6 Kasım 2009
Sayı: SİKB 2009/43

  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi iktidar
“aktif taşeron”luğa hazırlanıyor
  "Açılım süreci”nin tasfiyeci
karakteri netleşiyor!
“Kağıt parçaları”ndan yansıyan
kokuşmuş düzen gerçeği
Sermaye hükümeti yönetmelikle genetiği değiştirilmiş tarım üretimini yasal bir statüye kavuşturdu...
Asgari ücrete sefalet zammı!
  6 milyonla işsizler ordusu büyüyor..
  Metal İşçileri Kurultayı 22 Kasım’da
Su Gösteri Sanatları Sahnesi’nde!
  25 Kasım uyarı grevi hazırlıkları
  25 Kasım uyarı greviyle ilgili kamu emekçileriyle konuştuk
  İşçi ve emekçi hareketinden.
  Büyük devrimin aynasında
parti davası - H. Fırat
  Kapitalist üretim
tarzının doğası - Volkan Yaraşır
  Sağlıkta ticaret ölüm demektir
  Gençlikten
  Hillary Clinton ırkçı-siyonistlere kalkan oluyor!
  Pentagon’un savaş baronlarının
yıllık bütçesi 680 milyar dolar!
  Dünyanın dört bir yanında grevler...
  Ücretli ve İşsiz Mühendis, Mimar ve
Şehir Plancıları Kurultayı
  “Demokratik Türkiye ulusu” hakkında
birkaç söz -2- M. Can Yüce-
  Sincan F Fipi
Cezaevi’nden mektup...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizmin ruhu ve krizler – I

Kapitalist üretim tarzının doğası

Volkan Yaraşır

“Doğrudan doğruya zora dayalı emek, antik dünyanın temelidir; cemaatin gerçek temeli budur; henüz bütünüyle tikel nitelikte bir privilegium (ayrıcalık) olarak, genel mübadele değerleri üretmeye yönelik olmayan emek ise orta çağ dünyasının temelini oluşturur.

-Oysa modern toplumda- emek ne zora dayanır, ne de ikinci durumda olduğu gibi yüksek ve ortak bir bütün –korporasyonlar- göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiştir…

Sermayeyi efendi-uşak ilişkisinden ayıran temel ayırım, işçinin sermaye karşısına bir tüketici ve ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde, para biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır.

İşçi burada sonsuz sayıdaki dolaşım odağından biri olarak, işçi belirlemesini yitirir.”

(Karl Marx*)


Max Weber kapitalizmin ruhunu Hıristiyan ahlakı üzerinden tanımlar. Hıristiyan ve seküler ahlakta çalışmak kutsanır. Hırs ve rekabet teşvik edilir ve doğallaştırılır. Aslında kapitalizmin ruhu, kendini en net biçimde cehennemle ifade eder. Bu mecaz anlamda değil, kelimenin gerçek anlamıyla bir cehennemdir. Kapitalizmin ruhuyla, kapitalist krizler arasında diyalektik bir bağ vardır. Ruhun anlaşılması ve kavranması bir başka bağlamda kapitalist krizlerin anlaşılması demektir.

Kapitalizm kendini makro ve mikro cehennemlerle besler. Ücretli emekle sermaye arasındaki ilişki kapitalist üretim biçiminin tüm karakterini belirler. Marx’ın bu tanımlamasını aslında şöyle açıklayabiliriz: Mikro kozmos olan fabrika ve fabrikadaki tüm ilişkilerin çözümlenmesi, makro kozmos olan kapitalizmin işleyişini ve içeriğini göstermektedir. Marx Kapital’i kaleme alırken de bu mikro kozmosa bakmış, çözümlemiş ve makro kozmosun işleyişini ortaya koymuştur (1).

Mikro cehennemler bugün fabrikalar ve Türkiye’de bulunan 249 adet organize sanayi bölgesidir. Örneğin Tuzla tersane bölgesi bir mikro cehennemdir. Kriz öncesine kadar bu cehennemde 50 bin işçi çalışmaktadır. 300’ün üzerinde taşeron vardır. Çalışma ve yaşam koşulları 18. yüzyılı aratmayan düzeydedir. Ve ölüm gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştür. Bu cehennemin gıdası ölüm, kan, gözyaşı ve alın teridir. Bir başka düzlemde Neo-liberalizmin laboratuarıdır. 200’e yakın ölüm ve yüzlerce yaralanma doğal karşılanmakta, cehennemin rutin işleyişi olarak görülmektedir.

Mikro cehennemlerden biri, resmi rakamlara göre 5 bin, gayrı resmi rakamlara göre 10 bin çalışanı olan kot taşlama atölyelerdir. Bu küçük cehennemlerde kot kumlaması sonucunda işçiler bir akciğer hastalığı olan, ölümle sonuçlanan silikozis hastalığına yakalanırlar. Bütün çalışanlar kademeli olarak bu hastalığı yaşamaktadır. 2006 yılına kadar tanımlanmayan, geçiştirilen bu hastalık sonucunda yüzlerce işçi yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi de ölümü beklemektedir. Ancak hastalık işçilerin çeşitli eylemleriyle kamuoyuna duyuruldu. Bugün 650 tane silikozis hastası meslek hastalığı içersinde kabul edilip, emekliye ayrıldı. Fakat hala yüzlerce silikozisli işçi olmasına rağmen, aynı hak devlet tarafından bu işçilere tanınmamaktadır. Halihazırda birçok sektörde hiçbir önlem alınmadan işçiler silisli havayı teneffüs etmektedir.

Bir mikro cehennem örneği de Paraguay’da yaşanmıştır. Paraguay’da 2006 yılında bir markette çıkan yangında, patron meydana gelebilecek bir yağma ve talanı önlemek üzere kapıları, çalışanların ve müşterilerin üzerine kapatır. Dışarıya çıkamayan 300 kişi yanarak ölür. Bu örnekte görüldüğü gibi kapitalizm için insanın hiçbir değeri yoktur, meta her şeydir.

Dünyanın en büyük perakende şirketi olan Wall Mart’ta kasada çalışan kadın işçilerin tuvalete gitmelerini engellemek için altlarına pet bağlanıyor. Kendinin aşağılandığını hisseden işçiler, vücutlarını terbiye ederek son derece insanı bir ihtiyacı ertelemek zorunda kalıyorlar. Kapitalizm işçiyi değersizleştirerek, artı değer sömürüsünü gerçekleştirir.

Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu mikro cehennemlerin işleyişi de ölüm, aşağılama, değersizleştirme ve aşırı sömürüyle gerçekleşir.

Özel mülkiyet ve kar, kapitalizmin temel güdüsü ve amacıdır. Kapitalizm var oluşunun tek bir nedeni vardır. Kâr ve daha fazla kârdır. Marx “Kapital kendini asacak urganı bile pazarda satar” der. Evet, kapitalizm için artı değer sömürüsü ve sermaye birikimi her şeydir.

Son günlerde aktüel konu olan domuz gribini incelediğimizde yine karşımıza kapitalizmin vahşeti çıkar. 1990’ların ortalarından 2000’li yılların başlarında Amerika’da mega domuz çiftliklerinde bir yoğunlaşma yaşandı. 1965 yılında 53 milyon domuz, 1 milyon domuz çiftliği varken, günümüzde bu sayı 65 milyon domuza karşılık 65 bin çiftliğe indi. NAFTA anlaşmasından sonra ucuz işgücü ve çeşitli sermaye teşviklerinden yararlanmak, çevrenin korunması, sağlık problemleri gibi şeylerden muaf olmak için çiftliklerin büyük bir kısmı Meksika’ya taşındı. Son derece sağlıksız, standardize ve steril olmayan koşullarda domuz üretimine başlandı. Bu koşullar birleşik virüslerin oluşma zeminini yarattı. Basit bir grip virüsü başka bir virüsle birleşerek mutasyona uğradı. Ve karşımıza öldürücü ve hızla bulaşan domuz gribi hastalığı olarak çıktı. Bu hastalığın, eğer sonucu itibariyle tartışılmayacaksa, sorumlusu daha ucuz işgücü ve maksimum kâr peşinde olan kapitalizmdir.

Benzer bir tanımlamayı Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı için de yapabiliriz. Daha önce hastalığın adını aldığı Kırım ve Kongo hattında göçmen kuşların göç yollarında meydana gelen bu hastalık, bir taraftan ekolojik dengedeki bozukluk, diğer taraftan endüstriyel tavukçuluktan dolayı Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgesinde sık sık görülmeye başladı. Ev besiciliğinde bir tavuğun günde 40 bin kene yediği açıklanmaktadır. Endüstriyel tavukçuluğun yaygınlaşmasıyla ve ekolojik bozukluktan kaynaklanan nedenlerle artık Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgesi Kırım-Kongo Kanamalı hastalığın yaşandığı yerlere dönüştü. Bu hastalığın kaynağı da kapitalizmdir. Kapitalizmin kar hırsı hem ekolojik dengeyi bozmuş, hem de endüstriyel tavukçuluğu yaygınlaştırmıştır.

Kapitalizm yarattığı makro ve mikro cehennemleriyle kendini var eder. Ruhunu ona göre biçimlendirir. Onun için insanın, doğanın, diğer canlıların önemi yoktur, aslolan kardır. Bütün bu özellikleriyle kapitalizm aşağılık, simsar ve iğrenç bir sistemdir.

Kapitalist üretim tarzının doğası

Kapitalizm sadece burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemez, aynı zamanda bir ilişki ve zihniyet yumağıdır. İnsanın yabancılaşmasının derinleşmesinden güç alır. Ona amaç yükler, mana dünyası kurar, arzularını şekillendirir ve bu negatiflikten dinamizm kazanır.

Kapitalist sistem bünyesinde üç çelişkiyi barındırır. Bunlardan birincisi antagonist karakterli emek-sermaye arasındaki çelişkidir, diğeri sermaye-sermaye arasındaki çelişkidir. Bir diğeri ise emek-emek arasındaki çelişkidir.

Emek-sermaye ve sermaye-sermaye arasındaki çelişki kapitalist üretim tarzının kaotik ve anarşik yapısını işaretler. Sermaye emeği sistemli ve yoğun bir şekilde sömürmek isterken, emek buna karşı direnir. Hatta bu direniş emek gücü olmaya ve işçileşmeye karşı direniştir. Bir anlamda insan kalma uğraşıdır. Çünkü sermaye karşısında insan değil işçi arar. Kapital I sermaye birikim süreçlerini ve işçileşme tarihini anlatan bir çalışmadır. 18. yüzyıl bir işçileştirme tarihidir. 19. yüzyıl ise işçi sınıfının yoğun ve uzun çalıştırılma tarihidir. 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın birinci yarısı işçileştirme ve bu işçileştirilen yığınları denetim altına alma politikalarını kapsar. Kapital I bir başka manada işçileştirme politikalarına karşı direnişleri ve mücadeleleri anlatır (2).

Sermaye-sermaye arasındaki çelişki ise rekabete dayanır. Yıkıcıdır ve sermayenin üç halini açığa çıkarır. Sermaye birikir, yoğunlaşır ve merkezileşir. Kapitalist üretim tarzının bünyesindeki emek-sermaye çelişkisi ve sermaye-sermaye çelişkisi kapitalist krizlerin nedenlerini oluşturur. Kriz onun doğasındadır. Kapitalizm kriz üretir. Kriz onun bir gelişme biçimidir.

Kapitalizmin doğasını şöyle tanımlayabiliriz;

1) İşçiler üretir, çalışır, üretim araçlarına sahip değildir, fakirdir; burjuvazi, üretmez, çalışmaz, üretim araçlarına sahiptir, zengindir. Yani üretim araçlarına sahip olmak, yaratılan tüm değerin gasp edilmesine neden olmaktadır. Başka bir ifadeyle kapitalist sistemde üretim kolektif ve toplumsaldır, üretim araçları ise özel mülktür. Bunun doğal sonucu olarak sermaye üretimin kaderini ve sosyal yeniden üretimini bütünüyle belirler. Ayrıca özel mülk kapitalizmin gerçek ruhudur.

2) Ayrıca kapitalizmde plan ve anarşi iç içedir. Kapitalizmde her üretim belirli bir planla gerçekleştirilir. Üretimin değişik birimleri arasında koordinasyon vardır. Bu süreç üretimin realizasyonu için zorunludur. Fakat sermaye grupları arasındaki ilişki ise tam tersinedir ve anarşik özelliktedir. Hiçbir koordinasyon yoktur ve rekabet esastır. Kapitalizmde plan ve anarşi madalyonun iki ayrı yüzü gibidir. Kapitalizmde makro potansiyeller ve üretkenlik anarşi ile yan yana var olur. Daha öz bir anlatımla insanlar kapitalizmde bolluğun içinde çıplak açlıkla yüz yüzedir. Tarihte insanlar birçok kez yiyecek kıtlığından dolayı aç kaldı. Kapitalizmde ise fazla yiyecek olmasına rağmen insanlar açtır. Bu sistemin paradoksu değil, doğasıdır.

3) Kapitalizmde üretim insan için yapılmaz. Tüm ürünler metadır. Her şey satış ve piyasaya yönelik üretilir. İşçiler başkaları için üretir, kendi gereksinmeleri için değil. Üretim kar amaçlı gerçekleştirilir. Bundan dolayı kullanım değeri değil, değişim değeri belirleyicidir. Marx, kapitalizmin temel çelişkisinin kullanım değeri ve değişim değeri arasında olduğunun altını çizer (3). Örneğin Türkiye’de 2 milyon boş ev bulunmaktadır ama milyonlarca insan evsiz hayatını idame ettirmektedir. Çünkü ev bir metadır ve rant için inşa edilmektedir. Max Horkheimer’in kapitalizmi bir değişim değeri sistemi olarak tanımlaması boşuna değildir.

4) Sermayenin organik birleşimi, en genel biçimiyle canlı emek-cansız emek oranını gösterir. Sermaye göreli artı değer (emeğin verimini artıran teknik yeniliklerin uygulanmasıyla çoğaltılan artı değer) üretimini artırmak için sürekli olarak mekanizasyona gider, bu durum canlı emeğin kullanımını cansız emeğin kullanımına oranla (ya da sabit sermaye, yani fabrikalar, makineler, toprak, bina, teçhizat, hammadde) giderek azaltır. Canlı emek cansız emeğe tabi olur (4). “Canlı halkalar yerini demirden halkalara bırakır.” Ya da Deleuze-Guattari’nin ifadesiyle, sermaye canlı emek tüketen bir kar makinesidir. Ne var ki artı değeri yalnızca canlı emek üretir. Bu durum kar oranının düşmesi yönünde bir eğilim yaratır. Özetle kar oranının düşüşü sermayenin organik birleşiminin yükselişiyle emek üretkenliğinin artışı arasındaki gerilime bağlıdır (5).

Kısaca sermaye kâr, daha fazla kâr hırsıyla artı değerin kaynağı olan işçinin emeğini (canlı emeği) üretimin dışına atar, yerine makinelerle simgelenen cansız emeği koyar. Bunun anlamı sermaye “hiçbir zaman” canlı emeğe yatırım yapmaz. Emek kapitalist üretim için bir girdidir. Yatırımı cansız emeğe yapar. İşçileri aç ve işsiz bırakır. Cansız emeğe yatırım yaparak teknolojisini yeniler ve rekabet gücünü artırır.

İşte bu nokta, yani işçinin aç ve işsiz bırakılması emek - sermaye arasındaki antagonizmanın bir yansıması olurken, rekabet için cansız emeğe yatırım yapılması da sermaye - sermaye arasındaki çelişkinin tezahürüdür.

Kapitalist sistemde sermayenin temel motivasyonu artı-değeri ve sermaye birikimini maksimize etmektir. Sermaye emeği nesneleştirdiği oranda artı-değerin ve sermaye birikiminin maksimizasyonunu sağlar.

Cansız emeğe yapılan yatırım sonucunda mal yığılır ama malı alacak kimse yoktur. Çünkü onu alacaklar aç ve işsiz bırakılmışlardır. Ya da bir işçi bir sermayedar için işçiyken, öbürü için müşteridir.

Piyasada fazla üretim vardır ve eksik tüketim yaşanmaktadır. Bu noktada her ne kadar birbiriyle ilişkili olsa da ticari aşırı üretimle, sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Sorun satılamayan bir ticari ya da mal bolluğu sorunu değildir, sorun, satışların belirli bir kar oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanmaktadır.

Peki bu fazla üretim sorunu nasıl aşılacaktır. İşte o an devreye Marx’ın bir boyutuyla peygamber, yani kurtarıcı, diğer boyutuyla üçkağıtçı, yani dolandırıcı diye tanımladığı finans, spekülasyon devreye girer (6). Yığılmış malın tüketilmesi doğrultusunda spekülasyon hareketleri başlar, yani kredi sistemi, Mortgage ve kredi kartı ve sıcak para hareketleri gibi… alım gücü olmayana sanal bir imkan yaratılıp, yığılmış malı tüketmek doğrultusunda operasyonlara girişilir. Bir anlamda tüketim terörü yaratılır. Bu operasyon bir başka boyutuyla sınıfın devrimci kimyasını bozucu içeriktedir. Alım gücü olmayan bir işçi kredi kartları ve kredilerle borçlandırılıp bir taraftan sistemin rektifikasyon aracına dönüştürülür, diğer taraftan kendi geleceğini uzun yıllar ipotek altına aldığından dolayı greve, direnişe çıkması pek mümkün olmaz. İşsizlik tehdidi bu baskılandırmayı daha da artırır. Sistem böylece kendisi için yıkıcı bir gücü absorbe ederek sistemin problemlerini aşmada son derece organizeli bir şekilde kullanır. Aslında spekülasyon burada da görüldüğü gibi bir semptom tedavisidir. Hastalık sürmektedir, hatta artmaktadır ama belirtileri semptom tedavisiyle ortadan kaldırılmaktadır. Böylece hastalığın kendisi en fazla ötelenmektedir.

Kapitalist kriz tiplerine girmeden önce yaşadığımız bu krizi, yani finans sektöründen başlayıp hızla üretim sektörüne yansıyan ve büyük bunalım niteliği taşıyan kapitalist krizi ve buradaki finansal aktiviteleri anlamak için Marx’a döndüğümüzde son derece çarpıcı çözümlemeler görürüz.

Marx 1848 Devrimleri için yaptığı yorum son derece aydınlatıcı ve bugünü tanımlayıcı içeriktedir: “Aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sonunda geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır, ve patlamanın şiddetini artırır. Kriz önce spekülasyon alanında başlar, ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye (göre siz bunu burjuva iktisatçılar ve sol liberaller diye okuyun V.Y.) krizin nedeni aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görülür; halbuki bu aşırı üretimin bir semptomudur.”

Yine Marx’ın Kapital 3’te konuya ilişkin başka bir yorumu ise şöyledir:

“Yeniden-üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde, kredinin birden bire kesildiği ve ancak nakit ödemelerin geçerli olduğu sıralarda – ödeme araçlarına olan büyük hücum karşısında – bir bunalımın mutlaka ortaya çıkacağı açıktır. Bu yüzden, ilk bakışta bütün bunalımın sırf bir kredi ve para bunalımı gibi görünür. Ve aslında bu, yalnızca, poliçelerin paraya çevrilebilme sorunudur. Ne var ki bu poliçelerin çoğunluğu, fiili alım-satımları temsil eder ve bu alım-satımların genişliğinin toplumun gereksinmelerinin çok üzerinde olması, en sonunda, bütün bu bunalımın temelidir. Aynı zamanda, bu poliçelerin muazzam bir miktarı, şimdi gün ışığına çıkan ve sabun köpüğü gibi sönen düpedüz bir dolandırıcılığı; ayrıca başkalarının sermayesiyle yapılan başarısız spekülasyonları; ve en sonu, değer kaybeden ya da hiç satılamayan meta-sermayeyi, ya da hiçbir zaman tekrar gerçekleştirilemeyecek olan geriye dönüşleri temsil eder. Yeniden-üretim sürecindeki zoraki genişlemeye dayanan bu baştan sona yapay sisteme, hiç kuşkusuz İngiltere Bankası gibi bir bankanın, bütün dolandırıcılara, senetleri yoluyla değersiz sermaye vermesi ve değer kaybetmiş bütün metaları eski nominal değerleri üzerinden satın almasıyla çare bulunamaz. Ayrıca burada her şey çarpıtılmış bir görünüştedir, çünkü bu senet dünyasında, gerçek fiyat ile bunun gerçek temeli hiçbir yerde görünmez, yalnız külçeler, madeni sikkeler, banknotlar, poliçeler, senetler vardır.” (7)

(Devam edecek...)


Dipnotlar:

(*) Karl Marx, Grundrisse; Birikim Yay., 1979, s. 279-464

(1) Şöyle bir vurgunun yapılması da yararlı olacaktır. Marx Kapital’de en gelişmiş kapitalist ülke olarak İngiltere’yi model aldı. İngiltere ekonomisi, üzerinde güneş batmayan imparatorluk vasfıyla bir anlamda dünya çapında kapitalist ilişkileri simgeledi. Marx Londra’dan bakarak yaptığı projeksiyonla uluslararası kapitalist sistemi analiz etti.

(2) Marx şöyle der: “Böylece mülklerinden zorla sökülüp çıkarılan ve serseriliğe mahkum edilen kır nüfusu korkunç bir terör aracı olarak yararlanılan kanunlar altında kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak ve her türlü işkence altında inletilmek suretiyle ücretli iş sisteminin zorunlu kıldığı disipline alıştırıldılar. Bir yandan, bir uçta işin maddi şartlarının sermaye olarak belirlemesi, öte yandan, diğer uçta işgüçlerinden gayri satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların ortaya çıkması yetmiyordu. Bunların kendilerini gönüllü olarak satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim biçiminin zorunluluklarını apaşikar doğa kanunlarıymış gibi gören bir işçi sınıfı meydana gelir.”

(3) Kapitalizmin bu temel çelişkisi, krizin potansiyellerini açığa çıkartır. Değişim değeri zamanla özerklik kazanır. Bu süreç bir yanıyla da spekülatif sermayenin muazzam gelişmesini işaretler. Spekülatif sermaye üretim kapasitesine ve bağlantılı olarak canlı emeğe geçici bir zaman ihtiyaç duyar ya da onları kullanıp atar. Yoluna bir kasırga şiddetiyle durmadan devam eder. Bu değişim değerinin mantığıdır. İnsanın gerçek ihtiyaçlarından bağımsız bir süreçtir. Tam anlamıyla bir illüzyon gücüdür, yıkıcı bir illüzyon. Kriz kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki açıklıktan ortaya çıkar. İşte bu aralık Marx’ın kriz tanımlamasını yaptığı alandır.

(4) “Büyük sanayi geliştikçe… Emek üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar… İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bakıcı haline gelir… İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir.” (Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s.650-652)

Marx Grundrisse’deki bu sözleriyle canlı emeğin üretimin içsel öğesi olmaktan çıkmaya başladığını ve yerini makineye bıraktığını belirtir. Bu adım her ne kadar işgününün kısaltılması yönünde bir basınç yaratsa da, sermaye süreci ters yönde işletir. İnsan emeğine gereksinim azaldıkça işsizlik büyür. Çünkü sermaye makineleri işçinin daha az çalışması için değil, işçinin daha çok, daha yoğun çalışması ve kendine daha fazla tabi olması için kullanır. Bu nedenle kapitalizmin gireceği her formasyona ya da teknolojik yenilenme ve mekanizasyona rağmen kapitalizmin canlı emeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç ontolojik bir ihtiyaçtır. Çünkü canlı emek artı değer üretiminin tek kaynağıdır ve canlı emeğin tümüyle üretim sürecinin dışına çıkması demek, artı değer üretiminin, kar için üretimin ve bunun dolayımlarının ortadan kalkması demektir. Bu durum daha özlü bir ifadeyle kapitalizmi kapitalizm yapan öğelerin yok olması anlamına gelir.

(5) Marx, sermayenin organik birleşimini, sabit sermayenin değişir sermayeye oranı olarak tanımlar. Sermaye birikimi sürecinde artan mekanizasyon, sermayenin organik birleşiminin yükselmesine yol açar. Toplam sermaye içinde sabit sermaye oranı, bir başka ifadeyle cansız emeğin canlı emeğe oranı, sürekli olarak artma yönündedir. Bunun sonucu olarak ortalama kar oranı düşme “eğilimi” içine girer. Kar oranı sermayenin organik birleşimiyle ters orantılıdır. Sermayenin organik birleşiminin artması kar oranında düşmeye neden olur. Artık-değerin toplam sermayeye oranı olarak tanımlanan kar oranı, emek daha az üretken olduğundan dolayı değil, tam tersine daha çok üretken hale geldiği için ya da işçi daha az sömürüldüğü için değil, emeğin kullanımın oranının cansız emeğe yapılan yatırımdan daha az olduğu için düşmektedir. Yani iş sürecinin makineleşmesi ve teknolojik gelişme emek üretkenliğini artırarak, artı-değer kitlesini yükseltirken, aynı süreç sabit sermayenin değişir sermayeye oranını yükseltir. Bu aynı zamanda kar oranlarındaki düşme eğiliminde nedenidir. Marx bunu kapitalist üretim tarzının bir “yasası” olarak niteler.

(6) Sanayi sermayesinin 1974-75 sonrasında ikincil sermaye tipine dönüşmesiyle, spekülatif sermaye birincil sermaye tipi haline geldi. Bu süreç önemli gelişmelere yol açtı. Bu konu başlı başına özel olarak incelenecek bir içeriktedir. Finans kapitalin bu yeni evresi birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Fakat son zamanlarda spekülatif sermayenin bağımsızlaştığına ait farklı mistifikasyonlar yapılmaktadır. Yeni sermaye birikim rejiminin temel varyasyonu olan spekülatif sermayenin ya da finanslaşmanın “bağımsız varoluş kazanması” bir taraftan bu sermayenin üretim alanı tarafından belirlenmesi anlamına gelir. Evet finanslaşma reel üretim süreçlerinden uzaklaşmış ya da tam tersi bütün reel üretim süreçleriyle dolayımlı da olsa iç içe geçmiştir. Aslında söz konusu olan Marx’ın Kapital II’de artı değer teorilerinde belirttiği gibi, yaşanan “reel üretim süreçlerinden bir kopukluk değil, çelişkili birliktir”.

  1. Karl Marx, Kapital III, Sol Yay., 1990, s. 434


 

 

Entes direniş günlüğünden...

167. gün...

Kitap okurken üşüdüğümüzü fark ettik ve ateş yakmaya karar verdik. Ateş yaktığımızı gören OSB güvenliği ateş yakmamamız için uyarıda bulundu. Biz de üşüdüğümüzü söyledik. Patronun direniş alanına döktürdüğü molozların arasındaki çatı izolasyon malzemelerini de yakacak olarak kullandık. Sürekli devriye gezen OSB güvenliği bu sefer OSB başkanı ile beraber çıkageldi. Tekrar bu ateşi yakamazsınız dediler ve biz de üşüyoruz yakarız dedik. Bizim umursamadığımızı görünce bu sefer yangın tüpüyle beraber teşrif ettiler. Ateşi söndürerek oradan uzaklaştılar. Bunun üzerine lokantadan aldığımız büyük yağ tenekesinin içinde ateşimizi yakmaya devam ettik. Gün boyu devriye gezdiler ama bir daha yanımıza uğramadılar.

Emekçi Kadın Komisyonları ziyaret gerçekleştirdi. (...)

TÜMTİS Sendikası’nda örgütlü bir işçi ateş yaktığımızı görünce yakacak ve yiyecek bıraktı. ışyerindeki işçilere de anlatarak Entes direnişine destek olmak noktasında bir şeyler yapmak istediıini söyledi. (...)

 

168. gün...

(...) Yoldan geçen iki işçi merak edip kaç gündür direndiğimi, mahkemeye verip vermediğimi ve direnişin ne zamana kadar devam edeceğini sordu. “Umarım mahkemeyi kazanırsın, Allah yardımcın olsun” diyerek yanımdan ayrıldılar. OSB’nin verdiği meslek kurslarına katılan işçiler de direniş yerini ziyaret edenler arasındaydı. 


171. gün…

Metal işçileri birliğini sağlamak için yapacağımız Metal İşçileri Kurultayı’nın eğitim toplantılarından birini daha gerçekleştirdik. Ardından Direniş Platformu’nun toplantısına katıldım. (...)

 

172. gün…

Esenyurt Belediye işçilerinin dayanışma etkinliğine katıldım. Oldukça geniş katılıma sahip bir etkinlik oldu. En güzel yanı da direnişteki işçiler bir aradaydık. Entes, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi pazar işçileri, direnişteki Sabiha Gökçen hava işçileri, grevleri sona eren Halkalı Kâğıt işçileri de oradaydı. (...)


174. gün…

Her Salı olduğu gibi Emekçi Kadın Komisyonları bugün de direniş alanında nöbetteydiler. (...)

Yakın bir fabrikaya tıra mal yüklemek için gelen ve yükleme esnasında boş vakitlerini bizimle geçiren tır şoförleri Entes direnişi hakkında bilgi almak istediler. Kaç kişilik bir fabrika olduğunu, sendika olup olmadığını sordular. Sendikasız bir fabrika olduğunu öırenince tek başına nasıl direndiğimi sordular. Ben de sendikada örgütlü olmadığımı ama bölgede var olan bir işçi derneğinde örgütlü olduğumu söyledim. Bunun üzerine daha önce çalıştıkları bir yurt dışı firmasından 50 bin Euro alacakları olduıunu anlatan işçiler ne yapabileceklerini sordular. (...)


175. gün

İşçi-Köylü gazetesi muhabiri ziyaretime geldi. Herhangi bir gelişme olup olmadığını sordu. Direnişe katkıda bulundu. Birlikte Sinter Metal işçilerinin yanına gittik. (...)