17 Ekim 2008 Sayı: SİKB 2008/41

  Kızıl Bayrak'tan
   Gerici rejim Kürt halkına ve emekçilere karşı hazırlanıyor!
  Haramiler cephesinde büyüyen korkular!..
Sermaye iktidarı faşist baskı ve terörü tırmandırıyor!..
İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Taslağı meslek hastalıklarına ve iş cinayetlerine davetiye çıkartıyor…

Çukurova Üniversitesi’nde devlet terörü...

İşçi ve emekçi hareketinden…
  Metal sözleşmelerinde uyuşmazlık!
  Metal Grup Toplu İş Sözleşmeleri’nde uyuşmazlık zaptı tutuldu…
Son söz grev meydanında söylenecek!
  Metal işçileri İzmir’de sorunlarını tartıştı!
  İşkencede katliam eylemlerle protesto edildi…
  İşkenceci sermaye devletinden hesabı emekçiler soracak!
  Kot taşlama işçileri anlatıyor...
  Gençliğin faaliyetlerinden…
  Tekelci kapitalizmin krizi yayılıyor…
  Yeni bir tezkere ve sonrası… M. Can Yüce
  Gençlik hareketi ve fiili-meşru mücadele!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İşkenceci sermaye devletinden hesabı emekçiler soracak!

Sermaye devletinin ilerici ve devrimcilere yönelik saldırganlığının son kurbanı Engin Çeber isimli devrimci oldu. Yürüyüş dergisinin satışı sırasında arkadaşlarıyla gözaltına alınan ve maruz kaldığı işkencenin ardından tutuklanıp Metris Cezaevi’ne konulan Çeber, burada da devam eden işkence sonucunda katledildi. Böylelikle sermaye devletinin işkenceci ve katliamcı yüzü bir kez daha açığa çıktı.

Toplumu bir dönem AB hayalleriyle uyutmaya ve yönetmeye çalışan sermaye hükümeti, bu çerçevede bol keseden “demokratikleşme” vaatleri dağıtmaktan, “işkenceye sıfır tolerans” tanınacağına dair açıklamalar yapmaktan geri durmadı. Buna göre “karakollar daha şeffaf olacak”, “vatandaş gerektiğinde devletten hesap sorabilecek”ti. Yine bu çerçevede pratikte pek bir karşılığı olmayan bir takım yasal düzenlemeler yapılıyor görüntüsü verilmişti. Ne var ki bunların imaj tazelemeye dönük olduğunun görülüp anlaşılması için aradan çok uzun bir zaman geçmesi gerekmedi.

AB’ye üyelik beklentilerinin boşa çıkması ve bu projenin yakın sürede gerçekleşmesinin mümkün olmadığının anlaşılması üzerine, bugüne kadar yapıldığı ilan edilen sözde “reformlar”a da ihtiyaç kalmadı.

Vaat edilenlerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyan konuların başında Kürt sorunu geliyor. Newroz etkinlikleri öncesinde kadın ve çocuk demeden tüm Kürt halkı hedef tahtasına çakılarak tehdit edildi. Tırmandırılan şoven kampanyaların sonucu sokak ortalarında “linç” girişimleri oldu. Yanısıra, her türlü devlet terörünün uygulanabilmesine zemin hazırlayan bir atmosfer oluşturuldu ve Kürt halkına yönelik yeni katliam emirleri verildi.

Bir kez daha “artan terör olayları” argümanına sarılarak, her türlü toplumsal muhalefetin önüne geçebilmek ve toplum üzerinde baskı ve denetim kurabilmek için “Polis Vazife ve Selahiyat Kanunu”nda değişikliğe gidildi. Anti demokratik uygulamaların hukuksal kılıfı yeniden hazırlandı.

Aslında sermaye hükümeti topluma AB hayallerini pompaladığı dönemde de , “demokratikleşme adımlarının atılacağına” dair ikiyüzlü yalanlara sarılmıştı. PVSK’da değişiklik yapılırken de “özgürlüklerin önüne geçilmeyeceği”, “demokratikleşmeden taviz verilmeyeceği” yalanları aynı ikiyüzlü tutumla sürdürüldü. Bir yandan “işkenceye sıfır tolerans” söylemleri tekrarlandı, diğer yandan devletin baskı ve şiddet araçları tahkim edildi. Bir yandan “demokrasi ve özgürlükler” ağızlardan düşürülmedi, diğer yandan her geçen gün polis devleti uygulamaları devreye sokuldu.

Elbette bu uygulamaların ilk hedefi devrimci ve ilerici güçler olmakla birlikte işçi ve emekçilerin örgütlü kesimlerinden aydınlara kadar toplumun geniş kesimidir. Devrimci kurumlar basılıyor, çalışanları kaçırılıyor ve işkencelere tabi tutuluyordu. Devrimci yayın satan 14-15 yaşlarındaki gençler sokak ortasında kurşunlanıyor, linç kampanyalarına hedef gösteriliyordu. Devrimci ve muhalif yayınlar sansürlenerek, kapatılarak ve filen dağıtımları engellenerek emekçilerle buluşmalarının önüne geçiliyordu. Yine bu süreç cezaevinde bulunan devrimci tutsaklara dönük hak gasplarının, işkence ve kötü muamelenin ayyuka çıktığı bir dönem oldu.

Öte yandan 2007 ve 2008 1 Mayısları’nda olduğu gibi, en demokratik hak olan gösteri ve yürüyüş hakkını kullanmak isteyen binlerce işçi ve emekçi, sermaye devletinin terörüne hedef oldu. Yine örgütlenme ve hak alma mücadelesi yürüten emekçilerin karşına sermaye devletinin zor ve baskı aygıtları dikildi. Sermaye hükümetin uyguladığı politikalar sonucu yıkıma uğrayan köylülerin, geleceği ellerinden çalınan gençlerin, çevrenin tahrip edilmesine ve yağmalanmasına karşı çıkan duyarlı insanların maruz kaldığı tek şey devlet şiddeti oldu.

PVSK’nın değiştirilmesi ise, sermaye devletinin “işkence hizmeti”ni karakollardan çıkartarak vatandaşın ayağına kadar getirmesi oldu. Sermaye devleti sadece kendi vatandaşlarına değil yabancı uyruklu pek çok kişiye de uyguladı bunu. Fetus Okey’in öldürülmesi, yabancı uyruklu göçmenlerin kaldıkları kamplarda uygulanan baskılar bu uygulamaların en çarpıcı örnekleri olmuştur. Geniş yetkilerle donatılan sermayenin kolluk kuvvetleri, buradan aldıkları güçle sadece düzen muhaliflerine karşı değil en sıradan vakalarda bile fütursuzca bir şiddet uygulama cesaretini kendilerinde bulabilmişlerdir. Sokak ortasında herhangi bir tartışma yüzünden silahına davranarak “öldürme yetkisini” kullanmışlarıdır.

Sermaye hükümetinin “işkenceye sıfır tolerans” vaadinin ikiyüzlü bir yalan olduğu açıklanan istatistiki verilerle de kanıtlanmıştır. Buna göre, 1 Mayıs 2007 ile 5 Ekim 2008 tarihleri arasında 171 şiddet, işkence ve öldürme olayında 2 binden fazla kişinin yaralandığı, felç kaldığı ya da hayatını kaybettiği belirtilmektedir. Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Başkanlığı’nın açıkladığı verilere göre ise, 2007 yılında Türkiye genelinde 1171 kişi, 2008 yılının ilk 6 ayında ise 2 bin 356 kişi insan hakları ihlali iddiasıyla başvurmuştur. Ayrıca 2007’nin ilk 6 ayında işkence iddiasıyla 17 başvuru, 2008’in ilk 6 ayında ise 26 başvuru yapıldığı belirtilmektedir. 2007 yılının ilk 6 ayında “kötü muamele” iddiasıyla 79 başvuru yapılmışken, 2008’in ilk 6 ayında ise bu sayı 178’e yükselmiştir. Bunlar yalnızca başvuranları kapsayan resmi rakamlardır

Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı’nın (TOHAV) hazırladığı bir başka rapora göre ise, “işkenceye sıfır tolerans” politikasının sonucunun “kayıtdışı işkence” olduğu açıklanıyor. İşkencenin sistematik bir şekilde devam ettiği, resmi kayıtlara geçirilmesinin engellenmesi için karakollardan, polis otolarına ve açık alanlara taşındığı belirtilmektedir.

TOHAV’ın, 1 Mart 2006-28 Şubat 2008 tarihleri arasında yapılan 275 başvurudan yola çıkarak hazırladığı raporundaki verilere göre; başvuranlardan 217’si politik, 36’sı cinsel, 22’si ise adli sebeplerden ötürü işkence gördüğünü bildirmektedir. 15’inin polis otosunda, 83’ünün açık alanda, 76’sının ise karakolda kötü muameleye maruz kaldıkları belirtilmektedir. En çok dile getirilen işkence ve kötü muamele yöntemlerinin; ayakta bekletme, yiyecek-içecek-tuvalet ihtiyaçlarının giderilmesinin engellenmesi, tazyikli su sıkma, kaba dayak, cop, biber gazı sıkma, ölüm ve işkenceyle tehdit, elektrik verme, sigara söndürme, hayaları sıkma olduğu açıklanmaktadır.

Engin Çeber’in işkencede katledilmesi sonucunda Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in medya karşısında “özür” dilemesi de, bugüne kadar sürdürdükleri ikiyüzlü tutumun devamıdır. Zira sermaye devleti bu olayda bir kez daha suçüstü yakalanmış ve arkasına gizlenebileceği hiçbir bahane kalmamıştır. Bu yüzden de göstermelik olarak sadece cezaevi personeli “geçici olarak” görevden alınmıştır. Böylece olayın yine münferit olduğu ve devletin sorumluları cezalandırdığı yönünde bir intiba yaratılmak istenmektedir.

Sermaye devleti işkencecilerine ve tetikçilerine bugüne kadar sahip çıktığı gibi bundan sonra da sahip çıkacaktır. Geçtiğimiz haftalarda, “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermek”ten 22.5 yıl hapis istemiyle yargılanırken sadece 3 yıl 4 ay hapis cezası verilen polislerin mahkûmiyet kararı bile Yargıtay’ın “beraat” istemiyle bozulmuştur. Bunun gibi onlarca örnek mevcuttur.

İnsanlık suçu olan işkencenin son bulması ancak onu vareden kapitalist düzenin son bulmasıyla gerçekleşebilir. İşkenceci sermaye devletinden hesabı ancak işçi ve emekçiler sorabilir.

 

Polis terörü azgınlaşıyor!

Sermaye düzenin işçilere, emekçilere ve onun öncüleri devrimcilere ve komünistlere yönelik saldırıları azgınlaşarak sürdürüyor. Engin Çeber’in işkence ile katledildiği, şovenist histeri dalgasıyla halkların birbirlerine düşman edilmek istendiği bir dönemden geçiyoruz.

10 Ekim günü sabah 07.15’te, işçi ve emekçilerin yoğun olarak geçtiği bir güzergah olan Merter girişinde Kızıl Bayrak gazetesini satan iki arkadaşımız Merter polisinin saldırısına uğradı. Saldırı sırasında kimi emekçiler, “ne yani susarak mı okuyacağız, verin bir gazete okuyacağım!” diyerek polisin saldırgan tutumuna tepki göstererek bizleri sahiplendi.

Devletin kolluk güçlerinin keyfi davranışının sebebi ise Kızıl Bayrak gazetesinin kapağındaki “Şoven kudurganlığa geçit vermeyelim… Kürt halkına özgürlük!” manşetiydi.

Geçen hafta da Şirinevler’de linç girişimine maruz kalmıştık. Güneşli’de, Yenibosna’da, zaman zaman Merter’de bu saldırılarla karşılaşıyoruz. Saldırılara rağmen faaliyetimizi bu alanlara taşıyoruz. 14 Ekim günü de Şirinevler’de gazete satışı yaptık.

Bu çürümüş ve kokuşmuş düzeni tarihin çöplüğüne gönderene kadar mücadelemizi kesintisiz olarak sürdüreceğiz.

Küçükçekmece BDSP