17 Ekim 2008 Sayı: SİKB 2008/41

  Kızıl Bayrak'tan
   Gerici rejim Kürt halkına ve emekçilere karşı hazırlanıyor!
  Haramiler cephesinde büyüyen korkular!..
Sermaye iktidarı faşist baskı ve terörü tırmandırıyor!..
İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Taslağı meslek hastalıklarına ve iş cinayetlerine davetiye çıkartıyor…

Çukurova Üniversitesi’nde devlet terörü...

İşçi ve emekçi hareketinden…
  Metal sözleşmelerinde uyuşmazlık!
  Metal Grup Toplu İş Sözleşmeleri’nde uyuşmazlık zaptı tutuldu…
Son söz grev meydanında söylenecek!
  Metal işçileri İzmir’de sorunlarını tartıştı!
  İşkencede katliam eylemlerle protesto edildi…
  İşkenceci sermaye devletinden hesabı emekçiler soracak!
  Kot taşlama işçileri anlatıyor...
  Gençliğin faaliyetlerinden…
  Tekelci kapitalizmin krizi yayılıyor…
  Yeni bir tezkere ve sonrası… M. Can Yüce
  Gençlik hareketi ve fiili-meşru mücadele!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kot taşlama işçileri anlatıyor...

“Bu işin peşini bırakmayacağız!”


Onlar her gün üzerimize giydiğimiz kotların beyazlaması için çalışıyorlar… Taşladıkları ve yıkadıkları kotları beyazlatırken hayatlarını karartıyorlar. Kot taşlama ve yıkama işçileri her gün ölümcül çalışma koşulları içinde çalışarak üç kuruş uğruna canlarını ortaya koyuyorlar. Tıpkı patronların gözünde kum torbası kadar değeri olmayan tersane işçileri gibi…Tıpkı kömür madenlerinde yerin yedi kat altında iş cinayetine kurban giden maden işçileri gibi…Tıpkı kapitalizmin erittiği nice körpe bedenler gibi...

Yıllarca kot taşlama ve yıkama atölyelerinde çalışmış olan Gazi Polat ve Mehmet Bekir Başak İstanbul’un Gaziosmanpaşa ilçesinde oturuyorlar. Her ikisi de kot taşlama işinin yol açtığı ölümcül silikozis hastalığından nasiplerini almışlar.

 Özellikle Mehmet Bekir Başak silikozis hastalığının pençesinde çok sayıda ilaçla tedavisini sürdürüyor. Polat da Başak da bir yandan yaşadıkları koşullara isyan ederken diğer yandan kendilerini ölümün pençesine düşürenlerden hesap sorma kararlılığındalar.

Polat ve Başak ile kot taşlama ve yıkama işçilerinin çalışma koşulları ve yürüttükleri mücadele üzerine konuştuk...

- Kendini tanıtır mısın?

- Adım Mehmet Bekir Başak. 38 yaşındayım ve 7 çocuğum var. Kot taşlama işine ‘95 yılında başladım. ‘97 yılına kadar çalıştığım atölyede çaycılık yaptım. İşten ayrılarak yaklaşık iki sene kapıcılık yaptım, daha sonra yine Merteks’te çalışmaya başladım. Küçükköy’deydi çalıştığım yer. Erhan Kaya diye bir arkadaşımız vardı. Şimdi çok rahatsız. Rahatsızlanınca beni çağırdılar. Gittim, 2007 yılının dördüncü ayına kadar çalıştım. O zaman da Uğur Dündar Arena programı yapmıştı. CNN Türk’te yapılmıştı program ve beni Osman diye bir arkadaşımız aradı. İşe gidiyorduk, servisteydik. Daha önce de birkaç arkadaşımız ölmüştü. Süleyman diye Tokatlı bir arkadaşımız vardı. Burhan Vanlı bir arkadaştı. “Yok işte sigara içiyorsun, içki içiyorsun” dediler. Halbuki alakası yok. Adamın ciğerlerini kum bitirmiş. Vefat etti..

 Yine bir gün işe gidiyorduk. Hanıma telefon ettim, programı izle dedim. Çocuklar, hanım izlesin, bir bakalım, gerekirse işi bırakırız. Tabii ben yine ciddiye almıyorum. Kendim de inanmıyorum. Sabah döndüm işten, eve bir baktım herkes ağlıyor. “Hayırdır” dedim. Eşim dedi ki: “Sen akşam bir daha işe gitmiyorsun, işi bırak!” Sağlık karnemi aldım, Yedikule’ye gittim. Orada bir doktor filmi çeker çekmez “artık o fabrikadan içeri girmemen lazım” dedi. Öğleden sonra hastaneden döndüm ve bana Süreyyapaşa’ya gideceksin dediler.

- Hastalığın belirtilerini hiç hissetmedin mi?

- Vardı tabii ki. Koşamıyorduk, yürüyemiyorduk. Sağlıklı bir şekilde çalışamıyorduk. Sabah paydos ederken kot yapan vardı. Ben genelde gece çalışıyordum.

- Çalışma koşulları nasıldı?

Gece vardiyası ve gündüz vardiyası olmak üzere 12 saat çalışıyorduk. Toplamda 40 küsür kişi çalışıyorduk. Yarı yarıya bölünüyordu vardiyalar.  İşyerine müfettişler gelip gidiyordu. 40 küsür kişiden 5-6 kişinin sigortası vardı.

- Çalışma sistemi nasıldı?

İki metreye ikibuçuk metre odalarda çalışıyorduk. Dergah vardı, bu sistem yeni çıktı. Zaten biz bu hastalığı buradan kaptık. Bir tankın içerisine 300-400 kilo kum koyuyorsun. Onun da iki tane 100’lük motoru vardı. 200 havayla basınç yapıyordu hortuma. Biz de o hortumu açınca 8-9 havayla pantolonun üzerinde kum yapıyorduk. 2-2,5 metrelik bir odanın içerisinde göz gözü görmüyordu. 6 tane uzun floransan lamba vardı. Tahmini olarak kendimizi ayarlayıp öyle yapıyor, sonra da hava almaya çıkıyorduk. Bizim işyerinde havalandırma yoktu, verilen maskeler basit ve sağlıksızdı. 10-12 metre uzunluğunda bir süflon vardı. Diyelim ki bir tona yakın kum ona ne yapacak. Dışarı çıktığımız zaman hava tutmazsa kimse kimseyi tanımıyordu. Elimizi yüzümüzü yıkıyorduk, geliyor çayımızı içiyorduk. Bir daha kalkıyorduk. 80 dakika çalışıyorduk, yarım saat oturuyorduk. Oturma hakkımız yoktu yemek paydosuna kadar.

2007 yılının dördüncü ayında Süreyyapaşa’da teşhis koydular. Erhan arkadaşımıza yanlış teşhis, verem teşhisi koydular. Zaten bizim işten çıkmamızın nedeni bu oldu.

- O zamana kadar bunun etkilerini bilmiyor muydunuz?

- Nasıl bilebilirdik! İşyerinin çalışma ruhsatı var. Sağlık Bakanlığı’nın imzası var. Demek ki bu çalışmaya uygun. Bizim de mesleğimiz olmadığı için bu işte çalışıyorduk. Kimse bize iş vermiyordu. Biz de mecburen çalışıyorduk.

- Ücretler nasıldı?

- 450 liraydı başlangıçta, sonra 590 YTL’ye çıktı. Benim hastalığımı görünce “seni yıkama bölümüne alacağız” dediler. 3-4 ayda orada çalıştım. Orada 8 saat üzerinden çalışıyordum. Orada da- sağolmasınlar aslında- 100 YTL benim maaşımdan düşüş yaptılar, 8 saat çalıştığım için. Muhasebeciye sordum bunu. Orada 12 saat çalışırken sesimi çıkarmıyordum ve fazladan 4 çalışıyordum. O yüzden maaşımdan 100 YTL kestiler. “İşine gelirse çalışırsın, gelmezse çalışmazsın” dediler.  Hatta orada bir adamları vardı. Birkaç arkadaş söyledi. “Adamları var Bekir Abi seni döverler” diye. Ondan sonra Unkapanı Çalışma Müdürlüğü’ne gittim dava açtım. Geçen sene beni çağırdılar. “Anlaşalım” dediler kabul etmedim, hakkım olanı istedim. 16 Ekim’de mahkemem var.

- Gazi Abi, sen  ne söylemek istersin?

- Benim çalıştığım zaman en büyük kot firmaları Panger, Ustop, Collezione idi. Daha çok küçük firmalar vardı. Merdiven altı diyorlar ya... Arena’da bu iş birkaç kişiye maledildi, gözden kaçırıldı. Ben silikozis hastalığını hayatımda hiç duymamıştım. Böyle bir hastalığın varolduğunu da bilmiyordum.

- Ne zamana kadar böyle gitti?

- 2006’da Süreyyapaşa’ya gidiyorduk. Kendimi iyi hissediyordum. Bazen ağrılarım oluyordu. Film çekildim ve bana ilk etapta kansersin dediler. Ondan sonra akciğerinden parça alacağız dediler. Sonra kumdan dolayı silikozis hastalığı olduğunu söylediler. Hiçbir ilaç tedavisi yok, hani ölümü bekliyorsun ya aynen öyle. “Ne yapmamız lazım” dedik. Meslek hastanesine gönderdiler bizi. Orada iki hafta yattık. İlaç tedavisi yoktu. 15 günün ardından raporlar verildi bize. Meslek hastalığı olduğunu söylediler. Normalde bizim derecemizin 6-7 ayda verilmesi gerekirken 1,5 yıldır derecemiz verilmedi.

- Bekir Abi araya giriyor…

- Koskoca Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı geliyor ama bunlar ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Bu 8-9 bin arası çalışan arkadaş ve 3 bine yakını hasta...

- Genelde hangi memleketlerden bu sektörde çalışanlar işçiler?

Gazi Polat:Bingöl, Muş, Erzurum, Bitlis, Tunceli ve doğunun birçok ilinden... Çalışılan yerlerde yatılan yerler de var. Çalışılan yerlerin üstünde yatılan yerler de var. Bir zamanlar Romenler’i çalıştırıyorlardı. Gurbetten gelen insanlar burada çalışıp üst katta yatıyorlar. Onlara da böyle iyi geliyordu. Tabii ki bilsen ki hastalık yapıyor, çalışmazdık. Ben bu işte çalışırken 1 milyar maaş alıyordum. Ben böyle bir hastalığın olduğunu bilseydim, bana 5 milyar para da verseler bu işi yapmazdım. Müfettiş gelince sigortasız insanlar dışarıya gönderilirdi. Gelip çaylarını içip gidiyorlardı. Kimse çalışma koşullarını sormazdı. Devlete söylüyorum. İsviçre’de 1990’larda bu yasaklanıyor. Kot giymeme boykotu başlıyor. Peki sen niye bunun önünü kesmiyorsun. Tamam, bize olan oldu. Biz 4-5 bin kişiysek hala çalışan yerler var. Bari diğer insanlara sahip çıkılsın.

Bekir Başak:Mesela televizyonlarda, gazetelerde sürekli çıkıyor. Bir kuş ağaçta kalıyor, millet nasıl indireceğiz diye seferber oluyor. 10 bin insan çalışıyor bu işten zarar gören. Ben geçen gün doktora gittim, bana tam 4 kilo 300 gram ilaç verdiler. Buna ne mide, ne yürek, ne de can dayanır. Kendileri alıyorlar 15-20 milyar maaş. İşlerine geldi mi milletvekilliği yapıyor, bıraktığında maaş almaya devam ediyor. Şimdi hasta olan arkadaşlar 65 yaşına kadar emekli olamayacak. Yeşil kartları yok. Benim var. Neye yarar? 2 seneye kadar malulen emekli olacağım. 2 sene ya yaşarım ya yaşamam. Zaten kendimi ölü hissediyorum. Evime 5 kuruş para getiremiyorum. Bunu boşver, çocuklarımın huzurunu bozuyorum. İlaçları içince kendimi kaybediyorum.

- Kot taşlama işçileri bu yaşananları kader olarak mı görüyor? Ne düşünüyorlar?

Gazi Polat:Yaklaşık 1,5 senedir bu işin peşinde uğraşıyoruz. Arkadaşlarımız neredeyse gidip ziyaret ediyoruz. Arkadaşlarımızı hastaneye gönderiyoruz. Bazıları kader diyor, tabii ben onları suçlamıyorum. Çünkü bu devlet bunları uyarmadı. Bu işin zararlı olduğunu anlatmadı. Yani bilinçsizlik. Bazı insanları ipte sallamıştır. Biz de işte böyle sürünerek öleceğiz. Bunun önü kesilemez miydi? Kesilirdi. Daha iyi maskelerle... 25 kuruşluk nalbur maskeleriyle çalışıyoruz, kaliteli maske olsaydı bunlar da olmayacaktı.

Hiçbir koşul iyi değil. Çoğu arkadaşımız, 5-6 bin kişi sigortasız zaten. En büyük boyutu da budur. Biz meslek hastanesine insan gönderiyoruz, yatırmıyor. Neden? Çünkü sigortası yok.

- Sizin de çalışma koşullarınız tersanelere benziyor…

- Aynı! Biz burada böyle ölüyoruz onlar da düşerek ölüyorlar. Ama en azından onlar Başbakanı ayaklarına götürdüler. Biz diyoruz ki, bu insanları tek çatı altında toplayalım.

- Son dönemde bazı eylemler yaptınız. Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Gazi Polat:Bingöl’de koca bir köy var. 130 kişi var hasta olan. Belki de 150 kişi var hastaneye gitmeyen. Tüple yaşıyor birçoğu. İstanbul’da olsa belki de onlar ölmüştü. Erhan haftanın 3 gününü hastanede geçiriyor.

Bekir Başak: Herkes ölümü bekliyor. Ben bugün ölsem çoluk çocuğumun kafası rahat olur. Ama bu işin hesabını sormadan ölmek yok benim için. Bu işin peşini bırakmayacağım. Ben iki çocuğumu okuldan aldım. 100 YTL parayı veremedim geçen gün. Elektrik-suyumu ödemiyorsam ben zaten ölmüşüm. 7 çocuğum var. İkisi okuyor ikisi çalışıyor.

-  İleriki günlerde ne gibi planlarınız var?

- Arkadaşlarımız ister katılsın ister katılmasınlar, işin peşini bırakmayacağız. Ama bizde de biraz gevşeklik var. Neden? Birkaç kişi el attık bu işe ve yürüyoruz. Şöyle bir şey var: Benim kendi kardeşim aynı işte çalışıyor, bana diyor ki “senin ne işin var?”

Bekir Başak:Bakan da Başbakan da yalan söylüyor. Sendikanın olmadığı yerlerde 8 saat çalışılan yer göstersinler. Kayıtdışı çalışmanın yasaklanması gerekiyor bu ülkede.

- Tersanelerle ortak bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?

- Evet var. Onlar da “artık ölmek istemiyoruz” diyorlar. Biz de öyle diyoruz. Onlarla da bu hafta içinde gidip görüşeceğiz. Çünkü onların da bir dernekleri var. Nasıl Desa işçilerini ziyaret ediyorsak oraya da gideceğiz. Tersaneyle şöyle bir fark var. Bizim düşmanımız arkadan geliyor, onların ki önden. Onlar düşmanı görüyor. İnsanları kum torbası yerine kullandılar, tekneye koydular.

Gazi Polat:Onları kum çuvalı yerine koydular, bizi de kumla zehirlediler!

- Bu iş nasıl daha az riskli yapılabilir?

- Geçenlerde Mavi Jeans çıktı konuştu. Bu iş lazerle yapılıyor diyor. 2 sene önce neyle yapıyordu? Kumla yapıyordu. Biz böyle bir şey düşünüyoruz. Mavi’nin mağazası önünde eylem yapacağız. Bunu da ortaya çıkaracağız. Sağlık Bakanlığı denetlemedi.

- Dışarıdaki insanlar nasıl tepki veriyor?

- Derdimizi anlatıyoruz onlara. İnsanlar yardım etmek istiyor. Ben televizyonda da söyledim bunu. Biz kimseden bir şey istemiyoruz. Biz hakkımızı istiyoruz. Devlet suçluysa suçunu kabul edecek. Devlet bu maaşı mecburdur bağlamaya. Madem ki meslek hastalığı raporu veriyor. Biz bunun sonuna kadar peşini bırakmayacağız. Ankara’ya gideceksek, gideceğiz. Önümüzü kesseler de bırakmayacağız.

Bekir Başak: Bugüne kadar kimsenin hakkını yemedim ama hakkımı da savunurum. Patronlar para kazanıyor ben de burada işkence çekiyorum.

Kızıl Bayrak / İstanbul

Neoliberalizmin iflası veya emekçilerin kapitalizm ile imtihanı üzerine…

Yüksel Akkaya

Tarih tekerrür eder mi? Etmediği yönünde güçlü bir söylem var. Ancak, liberalizmin dorukta olduğu 1929 bunalımı öncesi ile sonrası karşılaştırıldığında, tarihin bir kez daha tekerrür etmek üzere olduğu pekala ileri sürülebilir: neoliberalizm ciddi bir iflas ile karşı karşıyadır. Evet, bir kez daha bir kriz ile… Kuşkusuz, yaklaşık seksen yıllık aradaki fark ile. Kapitalist düzen şimdi daha iletken, bağımlı, ancak bir o kadar da kırılgan hale gelmiştir; kapitalizmi tahkim eden önemli kurumlar oluşturulmuş, bölgesel birlikler kurulmuştur, iyi kötü bir düş olan Avrupa Birliği ete kemiğe büründürülmüştür. Üstelik, kapitalist sistemi tehdit eden alternatif bir düzen, sosyalist düzen de yoktur 1929 Krizi öncesinde olduğu gibi. Öyle olduğu için de sosyal politika adına ne varsa teker teker ya yok edilmiş ya da etkisizleştirilmiştir.

1929 Krizinden önce adına bir devrim yapılmış olan işçi sınıfı ve ona önderlik eden siyasal yapılar toplumsal açıdan önemli bir güç ve güven kaynağı idi. İşçi sınıfı hem örgütlü idi, hem de ihmal edilmeyecek bir eylem gücü vardı. Ne var ki, 1929 Krizi bir devrim ile sonuçlanmak yerine gericilik ve faşizm ile sonuçlandı. İşçi örgütleri ve siyasal önderliğini üstlenen yapılar bu gericilik ve faşizm döneminde önemli ölçüde etkisiz hale getirilirken emekçileri bekleyen işsizlik, yoksulluk, düşük ücretle çalışmak oldu. Gericilik ve faşizm geriye çekildiğinde bir savaş sonrasında geriye kalan yıkım da kapitalist düzeni liberalizmden vazgeçmeye, “sosyalizme yaklaşmaya” yöneltmek zorunda kaldı. Bir Sovyet balerin ile evli olan ve Sovyetler Birliği’ni bir süre gözlemlemiş olan Keynes, kapitalist düzenin yöneticilerini devletin müdahalesinin kaçınılmazlığına ikna etti ve sosyal devlet, refah devleti işçi sınıfına, emekçilere bir “rüşvet” olarak önerildi. Bu köhnemiş düzeni yıkmak yerine, ne yazık ki, emekçiler, görece daha iyi bir yaşam vaad eden bu sosyal devlet/refah devlet “rüşvetine” razı oldular.

Tarih acımasız bir öğretmendir. 1970’li yıllardan sonra, yaklaşık otuz yıl boyunca kendisini yeniden üreten neoliberalizm, bu tarihsel hatayı işçilerin, emekçilerin “yüzlerine” vurdu: açlık, yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, düşük ücret ile yoğun ve esnek çalışma olarak her gün aynada kendisini gösterdi… Bugün bir kez daha alternatifsiz olduğu ileri sürülen liberalizm bir kriz ile karşı karşıyadır. 1929 Krizinde olduğu gibi bu süreçten yine en olumsuz etkilenecek olan emekçiler olacaktır. Yine işsizlik, açlık, yoksulluk, yoksunluk, daha da düşük ücretlerle, daha kölecil bir ortamda yaşamak onlara vaad edilecektir. Ve bu büyük yıkımdan sonra, dün olduğu gibi, bugün de birikecek toplumsal öfkenin ve yükselecek olan toplumsal muhalefetin önlenmesi için Keynes reçetelerine başvurulması düşünülmektedir. Pervasızca, büyük bir iştahla sosyal devleti ortadan kaldırıp, sosyal politikayı etkisiz hale getirenler şimdi büyük bir korku ile geri çekilmekte, kendisini güvenceye almak için bir kez daha rüşvet teklif etmektedir. Kuşkusuz bu kriz ve başvurulacak önlemler emekçiler için, emekçiler adına siyaset yapanlar için de önemli olanaklar sunmaktadır. Sorun bunun ne kadar farkında olunacağı ve gereğinin yerine getirileceğidir.