27 Mart 2009
Sayı: SİKB 2009/12

  Kızıl Bayrak'tan
  Bahar döneminin birikim, deneyim ve
enerjisiyle devrimci bir 1 Mayıs’a!
  Haramilerin saltanatını yıkacağız, sosyalizmi kuracağız!
Newroz ve Kürt sorununda yeni dönem
Newroz ateşleri ülkenin dört bir yanında harlandı!
İşçi ve emekçi hareketinden…
  TİB-DER 2. Olağan Genel Kurulu gerçekleştirildi…
  İzmir’de “seçimler ve kriz” gündemli toplantılar
  BDSP’nin seçim faaliyetlerinden…
  Devrimci seçim çalışmasından
devrimci 1 Mayıs’a!
  G-U’da yaşananlar üzerine…
  Ekim Gençliği’nin faaliyetlerinden...
  Hüseyin yoldaşın ardından…
  Tetikçi İsrail askerleri suçlarını itiraf ettiler!
  Barack Obama’dan İran’a Newroz mesajı…
  “Kürt Konferansı...”
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

G-U’da yaşananlar üzerine…

Herşeye rağmen mücadeleyi sürdüreceğiz!

Bizler Samandıra’da kurulu bulanan G-U adlı fabrikada çalışıyoruz. Kapı ve pencere sistemleri için metal aksam üreten fabrikada yaklaşık üç sene önce DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası’nda örgütlendik. Sendikaya üye olmamıza rağmen bu süre zarfında gerçek bir örgütlülük yaratamadık. Ve bugün birçok fabrikada olduğu gibi biz de krizin faturasının kesildiği işçilerin arasına katılmak üzereyiz.

G-U’da çalışan sınıf bilinçli işçiler olarak, önümüzde kısa günler kalmış olmasına rağmen halen yapabilecek bir şeyler olduğuna inanıyor ve bu çerçevede yaşadığımız süreci, başta şu an direnişte olan fabrikalar olmak üzere, farklı fabrikalardan işçiler için bir deneyim olması bakımından kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.

Kısaca ilk örgütlenme süreci

Sınıf mücadelesi ile yakından ilgili herkes bizleri ve örgütlenme sürecimizi az-çok biliyor. Çünkü o dönem yaşananlar yine çeşitli vesilelerle kamuoyu ile paylaşılmıştı.

Ama yine de kısaca özetleyelim. 2006 yılının başlarında çok kısa bir çalışma sonucunda (17 günde) sendikaya üyeliklerimizi yapmıştık. Yıllardır içinde bunaldığımız ağır çalışma ve yaşam koşulları bizleri böylesine hızlı bir şekilde “başarıya” götürmüştü. Başarıyı tırnak içinde ifade ediyoruz, çünkü en başından beri söylediğimiz bir gerçeği, örgütlenmenin sadece sendikanın üyelik formuna imza atmak olmadığını geride kalan üç yıl içinde bir kez daha yaşayarak görmüş olduk.

İlk örgütlenme girişimimiz hemen her yerde olduğu gibi patronun saldırısı ile karşılaşmıştı. 30’un üzerinde işçi arkadaşımızın işten atılması karşısında yeterli tepkiyi gösterememiş, arkadaşlarımızın işe geri dönüşünü kendi örgütlü gücümüzle çözmek yerine tek başına yasalara ve mahkemelere havale etmiştik. İşten atılan arkadaşlarımız da bu noktada yeterince kararlı davranmamış, sendikamızın genel mücadele çizgisi ve o dönemki şube yönetiminin ihanetçi tutumu nedeniyle dişe dokunur bir direniş bile gerçekleştirememiştik. Mahkemenin sonucunda ise, tahmin edilebileceği üzere patron, atılan arkadaşlarımızın birçoğunu işe geri almayarak tazminatlarını ödemeyi tercih etti. Aslında bizlerin örgütlülüğündeki ilk ve en önemli kırılma noktalarından birini de bu oluşturdu. Eğer daha o gün, yani ilk örgütlenme sürecimizde daha fazla kenetlenerek, daha güçlü bir mücadele yürütebilseydik ve bunun sonucunda arkadaşlarımızın (ki bunlar doğal olarak sendikal örgütlenme çalışmasının öncü işçileriydi) işe geri dönüşünü sağlayabilmiş olsaydık, o özgüvenle geride kalan süreci çok daha güçlü değerlendirebilir, bugün çok daha güçlü tepkiler verebilirdik. Ama bizim yeterince bilinçli olmamamız, birçok arkadaşımızın sendikayı bir örgütlülük olarak değil de kısmi sosyal haklarımızın kazanılmasıyla sınırlı bir güç olarak algılaması ve sendikamızın da pasif ve uzlaşmacı çizgisi bizi bu noktaya getirdi. Biz örgütsüz ve bilinçsizdik, ama sendikamız da pasif ve uzlaşmacıydı. Pasifti çünkü o dönem mücadeleyi büyütmek adına bize verdiği hiçbir sözü tutmadı. Uzlaşmacıydı çünkü kazanmayı bizim bilinçlenmemizde ve mücadelemizde değil yurtdışından uygulayacağı basınçlarda aradı. Atılan arkadaşlarımız ise, sendika yöneticilerimiz için fabrikaya sendikanın girmesi karşılığında örgütlenmenin bedeli olarak görüldüler.

Bugün bu süreçte yaşananları hatırlamak, geride kalan üç yılı değerlendirmek açısından bir önem taşısa da lafı çok fazla uzatmak gerekmiyor. Biz asıl olarak geride kalan üç yıl içinde yaşananlarla ve bugün geldiğimiz aşama ile (fabrikanın kapatılacak olması) ilgileniyoruz.

Geride kalan 3 yılın anlattıkları...

En başta da ifade ettiğimiz gibi, geride kalan üç yıl fabrikamızda gerçek anlamda bir örgütlülüğün oluşturulamadığı bir süreç oldu. İlk örgütlenme sürecinde birçok arkadaşımızdaki canlılık süreç içinde kendisini atalete ve edilgenliğe bıraktı. Sorunları örgütlü gücümüzün değil sendika yöneticilerinin çözeceği algısını güçlendirdi. İşçilerdeki bu algı güçlendikçe de tepemizdeki yöneticiler çok daha rahat bir şekilde at oynatmaya başladılar.

Uzun mahkeme sürecinin sonunda, sendika üyeliklerinden aylar sonra gerçekleşen ilk toplusözleşmede taleplerimizin ancak sınırlı bir kısmı karşılandı. Zam talebimiz bile ikramiyelerin ücretlerimize yedirilmesi ile geçiştirildi. Gerekçesi ise daha yeni örgütlenmiş bir fabrika olmamız idi. Sendika yöneticilerimize göre mücadele etmeye gerek yoktu, örgütlülüğümüz güçlendikçe daha sonraki sözleşmelerde istediğimiz her şeyi “yavaş yavaş” elde edecektik. Ama biz bugün ikinci toplusözleşmemizi bile imzalayamadan fabrikanın dışına atılıyoruz. Bu örnek bile, sendikamıza hakim olan “yavaş yavaş elde etme” (siz bunu uzlaşarak okuyun) anlayışının ne ifade ettiğini anlatmaya yeter sanıyoruz.

Geride kalan üç yıl, fabrika içinde gerçek anlamda bir örgütlülüğün oluşturulabileceği süreçti. Tek başına fabrikamızda yaşanan süreç dışında işçi hareketi de canlanma eğilimi taşıyordu. Biz de bu damardan beslenebilir, gücümüze güç katabilirdik. Bunda en önemli faktör ancak güçlü bir eğitim süreci olabilirdi. İlk örgütlenme sürecinden itibaren yoğun çabayı bu alanda verdik. Her fırsatta sendikamızdan bir eğitim programı oluşturmasını ve bunun hayata geçirilmesini istedik. Çünkü biliyorduk ki, sınıf bilinci biz işçiler için ekmek ve su kadar olmazsa olmaz bir ihtiyaçtı. Ve bu ihtiyaç karşılanmadığı durumda, yani fabrikadaki işçilerin geneline hakim güçlü bir sınıf bilinci kazanılmadığı koşullarda, ileride çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacak ve örgütlülüğümüzü dahi ayakta tutmakta zorlanacaktık.

Ancak geride kalan üç yıl içinde bu ihtiyacımız neredeyse hiç karşılanmadı. Üç yıl içinde sadece iki eğitim toplantısı yapıldı. Bu eğitimin içeriği ise mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaktı. Eğitim, eğitim verecek uzmanlarımız için bir yüktü adeta. Eğitim uzmanlarımızdan biri, “Daha geçen sene eğitim yaptık. Ben ne anlatacağım ki onlara!” diyebildi.

Peki, sendika yöneticilerinin ve uzmanların karşılamadığı bu ihtiyacı biz sınıf bilinçli işçiler olarak karşılayabilir miydik? Öncelikle elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince karşılamaya çalıştığımızı ifade edelim. Ama yine de bu sorunun çözülmesinin temel halkasının bizim eğitim verme çabamız olmadığını da belirtmek gerekiyor. Çünkü sendikal eğitim her ne olursa olsun sendikacılarımızın işiydi ve olanakları da yine bizlerden toplanan aidatlarla birlikte bizden çok daha fazlaydı. Her şeyin ötesinde, bizim böyle bir ihtiyaç için insanları ikna etmemiz bile başlı başına bir zorluktu. Oysa sendikanın yapacağı bir etkinlik işçiler için daha rahat kabul görebilirdi.

Bu cepheden karşı karşıya kaldığımız bir diğer olgu ise yaşadığımız gerici kuşatma oldu. İşçilerin geri bilincine yaslananlar devrimci kimliklerimizi bir anti propaganda malzemesi haline getirdiler. Hatta bazılarımız, bizzat işyeri temsilcisi tarafından “o terörist, şu örgütün üyesi” vb. saldırılarla karşılaştı. Fabrikada yaşanan gelişmeler karşısında soru sorup tepki gösterdiğimizde, bu insanlar arkadaşlarımızın üzerine yürüme cüretini gösterebildiler. Böyle bir tablo içerisinde, fabrikada yürüttüğümüz çalışmada böylesi saldırılara uğrarken, sermayenin bu aşağılık anti propagandasını “içimizden” yaşarken, karşı karşıya kaldığımız zorlanmaları herkesin düşünebileceğini sanıyoruz.

Tüm bunlara rağmen fabrikadaki mücadelemizi sürekli bir şekilde sürdürdük. Örneğin, konfederasyonumuzun kararı ile geçtiğimiz yıl yapılan SSGSS ile ilgili iki saatlik iş durdurma eylemi, temsilci tarafından bizlere hiç danışılmadan bir saate indirildiğinde, şalteri indirip eylemi planlandığı gibi hayata geçiren bizlerdik. Biz elimizden geldiğince fabrikadaki gelişmelere müdahale etmeye çalışırken, temsilcinin tek yaptığı yukarı aşağı merdivenleri arşınlayıp idarecilerle kapalı kapılar ardında görüşmek oldu. Kendisine edindiği görev, bir yolunu bulup patronun dileklerini biz işçilere kabul ettirmeye çalışmak oldu.

Bu açıdan vereceğimiz bir başka örnek ise geçtiğimiz yıl şube genel kurulu için yapılan delege seçimlerinde yaşandı. Koltuklarının derdinde olanlar, içimizden bazıları ile (işyeri temsilcisinin ta kendisi) işbirliği yaparak ayak oyunlarına giriştiler. Seçilecek 35 delegelik için 60’ın üzerinde işçi başvurmuştu. Kendilerine yakın işçileri ilk 35’e yazan şube yöneticileri, seçimler sırasında da “İlk 35’i işaretleyin geçin” diyerek hem bizleri bertaraf etmeye çalıştılar, hem de işçilerin kendi iradeleriyle yapacağı seçimin önüne geçmiş oldular. Bu da, sendikamızın ne kadar “demokratik” bir işleyişi olduğunu gösteren bir örnek oldu bizler için.

Üç yıl boyunca tüm bu karşı saldırıları aşmaya çalıştık. Kimliğimizle ve mücadelemizle işçilerin güvenini kazanmada anlamlı mesafeler elde ettik. Ancak, en başta işyeri temsilcisi şahsında ifadesini bulan uzlaşmacı çizginin işçilere sirayet etmesine engel olmada zayıf kaldık. Sonuç olarak, yaşanan üç yıllık süreçte, işçi arkadaşlarımızın enerjisi uzlaşmacı anlayış eliyle yok edildi.

Fabrikanın kapatılma süreci

İşte kriz dönemine ve fabrikanın kapatılması sürecine böyle bir tablo içerisinde girdik. Bizdeki bu zayıflığı gören patron, sömürücü sınıfın bir refleksi olarak, örgütlülüğümüzü dağıtmak için adımlarını hızlandırdı.

İşyerinde sendikalı çalışmayı her patron gibi hazmedemediğini, en kısa sürede bu durumdan kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapacağını aslında çok iyi biliyorduk. Ancak dünyada yaşanan kriz süreci bu durumla çok daha erken bir süreçte karşılaşmamıza ve aslında ciddi anlamda hazırlıksız yakalanmamıza neden oldu.

Göz göre göre gelen bu süreci ne yazık ki izlemekle yetindik. Önce ücretsiz izin dayatmaları geldi. Sendikanın girişimleri ile bu saldırı ücretli izne çevrildi. Gerçek anlamda bir sınıf bilincinin ve öngörünün yokluğu koşullarında arkadaşlarımızın pek çoğu için bu durum memnuniyet sebebi bile oldu. Ama bu durum gelecek saldırının en açık kanıtıydı.

Neredeyse iki ay boyunca bir hafta çalışıp bir hafta izin yaptık. Fabrikada olduğumuz süre içinde ise doğru düzgün üretim bile yapılmıyordu. Böylece fabrikada gerçek bir kriz atmosferi oluşturuldu. İşte bu bunaltıcı ortamda gemiden atlamayı tercih eden arkadaşlarımız da oldu. 60 civarında arkadaşımız tazminatlarını alarak işten ayrılmayı tercih etti.

Sonrasında ise avansların geç yatırılması, fabrikadaki iki bölümün kapatılması, en temel bölüm olan pres bölümününde çalışmanın durdurulması, makinelerin tamir bahanesi ile kaçırılıp geri getirilmemesi, malzemelerin borç ödemesi adı altında fabrikadan çıkarılması ve uzunca bir süredir fabrikadaki belirli işlerin eski işçilerin açtığı işyerlerinde taşeron usulüyle yaptırılması…

Patron tüm bu uygulamaları yavaş yavaş, adeta bizlerin nabzını yoklayarak hayata geçirdi. Tepki gelmeyen her uygulamayı daha sert uygulamalar izledi. Biz tepki göstermedikçe o cesaretlendi, o cesaretlendikçe işçi arkadaşlarımızın önemli bir bölümü çok daha fazla sindi. Birçok işçi bireysel olarak kendisini kurtarmanın telaşına düştü.

Tüm bu süreç boyunca sendika yöneticilerimizin ibretlik tutumları birbirini izledi. Gelinen son aşamaya kadar bizlere neredeyse hiçbir bilgi verilmedi. Fabrikanın kapatılacağı söylentileri dolaşırken, sendika yöneticilerimize ne yapılacağını sorduğumuzda aldığımız cevap “Bize bir yazı ulaşmadı, endişelenecek bir durum yok!” oldu. Yani göstere göstere gelen böylesi bir saldırıya karşı hazırlık için fabrikanın kapatılacağına dair resmi bir yazının gelmesi beklendi.

Sendika yönetiminin eline “resmi yazı” ulaştıktan sonra da mücadeleyi örgütlemek için herhangi bir hazırlık yapılmadı. Bu süreçten sonra tek yaptıkları, patronla kapalı kapılar ardında görüşmek, muhtemelen fabrikayı kapatmaması için dilenmek ve pazarlık yapmak oldu. Her seferinde bu durum karşısında ne yapılacağını sorduğumuzda ise aldığımız cevap “Yapılması gerekenler yapılıyor!” oldu. Ancak bizler bu yapılması gerekenlerin neler olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik.

Henüz resmi süreç başlamadan tüm arkadaşlarla neler yapılması gerektiğini tartışmaya çalıştık. Toparlayabildiğimiz arkadaşlarla birlikte sendika genel merkezine giderek bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüğümüzü ve toplantı istediğimizi söyledik. Bu zorlamayla birlikte ancak 15 Şubat günü, miting sonrasında bir genel toplantı yapılabildi. Bu toplantıda ifade edilenler de ibretlik idi. Fabrikanın kapatılmaması, işimizi koruyabilmemiz için toplusözleşmede gerekirse sıfır zam isteyebileceğimiz, hatta esnek çalışmayı bile kabul etmek zorunda kalabileceğimiz söylendi. Mücadele etmek gerektiğini söyleyen bir arkadaşımıza verilen yanıt “Bende eskiden öyle düşünüyordum!” oldu. Yani sendika yöneticileri sermayenin saldırıları karşısındaki bezgin hallerine bizleri de ortak etmeye çalıştılar. Burada yaptıkları önerilerin içeriğine girmeyi gerekli dahi görmüyoruz. Toplusözleşme üzerinden söylenenlerin, Türk Metal çetesinin elebaşı Mustafa Özbek’in 2001 krizindeki ihanetini gerekçelendirirken ifade ettiklerinin aynısı olduğunu hatırlatmakla yetiniyoruz.

 Sonrasında da sendikacılarımızın suskunluğu devam etti. Fabrikaya gelineceği, açıklamalar yapılacağı söylenmesine rağmen patronla yapılan resmi görüşmeler bitip, fabrikanın kapatılacağı kesinleşene kadar bunların hiçbiri yapılmadı. En son açıklama yapıldığında ise söylenen, fabrikanın kapatılmasına engel olunamadığı oldu. Kendilerinin de altına imza attığı “krizin faturasının ödenmeyeceği, fabrika kapatmalarına karşı fabrikalara kapanılacağı” kararlarını çok çabuk unuttu yöneticilerimiz. Yaptıkları mücadele çağrısı bu karar için değil sadece ve sadece tazminatlar içindi. Fabrikanın kapatılması, yüzlerce insanın sokağa atılması karşısında mücadele çağrısı yapmayanlar, tazminatlar ödenmediği koşullarda her türlü direnişi gerçekleştireceklerini, gerekirse fabrikayı işgal edeceklerini söylediler. İşçilerin her şeyi maddiyattan gören geri tutumlarına yaslanarak, sınıf sendikacılığı değil sadece ücret sendikacılığı yaptıklarını açıkça ilan ettiler.

Bizler ise tüm bunlar yaşanırken elimizden geldiğince süreci tersine çevirmek için mücadele ettik. Fabrikadan malzemeler kaçırılırken ve tüm uyarılarımıza rağmen temsilci kılını dahi kıpırdatmazken, bu girişime engel olan bizlerdik. Ya da fabrika kapatılacağı söylendiği anda sendika tarafından hiçbir tepki örgütlenmezken, içeride iş yavaşlatma eylemini örgütleyen, şeflerin ve idarecilerin baskılarını göğüsleyen yine bizlerdik.

“Kabahatin çoğu senin demeye dilim varmıyor ama…”

İşte G-U’da üç yıllık süreç böyle geçti. Ve bugün krizin faturasını ödeyen işçiler kervanına katılmak üzereyiz. Bu üç yıllık süreçte ve fabrikanın kapatılma sürecinde yaşananlar, bizlere örgütlülüğün ne demek olduğundan sendikalarımızın tablosuna kadar birçok şey öğretti.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, sınıf mücadelesi payına kazanılabilecek mevzilerin nasıl heba edildiğini, bu heba edişlerde ise sendikal bürokrasinin nasıl uğursuz bir rol oynadığını görüyoruz. Sendikal bürokrasi payına koca bir suç çetelesi çıkartmakla birlikte, bu yaşananların asıl nedeninin biz işçilerin örgütsüzlüğü olduğunu çok iyi biliyoruz. Eğer bizler bir bütün olarak sınıf bilinci ile kuşanıp gerçek anlamda örgütlü bir güç haline gelebilseydik, hiç kuşkusuz ki bu yaşananların hiçbiri ile karşı karşıya kalmayacaktık. Bugün kendi uzlaşmacılığını bizlere dayatan bürokrasiyi ya peşimizden sürükleyecek, ya da aşıp geçecektik. Ancak bugünün işçi hareketinin o katı gerçekliği, sendikal bürokrasinin sınırlarını aşamaması, G-U’da da karşımıza çıkan en temel sorun oldu. Yani bürokrasinin bizlerin mücadelesini ileriye taşımayacağını bilen sınıf bilinçli işçiler olarak bir kez daha görevlerimizi yerine getirmeye çalıştık.

Her şeye rağmen direneceğiz!

Ama tüm bunlar yine de G-U’da her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Bizler sınıf bilinçli işçiler olarak son ana kadar direnmeye, mücadele etmeye devam edeceğiz. Kendisini korku kabuğuna kapatan işçi arkadaşlarımızı mücadelenin gerekliliğine inandırmak ve harekete geçirmek için tüm gücümüzle çalışacağız. Yapılacak bir şey olmadığını telkin eden bürokratlarımıza her fırsatta görevlerini ve durdukları yerin sorumluluğunu hatırlatacağız.

Bizler krizin faturasını ödememe kararlılığımızı koruyoruz ve korumaya da devam edeceğiz. Buradan tüm açıklığı ile ilan ediyoruz ki, G-U’da kaybedecek bile olsak, bunu savaşarak yapacağız. Çünkü burada vereceğimiz mücadele bizim geleceğimizi belirleyecektir. Fabrikanın kapatılmasına engel olamasak bile direnerek yenilmeyi tercih edeceğiz. Çünkü bu dünyada sermayenin egemenliği devam ettiği müddetçe aynı sefalet koşullarıyla yaşayacak olan bizleriz. Ve bu koşulları değiştirecek olan da yine bizleriz. Bunun için hem sermayedarlara hem de sendika ağalarına karşı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da mücadele etmeye devam edeceğiz.

Bugüne kadar örgütlülüğümüzdeki tüm eksikliklere rağmen, hem G-U’da önümüzde kalan süreçte, hem de bundan sonraki işçilik yaşamımız boyunca biz sınıf bilinçli işçilerin tüm çabası bu yönde olacaktır.

G-U’dan sınıf bilinçli işçiler