikasında kendisine sadık, tam anlamıyla kendisiyle uyumlu, ABD karşısında kendisinin yanında bir “sadık dost” olmasını, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya'ya uzanan mızrak başı olmasını istiyor. Bütün pazarlıkların ve dayatmaların odağında bu stratejik istem var. Demokratikleşme, azınlık hakları, insan hakları, Kürt sorunu ve diğerleri hem görüntüyü kurtarmaya, hem pazarlık marjını yükseltmeye yarayan, ideolojik ve politik araçlardır.

TC de kendisinden istenileni biliyor. Fakat bu istemi tam ve kesin bir biçimde yerine getirmenin güçlüklerini de…

TC'nin, “evet, senin dış politika stratejisine uygun ve uyumlu bir dış politika izlerim, bu konuda hiçbir sorun çıkmayacak” sözünü vermesi inandırıcı olabilir mi ya da ne kadar? Bunun önündeki engeller nelerdir? Kuşkusuz sorun basit değil, bir-iki sözle halledilecek kadar tek boyutlu değildir. Süreç içinde test edilmesi gerekir. Bu da yetmez ABD eksenindeki duruşu konusundaki kaygıları gidermesi gerekiyor. Ama nasıl? Olayın karmaşık ve çelişkili boyutları salt TC ve ABD arasındaki ilişkilerden kaynaklanmıyor, AB'nin kendi içyapısından, henüz bütünsel bir dış politika duruşunu sağlayamamasından da kaynaklanıyor. Bu noktayı biraz açmakta yarar var.

Bilindiği gibi, AB, dünya siyaseti içinde bütünlüklü bir politika izleme konumundan uzak görünüyor. Bunun en çarpıcı tablosu Irak savaşında çıktı. AB üyesi İngiltere, ABD ile birlikte hareket etti ve işgal hareketinin içinde yeraldı. İtalya, İspanya, Danimarka ABD'nin Irak politikasının arkasında durdular, politik desteğin yanısıra belli büyüklükte askeri birliği de bu işgal hareketine kattılar. İspanya bu tutumundan vazgeçti, ama diğerleri hala aynı konumlarını sürdürüyorlar. 2004 yılında AB'ye üye olan Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri ABD yanlısı bir çizgide duruyorlar. Bu çelişkili durum, AB'nin geleceğini tartışmalı hale getiriyor, aynı zamanda ondan beklenen stratejik misyonu belirsizleştiriyor.

ABD emperyalizmi, AB'nin gerçek hedeflerini çok iyi biliyor. O nedenle “içten fethetme” ve boşa çıkarma politikasını izliyor. TC'nin AB üyeliğini hararetli bir biçimde desteklemesinin altındaki temel neden de budur. Bundan dolayı bu destek Fransa ve Almanya ekseninin rahatsızlığına yolaçtı.

Öte yandan Türkiye'nin egemen tekelleri, AB üyeliğinden yana… Ekonomik ilişkilerin önemli bir bölümü AB ülkeleriyle olmaktadır. Bunu daha üst düzeye çıkarmak ve kurumsal bir yapıya kavuşturmak istiyorlar. Politik ve stratejik açıdan AB üyesi olmanın iç politikalarına olduğu kadar dış politika açılımlarına denge getireceğini ve güç verebileceğini düşünüyorlar.

Kuşkusuz bu süreç uzun, karmaşık ve çelişik boyutlara sahip bir süreçtir. Unutmamak gerekir ki, bu uzun pazarlık sürecinde temel pazarlık konuları demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, Kürt sorunu olmayacaktır. Pazarlığın ana konusu, AB'nin dünya hegemonya siyasetine uyumlu ve bu eksenden çıkmayan, çıkamayacak bir konuma getirilmiş bir Türkiye “yaratmaktır”! Diğer pazarlık konuları bu ana unsurun tamamlayıcı ayrıntıları olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir!

III. AB ve Kürdistan sorunu

”Avrupa Birliği bir uygarlaşma projesidir. Türkiye'nin bu projeye dahil olması parti olarak bizim de isteğimizdir. Fakat Avrupa Birliği aynı zamanda bir barış ve istikrar projesidir. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye'de istikrar olmaz. Bu sorun çözülmeden Türkiye Avrupa Birliği'ne alınırsa buradaki istikrarsızlık AB'nin siyasal kurumlarına sirayet edecektir. Kürt muhalefeti Brüksel'e taşınacak. Bunu önlemenin yolu müzekkere sürecinde Türkiye'yi Kürt sorununun siyasal çözümüne ikna etmekten geçer.” (HAK-PAR'ın 29.11.2004 tarihli bildirisinden...)

AB ile ilgili bu yanılsamalı değerlendirme ve beklenti hemen hemen bütün Kürt liberal ve reformist çevre ve kişilerin üzerinde buluştukları ortak görüştür. Bu görüşte olan çevre ve kişiler, Avrupa sürecinin Türkler'e ve Kürtler'e yeni ve umut vaadeden olasılıklar sunduğunu, halen varolan devlet sınırlarına saygı çerçevesinde Kürt sorununa barışçı çözüm şansı verdiğini, bu fırsatın kaçırılmaması ve değerlendirilmesini vaazetmektedirler.

“Türkiye yoğun pazarlıklar sonunda AB üyeliği için görüşmelere başlama tarihi almayı başardı.

Görüşme tarihinin alınması, Türkiye'nin değişim ve demokrasiden yana olan güçlerinin yolunu daha da açtığı gibi bu güçlerin önüne yeni görevler de koymuştur.

Görüşme tarihi almak amacıyla yapılan ama hayata geçirilmeyen yasal değişikler, tam üyelik için yetmez. Bunun için gerçekten azınlık haklarına saygılı, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlere bağlı bir yapıyı oluşturmak gerekir.

Bu nedenle AKP hükümeti değişir gibi yapıp değişmeye ayak diretmeyi bir yana bırakmalı, yapılan yasal ve anayasal değişiklerin hayata geçirilmesi için ciddi adımlar atmalıdır.

Türkiye'nin başta gelen sorunu Kürt sorunudur. Kürt meselesi ülkenin öteki sorunlarını da doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla Türkiye'nin tam üyeliği, çağdaş ülkeler seviyesine yükselmesi aynı zamanda Kürt sorununun çözümüne bağlıdır.

Hükümet, AB tam üyeliğinin olmazsa olmaz koşulu demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlere bağlı bir yapıyı oluşturmanın yanı sıra, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda da adımlar atmak zorundadır.

Kürt sorununun köklü çözümü, eşitlik temelinde, uluslararası sözleşmelerde öteki uluslara tanınan hakların Kürtler'e de tanınmasıyla mümkündür.”

Bu görüşler de PSK'ya ait, 18 Aralık 2004 tarihli bildirilerinden aldık.

Temel yanılgı aynı: AB'yi “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerler”in merkezi olarak değerlendirme ve gösterme…

İmralı Partisi'nin de aynı görüşte olduğunu hemen vurgulamamız gerekir. 1999'dan bu yana TC'nin AB üyeliği konusundaki politikasının “Kraldan daha kralcı” bir tutumla desteklediğini, bunun için yapılan eylemleri, kitle gösterilerini de biliyoruz. Öcalan ve partisine göre, AB demokrasi merkezidir, TC'nin AB'ye üye olması, onu demokratikleştirecek ve Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünü de getirecektir. Bundan dolayı Kürtler TC'nin AB üyelik sürecini etkin bir biçimde desteklemelidir!

Elbette Öcalan'ın bu yaklaşım ve tutumunu sıradan bir yanılgı olarak değerlendirmek safdillik olur. O, söz verdiği gibi, “devlete hizmet etmenin” gereğini yapıyor.

Ağır yenilgi ve tasfiye sürecinde, yani umutların kırıldığı, özgüce inançsızlığın geliştiği bir ortamda dış merkezlere bel bağlanması ve onlar hakkında ham hayallerin genel bir eğilim ve giderek ortak bir ruhhalini alması şaşırtıcı olmamalıdır. Yine bu dönemde liberal hayallerin ve düzen içi arayışların gelişmesi de şaşırtıcı olmamalıdır. Bu düşünce biçimini ve ruh halini görmek, içinde geçilmekte olunan koşullarla bağlantısını görmek, görece ve geçici yönlerine parmak basmak önemlidir, devrimcilerin en önemli görevlerinden biri de budur!

Bir kez daha vurgulamalıyız ki, AB hakkında liberal hayaller, içi boş umutlar, kendini avutan değerlendirmelerin yapılması, halkın mücadele bilincini gölgeliyor, devrimci mücadelenin önüne ideolojik ve politik handikaplar dikiyor. Bu nedenle anılan yaklaşımlar üzerinde durmak, ulusal kurtuluş mücadelesine bir şeyler kazandırmak bir yana yaptığı olumsuz etkilerin altını çizmek gerekmektedir.

Bu kısa hatırlatmalardan sonra konunun başka boyutlarına geçebiliriz. AB'nin en genel anlamda ne olduğunu en genel çizgileriyle özetlemeye çalıştık. Türkiye ile ilişkilerinde belirleyici etkenin dünya hegemonya kavgasında kendisine sadık bir çizgi izlemek olduğunu vurgulamaya çalıştık. Demokrasi, insan hakları ve Kürt sorununa yaklaşımını belirleyecek de budur. Bununla birlikte ekonomisi ile “merkezin” çıkarlarına uyumlu bir Türkiye, bir “çevre ülke” olarak kalacak bir Türkiye istedikleri de bir olgudur! Elbette iç sorunları çözmüş veya çözüm yoluna koymuş bir Türkiye istedikleri de bir gerçektir. Bu anlamda düzen sınırları içine çekilmiş ve devrimci dinamikleri ezilmiş, kimi kültürel kırıntılarla düzene eklemlenmiş bir Kürt sorunu görmek istedikleri de bir olgudur. Bütün bunları, demokrat oldukları, burjuva anlamda da olsa demokrasi ilkesine sadık oldukları için değil, ekonomik ve politik çıkarları bunu gerektirdiği için istiyor.

Dikkat edilirse, Kürdistan sorunu TC'nin en temel sorunu olmasına rağmen, bu, 15 yıllık savaş ve on yılları bulan mücadele pratiği tarafından doğrulanmasına rağmen AB ile TC arasındaki tartışmaların önemli bir gündem maddesi olmadı, herhangi bir AB belgesinde söz düzeyinde dahi geçmedi.

Neden?

Nedeni çok açık ve yukarıdaki değerlendirmemizi doğrulamaktadır. Kürt ve Kürdistan sorunu AB için çok temel bir sorun değildir. Bu konuda TC'yi zorlayacak bırakalım bir politikası, politik bir yaklaşımı yoktur. Özellikle mücadelenin İmralı üzerinden tasfiye sürecine alındığı, düzen içi “çözümün” bu kadar revaçta olduğu bir ortamda ve tarihsel dönemde AB, neden bir Kürt politikası geliştirsin ki?

Kürt liberal çevreleri, reformist ve düzen içi siyasetçileri, istedikleri kadar AB hayalleri görsünler, AB'ye istedikleri sıfatları atfetsinler, bunların Kürt halkının bilincini ve mücadele ufkunu karartmaktan başka hiçbir pratik ve politik değeri olmayacaktır.

Güney Kürdistan'ın alacağı biçim, bunun Irak ile ilişki düzeyi ve daha önemlisi, ABD'nin genel Ortadoğu politikası içinde tutacağı yer AB'nin Güney Kürdistan ve bununla bağlantılı olarak genel Kürdistan sorununa politik yaklaşımını etkileyecektir. Ancak bu konuda bugünden çok somut değerlendirmeler yapmak çok güçtür.

Bir iki noktaya daha dokunmakta yarar var:

TC'nin AB'ye üye olması ile Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümleneceğini düşünenler, büyük bir yanılgı içinde oldukları gibi, bilerek veya bilmeyerek Lozan statüsünü de nihai olarak onaylamış oluyorlar. Türkiye'nin olduğu gibi AB'ye alınması demek, AB'nin Kürtler'i ulus olarak tanımaları anlamına gelmiyor. Tersine TC'nin inkâr ve imha siyasetini, sömürge sistemini, belki de birkaç rötuşla, kabul etme ve onaylama anlamına geliyor. Bu, Lozan statüsünün ikinci kez onaylanması, bütün AB ülkeleri tarafından kabul görmesi demektir.

Şu soru sorulmadan ve Kürt halkının bağımsızlık ve özgürlük hakları bağlamından yanıt verilmeden Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemek TC'ye hizmet değilse nedir? Soru şu:

AB'ye alınmış bir Türkiye ile Kürtler'in ulusal kimlikleri, bundan kaynaklanan hakları tanınacak mı, yoksa mevcut statüsüzlükleri olduğu gibi veya birkaç anlamsız kırıntıyla devam mı edecek?

Kimileri de AB'nin TC'yi Kürtler'i azınlık olarak tanımaya zorlayacağını savunuyorlar. Bu da başka bir yanılgıdır, başka bir yazımızda değerlendirilmişti. “İnkârdan azınlık olarak tanınmak bile bir başarıdır” avuntusu içinde olanlar da az değil. Ama bunlar, ilke ve düşünce düzeyinde bile temel haklardan vazgeçtiklerinin farkında değiller mi?

Sonuç olarak, ham hayaller kurmak yerine, halkımızın özgücünü esas alan, halkların ve emekçilerin dostluğunu öne çıkaran devrimci bir seçenek geliştirmek, Kürt halkının ve emekçilerinin temel ihtiyacıdır. Liberal ve reformist yaklaşımların hiçbir değerinin olmadığı, olmayacağı bu son yenilgi yıllarının en temel dersi niteliğindedir!

Sosyalistên Şoreşgên Kurdistan

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)

-------------------------------------------------------------------------------------

Trabzon'da Eğitim-Sen Genel Kurulu ve sonrası

19 Şubat günü Türkiye genelinde Eğitim-Sen'in kapatılmasına karşı yapılan meşaleli eylem Trabzon'da gerçekleştirilmedi. Genel kurulun yapıldığı Trabzon'da yönetim de değişmedi. DSD, Taban İnisiyatifi, Emek Hareketi ve Sendikal Birlik'in yönetime aday olduğu seçimlerde, geçen dönemde de seçimleri kazanan Sendikal Birlik, 6 kişiyle yönetime geldi. Emek Hareketi'nden yönetime giren bir kişi ise çoğunluk Sendikal Birlik'ten oluştuğu için istifa etti. Farklı sorunlardan dolayı Taban İnisiyatifi genel kurulun tekrarı için itirazda bulundu.

Tüm bunlar yaşanırken, yeni yönetim döneme “hızlı” girdi. Seçim öncesi anadilde eğitim kampanyasındaki şovenist tavrı ve T. Eğitim-Sen ile kurduğu ilişki, yönetimin gerici ve şovenist tutumunu devam ettireceğini gösteriyor.

Eğitim-Sen'in kapatılmasına karşı planlanan meşaleli eylemi yapmamanın bahanesi olarak ise “yeterli sayıda öğretmene ulaşamadık” söylemi kullanıldı. Eğitim-Sen Başkanı yaptığı açıklamada öğrenci gençliğe katılımı için “teşekkür” ettikten sonra sözünü “öğretmensiz olmaz” şeklinde bitirdi. Lokalde bulunan 50 emekçinin yanısıra alanda bekleyenlerin olduğu söylendiğinde, “öğrenci sayısı fazla” bahanesini öne sürdü.

Bu olay sendikada ciddi bir gerginlik yaratmış durumda. Sadece bu olay bile bunların emek mücadelesinde tuttukları yeri göstermektedir. Komünistlere düşen görev, bu tutumu teşhir etmek ve sınıfın programını gür bir biçimde yükseltmektir.

Kızıl Bayrak/Trabzon