04 Haziran 2010
Sayı: SİKB 2010/22

 Kızıl Bayrak'tan
Emperyalist-siyonist saldırganlık dizginlemenin tek yolu halkların birleşik militan direnişidir!
İsrail’in kanlı katliamı, tepkiler ve tuzaklar
İsrail’e selam, Heronlara devam!
İsrail vahşeti çeşitli illerde eylemlerle protesto edildi
Emek ve meslek örgütlerinden siyonist vahşete ilişkin açıklamalar
Gibbs: “ABD ve İsrail arasındaki ilişki değişmez”
Siyonist rejimin şeflerinden
arsızlık döküldü
Kürt hareketini tasfiye saldırısı sürüyor...
IMF ve asalak patronlar kıdem tazminatına göz dikti
İşçi ve emekçi hareketinden..
TÜMTİS Genel Başkanı
Kenan Öztürk ile konuştuk...
Sendika bürokrasisi sınıf hareketinin gelişme dinamiklerini baltalamaya çalışıyor
TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk ile UPS’deki direniş süreci üzerine konuştuk
TMMOB Genel Kurulu gerçekleşti..
SOKAK Üniversitesi’nde
gelecek sorunu tartışıldı
Rektörlük-sivil faşit-polis işbirliğine son!
Siyonist barbarlar katliamlara
devam ediyor!
Avrupa’da mücadele yayılıyor!
Parti ve devrim şehitleri
Essen’de anıldı
İzmir’de Şerzan Kurt
için kitlesel eylem
İnciraltı Katliamı
örtbas edilmeye çalışılıyor!
AKP’den şimdi de sahte “kadın istihdamı” açılımı!
CHP’yi yeniden
düzenleme operasyonu
Haluk Kırcı tahliye edildi
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk ile sınıf hareketi ve sendikal hareket üzerine konuştuk...

“Bugünkü mücadele anlayışıyla saldırıları püskürtmenin olanağı kalmamıştır!”

- İşçi sınıfı hareketi uzun yıllardır üzerinde taşıdığı ölü toprağını TEKEL işçilerinin 2009 yılının sonlarına doğru yaktığı direniş ateşiyle attı. Öncelikle TEKEL Direnişi ile birlikte sınıf hareketinin içerisine girdiği yeni dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu mücadele nasıl bir tablo ortaya çıkardı?

- Son dönemlerde çeşitli bölgelerde gelişen sendikalaşma çalışmaları, özelleştirmeye karşı mücadeleler lokal düzeyde kaldı ve yeterli sınıf dayanışması ve desteği gösterilemedi. Özellikle son süreçte bir umutsuzluk ve karamsarlık havası hakimdi. İşçi ve emekçilerde özelleştirmeyi, taşeronlaştırmayı geri püskürtmenin olanağının kalmadığı yönünde bir ruh hali gelişti. Tabii ki bunda sendikal bürokrasinin rolü çok büyüktür. Sendikal bürokrasinin geçmişten beri özellikle özelleştirme ve taşeronlaştırmaya karşı çeşitli söylem ve tespitleri olmasına rağmen, bunu püskürtecek bir mücadele ortaya koyma eğilimi hiçbir zaman olmadı. Sadece tespit yapılarak, bunun kötü ve yanlış olduğunun söylenmesinin ötesine geçilemedi.

Bu anlamda değerlendirildiğinde, TEKEL Direnişi bir milattır. Türkiye’deki sınıf mücadelesi açısından önemli bir süreçtir. TEKEL işçilerinin direnişi ile birlikte bütün emekçilerin gündemine yeniden sınıf dayanışması ve mücadele eğilimi girmiştir. Bu mücadele süreci ile birlikte, “seçeneksiz değiliz, bugünkü sömürü koşullarına, saldırılara ve AKP iktidarının pervasızlığına karşı emekçiler seçeneksiz değildir” düşüncesi oluştu. Kendi gücünü görmek bakımından TEKEL Direnişi tüm olumsuz koşullara rağmen Türkiye’de gündemin ortasına oturmuştur. TEKEL’deki mücadele sürecinde, esnafından taksi şoförüne kadar sendikacı olduğumuzu öğrenen herkes “TEKEL Direnişi ne olacak?” diye soruyordu. Birtakım yapay gündemleri, örneğin laik-şeriatçı kutuplaşmasını TEKEL’deki mücadele süreci boşa çıkardı. Türkiye’de gerçek gündemin açlık, yoksulluk, işsizlik, AKP’nin emekçilere dönük saldırıları ve hak gaspları olduğu görüldü. Erdoğan’ın ve AKP’nin TEKEL işçilerine yönelik saldırganlığı ve düşmanca tutumu buradan geliyor.

TEKEL işçilerinin mücadelesi aslında bir şeyi dayatmış, konfederasyonların yukarıda biraraya gelmelerinin önünü açmıştır. Ben Türk-İş Başkanlar Kurulu üyesiyim. Daha önce “bu saldırı kapsamlıdır. Bunu ancak büyük birliklerle püskürtmek mümkündür. Dolayısıyla konfederasyon ayrımı yapmadan bütün sendikaları bu mücadeleye katmamız gerekiyor” fikrini dile getirmemize rağmen, Başkanlar Kurulu’nda bu öneriye karşı epey bir dirençle karşılaştık. Birçok sendikacı arkadaş “Biz Türk-İş olarak kendi başımıza yapacağız, başkasına ihtiyacımız yok” diyordu.

Bu anlamda değerlendirdiğimizde, TEKEL işçisinin verdiği 78 günlük onurlu mücadele, sınıfın üzerindeki ölü toprağını bir kenara atmıştır. Yeniden mücadele ve dayanışma eğilimini geliştirmiş, işçi sınıfına kendi özgücüne güvenme ve gücünü görme olanağı vermiştir.

Tabii TEKEL işçileri sadece AKP’ye karşı mücadele etmedi. TEKEL işçileri aynı zamanda Türkiye’deki emekçilere, sendikal bürokrasiye karşı nasıl bir mücadele verilebileceğini ve sendikal bürokrasinin bu işin içine nasıl katılabileceğini de gösterdi. Bu açıdan da TEKEL Direnişi tarihsel anlamda birçok derslerle dolu. Bu süreç, sendikaların, işçilerin mücadele örgütleri olduğunu yeniden hatırlattı. İşçiler arasında ve tabanda, birçok sektörde sendikaların daha mücadeleci bir çizgiye nasıl getirilebileceği tartışmasını başlattı.

Çok sayıda sendikacı arkadaşla değerlendirdiğimiz bir başka sonucu ise şu oldu. TEKEL sürecinden sonra çok sayıda işçi sendikalara yöneldi. Bizim işkolumuz da dahil olmak üzere çeşitli işkollarında işçiler “biz örgütlenmek istiyoruz, hangi işkoluna giriyoruz, görüşmek istiyoruz, bize yardımcı olun” diyorlar. Mesela tekstil sektöründen bizi arayan işçiler olmuştur. “Biz hangi sendikaya gidelim, bize önerin” diye soruyorlar. Yine taşıma işkolunda bizim örgütsüz olduğumuz işyerlerinde örgütlenme talebi ve eğilimi gelişmiştir. Diğer sendikacı arkadaşlarla yaptığımız değerlendirmelerimizde, birçok sektörde aynı durumun yaşandığına dair tespitlerde bulunuldu.

Buradan bakıldığında, TEKEL işçilerinin mücadelesi tam sonuçlanmasa da, aslında birçok kazanımı vardır. Sınıf hareketine çok şey kazandırmıştır. TEKEL işçilerinin mücadelesiyle birlikte emekçiler arasında dayanışma fikrinin ön plana çıkması ve 1 Mayıs’ta yüzbinlerce emekçinin kendi talepleriyle alanlarda olması, olumsuz koşullara rağmen, bu sürecin devam edeceği yönünde sinyaller veriyor.

Önümüzdeki süreçte özellikle kamu sektöründe 170 bin işçiyi daha 4/C uygulaması bekliyor. AKP iktidarının önümüzdeki dönemle ilgili programında bu da var. Geçmişe oranla siyasi iktidarın işi daha da zorlaşmıştır. Yine yakın zamanda Zonguldak’ta yaşanan ve 30 emekçinin yaşamını yitirdiği iş cinayeti (ki son 6 ayda 65 emekçi yaşamını yitirmiştir ve hemen hemen tamamı özel ve taşeron şirketlerde yaşanmıştır) bu sürecin onlar açısından zor geçeceğini göstermektedir.

- TEKEL Direnişi sınıf hareketinin önündeki temel engellerden birinin sendikal bürokrasi olduğunu gösterdi. Uzun yıllardır suskunlukla karşılanan sendikal bürokrasinin ihanetlerine karşı TEKEL işçilerinin eylemleri şahsında anlamlı tepkiler oluştu. Siz son yaşanan 26 Mayıs deneyimi üzerinden, hem genel hem de Türk-İş cephesinden bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Kuşkusuz bu konuda sendikal alan son süreçle birlikte sorgulanmaya başlandı. Sendikalar işçilerin mücadele örgütü müdür, değil midir? Ben bu konuda özellikle yerelde birliklerin güçlendirilerek sendikal bürokrasiye karşı konfederasyon ayrımı yapmadan bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. “Türk-İş’te bürokrasi var diğer konfederasyonlarda yok” düşüncesine katılmıyorum. Diğer konfederasyonlarda da bunun sayısızca örneklerini biliyoruz.

Bu noktada özellikle sendikaların işlevi ve görevleri üzerine daha çok işçiyi aydınlatarak, şubeler düzeyinde duyarlı davranan sendikalarımızın daha samimi davranmaları gerekiyor. Sendikal alanla ilgili değişik şeylere şahit oluyorum. Şube yöneticisi veya daha alt düzeydeki yöneticilere bakıyoruz. Bugün varolan yapıdan kendisi de rahatsız ama durumu idare etmek istiyor. Sendikasının durumunu işçiyle paylaşmaktan bile çekinen sendikacı arkadaşlarımız var. Buradan sarsmak olanaklı değil.

Ama bir süreç başlamıştır. Türkiye’deki işçi hareketi sendikaları sorgulamaya başlamıştır. Sendikaların gerçek mücadele örgütleri haline dönüştürülmesi yönünde işaretler var. İşçilerin bu konuda ciddi çabaları var. Her işkolundan bunu görebiliyoruz. Geçmişte olduğu gibi “sendika ne yaparsa doğru yapar” anlayışı kırılıyor, yanlış eğilimi sorgulamak ve hesap sormak yönünde olumlu çabalar artıyor. Elbette bunun kısa sürede aşılabilmesinin olanağı yoktur. Türkiye’de sendikal bürokrasinin alt edilmesi ve sendikal örgütlerin gerçek bir mücadele merkezlerine dönüşmesi kısa dönemde çözülebilecek bir sorun değildir. Bu, 12 Eylül’le birlikte katmerleşen, sistemin bilinçli politikalarının ürünü olan bir durumdur. Sendikalar Yasası buna olanak sağlamıştır. Bu yasa anti-demokratiktir. Dolayısıyla şubelerin ve tabandaki işçilerin çok rahatlıkla bu yapıları değiştirmesi olanaklı değildir. Ama bu noktada umutsuz değilim. Bu süreç başlamıştır ve güçlenerek sürecektir. İşçilerin sendikaların bugünkü atıl durumundan kurtulması, gerçek bir mücadele merkezine dönüşmesi noktasındaki talebi ve mücadelesinin devam edeceğini düşünüyorum.

Sendikalarda sadece üyelik ve aidat ilişkisinden çıkılması gerekiyor. Türkiye’deki emekçilerin örgütlerine ve sendikalarına sahip çıkma ve sorgulama geleneği ne yazık ki biraz zayıf. Yeni yeni güçleniyor. Sendikaların sendikacıların mülkiyetinde olmadığı, işçilerin mücadele örgütleri olduğu ve buna sahip çıkmak gerektiği noktasında bilinç eksiklikleri var. Biraz önce de söyledim; işçilerin sınıf bilincinin gelişmesi, sendikal mücadeleyi daha iyi kavranması ve daha sorgulayıcı bir gözle bakmasıyla bu hareket daha da güçlenerek devam edecek. Fiili birtakım müdahalelerle bu bürokrasiyi bertaraf etmek mümkün değil. Dönem dönem tabii ki tepkiler oluyor, ancak sadece bununla sendikal bürokrasiyi tasfiye etmek veya değiştirmek olanaklı değil diye düşünüyorum.

- İşçi sınıfı sendikal bürokrasi engelini nasıl aşabilir? Sendikalar işçilerin gerçek mücadele örgütleri haline nasıl çevrilebilir?

- Özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya ve güvencesizleştirmeye karşı mücadelenin artık sendikalar tarafından yayınlanan bir başsağlığı mesajıyla savuşturulmasının olanağı yoktur. Mücadeleyi yükseltmekten başka şansımızın olmadığını, aslında bunun dayanaklarının olduğunu, emekçilerin bu süreci daha iyi algılamaları noktasında avantajlı bir döneme girildiğini, TEKEL Direnişi’yle birlikte emekçilerde mücadele eğiliminin yükseldiğini görüyoruz. Bu süreç, bu mücadeleyi yükseltmeye çalışan sendikaların önüne yeni görevler koyuyor.

Sendikalarda bugün halen çaba harcayan, gidişatla ilgili rahatsızlık duyan bütün arkadaşların bilmesi gerekiyor. Bugünkü mücadele anlayışıyla bu saldırıların püskürtülmesinin olanağı kalmamıştır. Sürecin önümüze koyduğu görev, daha militanca bir mücadeleyle bu saldırıların püskürtülmesidir. Dolayısıyla günü kurtarma, idare etme, iyi geçinme ve protokol düzeyinde “şu kadar konfederasyon biraraya geldi ve kararlar aldı” düşüncesi çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Çeşitli konfederasyonlarda “kopmama veya sürecin dışında kalmama” tutumu bugünkü durumu kurtarmıyor. Bugün çok daha net politikalar izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sadece kaba ve yukarıda oluşturulan birliklerin de bugünkü mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayacak birlikler olduğunu düşünmüyorum. Asıl aşağıda, tabanda bu birlikteliğin sağlanması gerektiğini düşünüyorum.

Biz sendika olarak bu konudaki çabalarımızı sürdürüyoruz. Hayalci değiliz. Sadece konfederasyonlardan beklentiyle bu mücadelenin ilerlemesinin olanağı yoktur. TEKEL işçisinin mücadelesini değerlendirirken bir bu anlamda değerlendirmek (TEKEL işçilerinin mücadelesi ve önümüze çıkardığı olanaklar, emekçiler cephesinden gelişen mücadele eğilimi); bir de “ne de iyi yönetip gidiyorduk, bu TEKEL işçileri de nereden çıktı, rahatımız bozuldu” diyen sendikal bürokrasinin eğilimi açısından değerlendirmek gerekiyor. Bu süreçte bunun sayısızca örneğini gördük.

Dolayısıyla, buralardan bir beklenti içerisinde olmadan bölgesel (bölgelerde şubeler düzeyinde, yerel düzeyde) güçlü birlikler oluşturarak bu hareket yoluna devam edebilir. Yoksa sadece konfederasyonların biraraya gelerek açıklama yapmalarıyla sonuca gitmek olanaklı değildir. 26 Mayıs’ta dört konfederasyonun ortak kararı vardı. Bu karar aslında coşkuyla karşılanmıştı ve umut yaratmıştı. Fakat son anda yeniden “koşullar uygun değil, tabanımız buna hazır değil” gerekçesiyle üç konfederasyon bu eylemin içini boşaltmıştır ve bir saatlik iş bırakmaya indirgemiştir. Ben ve 7-8 genel başkan arkadaş, Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda bunun doğru olmadığını, alınan kararın arkasında durulması gerektiğini, belirlenen 12 talepte bugün olumlu bir yönde bir değişiklik olmadığını söyledik. Fakat ne yazık ki bu konuda gücümüz yetmedi. Üç konfederasyon bir saatlik bir basın açıklamasına indirgedi. Bu süreçten sonra biz sendika olarak emekten, demokrasiden yana bütün güçlerle yerellerde daha güçlü birliktelikler örerek yolumuza devam edeceğiz.

26 Mayıs’a bir kez daha değinmek istiyorum. Konfederasyonlar özellikle bir önceki genel eylemin zayıf geçmesi üzerine, “süre yoktu, çok kısa süre içinde çalışma yapamadık ve zayıf geçti” dediler. 26 Mayıs kararı alınırken de, “önümüzde şu kadar süre var” dediler. Sadece Türk-İş değil, hiçbir konfederasyon bu noktada tabanda samimi bir çalışma yürütmemiştir. Biz kendi konfederasyonumuzun toplantılarında dönem dönem çağrıda bulunmamıza rağmen bu böyle. Diğer konferderasyonlar da tabanda, işyerlerinde bir çalışma sürdürmemiştir. Bu eylemin içinin boşaltılacağı aslında ortadaydı. Bu son 3-5 gün kala yaşanan bir durum değil. Yapılmayacak bir kararın alınması daha kötü. Almamak daha dürüst ve samimidir. Bir taraftan böyle bir protokol imzalayacaksınız, “26 Mayıs’ta üretimden gelen gücümüzü kullanacağız” diyeceksiniz, fakat  26 Mayıs’a kadar hiçbir çalışma yapılmayacak. Sonra da, “Taban hazır değil, koşullar uygun değil, biz bu eylemi bir saate indirdik” diyeceksiniz. Bu, sendikal hareketin bugünkü durumunu veya mecalsizliğini ortaya koyuyor. Bir kısmı için ise samimiyetsizliğini ve bürokratik anlayışını ortaya koyuyor.

Bu süreçte yaşanan budur. İşçi sınıfı tabii ki bunu sorguluyor. Birçok alanda bu tepkilere yol açmıştır.

- TEKEL sürecinde konfederasyonlar tarafından kararlaştırılan genel eylem kararları ciddiyetle ele alınmadı ve 26 Mayıs eylemi ortada bırakıldı. TEKEL Direnişi’nden itibaren farklı aşamalarda alınan eylem kararları ve bu eylemlerin sonuçları üzerinden baktığınızda bir genel grev-genel direnişin nasıl örgütleneceğini düşünüyorsunuz?

- Genel grev-genel direnişi sadece sendikaların örgütlü olduğu yerler üzerinden ifade etmek doğru değil. Sendikalı işçi sayısı bugün ortadadır. Sadece üye olanların değil Türkiye’deki bütün emekçilerin katılması sağlanmaya çalışılmalıdır. Türkiye’de yüzbinlerce işçinin çalıştığı sanayi havzaları vardır. Örgütsüz, asgari ücretle kölece koşullarda işçi çalıştırılıyor. Yüzbinlerce emekçi bu koşullarda çalışıyor. Dolayısıyla buraya dönük bir çalışma gerekiyor. İşçisi, köylüsü, esnafıyla bugünkü sistemin politikalarından mağdur olan tüm müttefikleri ve kesimleri kapsayabilecek geniş bir çalışmayla ancak bunun yaşam bulması mümkün. Sadece sendikaların kendi tabanını alana taşımasıyla gerçekleşecek bir eylemi genel grev olarak nitelendirmek olanaklı değil. Bunun dışına taşması, milyonlarca emekçiyi bu işe katma görevi olmasına rağmen, kendi kitlesine yönelik bir çalışma bile yapılmamıştır. Böyle bir çalışmayla bir genel grevin veya eylemin örgütlenmesinin olanakları zaten yoktu. Dolayısıyla sendikalar böyle bir çaba içinde olmamıştır.

Son Ecevit hükümeti döneminde ben sendikamızın Gaziantep şube başkanıydım. Bu dönemde bir eylem süreci vardı. O dönem Gaziantep’te yerel bir Emek Platformu vardı ve 20 gün süren bir çalışma yaptık. Karar alırken de çok zorlanmıştık. Sendikacı arkadaşlarımızın bir bölümü “kimseyi getiremeyiz, kamuoyu karşısında da zor duruma düşeriz” dedi. Biz bir aya yakın süre çalışma yaptık. Anons araçlarıyla, televizyon programlarıyla, binlerce bildiriyi kapı kapı dağıtarak etkin bir çalışma yürüttük. Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’nde işyeri işyeri çalışma yürüttük. Mitingin başlama saati 10.00’du. Sabah 08.00’de görevli arkadaşlar aradılar ve Antep’in meşhur İstasyon Meydanı’nın tıklım tıklım dolu olduğunu söylediler. O gün 80 bine yakın kişi katılmıştı. Antep tarihinin 12 Eylül’den sonraki en büyük eylemlerinden biriydi. Bu noktada sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin örgütsüz yığınlara yönelik çalışma yürütme gibi bir sorumluluğu var. Bugünkü saldırılar karşısında durma ve bunu püskürtmede sadece kendi üyelerimiz üzerinden bir sonuca gitmemiz olanaklı değil. Örgütsüz milyonlarca emekçiyi bu işin içerisine nasıl katabiliriz? Özellikle sanayi sitelerini, örgütsüz işyerlerini bu işin içine nasıl katabiliriz noktasında bir politika olmak zorunda. Saldırılar karşısında alınabilecek mücadele ve eylem kararlarında bu alanı gözetmek zorundayız.

Biz bunu kendi içimizde sorguluyoruz. Bunu kısmen de olsa uygulamaya çalışıyoruz. Çeşitli bölgelerde bizim üye sayımız 300’dür ama biz 1 Mayıs’a 1000 kişiyle katılıyoruz. Mahallelerde çalışma yürütüyoruz. Bir sürü örgütsüz insan gelip kortejimizde yürüyor. Eksiklerine rağmen böyle bir çaba içerisindeyiz.

- Sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde sendikal bürokrasinin işçi hareketi önünde temel bir engel olduğu ve bu engelin aşılması gerektiği tespitini yaptık. Ancak bu saldırıların salt sendikal mücadeleyle aşılmasının da mümkün olmadığı ortada. İşçi sınıfının toplumsal ölçekte siyasal bir güç olarak mücadele sahnesine çıkması ve sermayeye karşı sınıf mücadelesini büyütmesinin imkan, araç ve yöntemleri neler olmalıdır?

- İşçi sınıfının daha çok bilinçlenmesiyle, sınıf bilinci almasıyla, kendi politik örgütlenmeleri içerisinde yeralmasıyla, bu düzeni daha fazla tanımasıyla bugünkü mücadelenin daha da yükselmesi olanaklı. Varolan devasa saldırıları sadece sendikal mücadeleyle püskürtmenin olanakları elbette yoktur. Ülkedeki emekten, demokrasiden yana bütün güçlerin bu noktada seferber olması ve güçlü birliktelikler oluşturması, buna karşı bir set örmesi gerekiyor.

Türkiye’de milyonlarca emekçi düzen partilerinin peşinde sürükleniyor. AKP’den, CHP’den ve çeşitli siyasal partilerden umut bekliyor. Bu sistemi ve partilerini iyi tanımasıyla bu hareketin daha da yükselebileceğine inanıyorum. Geçmişte AKP’ye ezici çoğunlukla oy verenler yine yoksullar, işçiler ve emekçilerdir. Aslında AKP’nin bugünkü rolü yavaş yavaş görülüyor. Sınıfın ve emekçilerin biraz daha politikleşmesi ve sistemi daha iyi tanımasıyla elbette hareket güçlenecek ve ilerleyecektir.

Kızıl Bayrak / İstanbul

 

 

 

Sendika bürokrasisi sınıf hareketinin gelişme dinamiklerini baltalamaya çalışıyor…

Sınıf hareketinin önündeki engelleri temizlemek için seferber olalım!

TEKEL işçilerinin kararlı direnişini bitirmek için farklı manevralar deneyen sendikal bürokrasi, tabandan gelen güçlü bir dirençle karşılaşınca, bu uğursuz emellerine ulaşmakta zorlandı. Reformist akımların sunduğu desteğe rağmen TEKEL işçilerinin mücadele kararlılığını pasifize edemeyen bürokrat takımı, ancak bir eylem planı açıkladıktan sonra direniş çadırlarını söktürmeyi başarabildi.

Fakat sınıf hareketinin gelişimini baltalama konusunda deneyimli olan sendikal bürokrasi, iş bırakma eyleminin tarihini üç ay sonrasına atarak uğursuz rollünü yine oynadı. Bu pervasız kararın altına imza atan bürokratlar, TEKEL işçilerinin mücadele kararlılığının üç ayda sönümleneceğini hesap etmişlerdi. Bu hesaba göre, “baş ağrısı”na dönüşen TEKEL Direnişi’nin defteri, çadırların sökülmesiyle fiilen kapanmış olacaktı.

Bürokratların hesabı bir kez daha TEKEL işçilerinin direnme kararlılığına çarptı. Taksim alanına çıkan TEKEL işçileri, Türk-İş şefi Mustafa Kumlu’nun kürsüden atılmasına öncülük ederek, direnme kararlılığının devam ettiğini ortaya koydular.

Hainler şebekesinin şefi Mustafa Kumlu’nun kürsüden atılmasını ortak bir açıklama ile kınayan konfederasyonlar, 26 Mayıs iş bırakma eylemini ortada bırakacaklarının işaretini de verdiler. Bu utanç verici kararın altına DİSK-KESK ikilisinin imza atması, Türk-İş şeflerinin ihaneti daha da derinleştirmesini kolaylaştırdı. Nitekim 26 Mayıs iş bırakma eyleminin sabote edilmesi noktasında gösterilen “rahatlık” bu suç ortaklığından bağımsız ele alınamaz.

26 Mayıs eylemini ortada bırakarak ihaneti bir adım ileri taşıyan Türk-İş bürokrasisi, ummadığı tepkilerle karşılaştı. Başta İstanbul olmak üzere pek çok kentte Türk-İş binalarını işgal eden işçiler, ihanetten hesap sorma konusundaki kararlılıklarını ortaya koydular.

İleri/öncü işçilerin önderlik ettiği eylem, sınıfın temel kitle örgütü olan sendikaların başına çöreklenen düşkün bürokratlar şebekesinin, o koltuklarda oturmasının artık eskisi kadar kolay olmayacağını gözler önüne serdi. Bu eylemler Mustafa Kumlu ile diğer hainlerin tahtını sarstı, ancak onlar halen mevkilerinde bulunuyorlar.

Bu arada 1-3 Haziran Ankara buluşması ve sonrasında yapılması planlanan eylemleri de boşa düşüren bürokratlar çetesi, ihanetten hesap soran ileri/öncü işçileri hedef alan bir karşı saldırı da başlattı. 1-3 Haziran buluşmasına dair hiçbir çalışma yürütmeyen Türk-İş şefleri ile onların izinden giden Tek Gıda-İş yönetimi, belli ki, TEKEL Direnişi’ni tamamen gündemden düşürme hesabı içindedirler.

Bu fütursuzluğu sergileyen sendika ağaları, mevkilerinin henüz risk altında olmadığını düşünüyorlar. Buna dayanarak, aynı anda hem ileri/öncü işçileri hedef alıyor hem TEKEL işçilerinin 1-3 Haziran Ankara buluşmasını boşa düşürebiliyorlar.

Tablo artık çok açıktır:

Mustafa Kumlu başta olmak üzere, Türk-İş’e çöreklenen bürokratik kast, kimi zaman yüzüne taktığı “işçi dostu” maskesini de bir kenara atarak, direnişçi TEKEL işçilerine karşı cephe almış bulunuyor. 1 Mayıs ve 26 Mayıs’ta burunları sürtülen düşkün şefler, ileri/öncü işçilere “sınıf kini” kusarak sermayenin organik bir parçası olduklarını bir kez daha kanıtladılar.

Sınıf hareketindeki gelişme eğilimini saptayan ve misyonu gereği bu eğilimi kırmak için çeşitli manevralar çeviren düşkün bürokratik kast, bu tutumu ile ileri/öncü işçilere, ilerici sendikalara ve devrimci güçlere meydan okumaktadır.

Yeni olmamakla birlikte, son süreçte belirginleşen bu durum işçi sınıfı ve emekçilerden yana olan, sermayenin Truva atlarının sınıfa ihanetinden rahatsız olan tüm güçlere önemli sorumluluklar yüklemektedir.

Nasıl ki, asalak kapitalistlerle yardakçıları işçi sınıfı hareketinin gelişimini baltalamayı “özel dert” edinmişlerse; ilerici ve devrimci olma iddiası taşıyan parti, örgüt, sendika, kitle örgütü gibi yapılar da, sınıf ve kitle hareketinin gelişip güçlenmesi için azami çaba sarf etmekle yükümlüdürler. Bu çabanın bir yönü işçi sınıfı saflarında biriken mücadele dinamiklerinin açığa çıkartılması, örgütlü/birleşik bir güce dönüştürülmesi ise, diğer yönü de hareketin gelişimi önündeki engelleri ortadan kaldırmak için güç ve olanakların seferber edilmesidir.

Hareketin gelişimi önündeki temel engel, düşkünleşmiş sendikal bürokratik kast olduğuna göre, bu engelin ortadan kaldırılmasında ilerici sendikalar önemli bir rol üstlenmelidir. TEKEL işçilerinin Türk-İş binalarını işgali eyleminde bu, kısmen de olsa yapılmıştır. Ancak bürokratik kastın meydan okuduğu bir yerde bu kadarının yetersiz kaldığı ortada.

Artık yapılması gereken, işçi sınıfına ihaneti hiçbir gerekçeyle mazur görmemek, dahası, her ihanete karşı açık bir mücadele yürütmektir. Bu mücadeleyi, sınıfın temsilcisi olmanın sağladığı meşruluk ve bundan alınan güçle yükseltmek ihmal edilemez bir sorumluluktur.

İlerici sendikaların bu mücadelede sergileyeceği sağlam duruş hem ileri/öncü işçilerin direnme azmini güçlendirecek hem sınıf tabanında sendikal ihanete karşı biriken öfkenin akacağı bir kanal açılabilecektir. Bu duruşun sağlayacağı bir başka önemli olanak ise, devrimci güçlerin sürece daha etkin katılımı için zemini daha elverişli hale getirecek olmasıdır.

Gelinen yerde “mevzileri koruma” kaygısı, “tabanın geri olduğu” iddiası, “konfederasyonla karşı karşıya gelmeme” ürkekliğinin terk edilmesi gerekiyor. Elbette bu, sermaye ve sendikalar içindeki Truva atlarıyla çatışmayı göze almak anlamına da geliyor. Ancak bu kadarını göze alamayanların ne işçi sınıfı temsilciliğinin ne ilerici-devrimci olma iddialarının bir inandırıcılığı kalabilir.

Sınıf hareketinin önüne dikilen bu engelin yıkılması noktasında ilerici-devrimci güçlere de özel bir sorumluluk düşmektedir. Bu konuda temelsiz bir beklenti içinde değiliz elbet, ancak bu konuda sorumluluklara dikkat çekmek de önemlidir.

Sınıf devrimcileri ise bu konudaki çabalarını aynı ısrarla sürdürmeli, ilerici-devrimci güçlerin üstlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeleri için de çaba sarf etmeye devam etmelidir.