o

25 Haziran 2010
Sayı: SİKB 2010/25

 Kızıl Bayrak'tan
Kürt halkını, ilerici ve devrimci güçleri, işçi ve emekçileri hedef alan saldırılara karşı birleşik militan direniş!
Faşist baskı, terör ve
operasyonlarla Kürt hareketi
tasfiye edilmek isteniyor
Kürt halkına yönelik dizginsiz saldırı ve şoven kudurganlık tırmandırılıyor
Kürt halkına yönelik devlet terörü tırmandırılıyor.../ BİR-KAR
AKP temsilcileri ile TÜSİAD şefleri
Washington’da huzura çıktı!
Sivas’ın katili sermaye devletinden hesap sormak için alanlara!
Hesap sormak için 2 Temmuz’da mücadele alanlarına! / BDSP
UPS işçileri patron-polis işbirliğine
geçit vermiyor!
Esenyurt’ta “sendika” gerginliği
Tersanede iş cinayetleri
hasıraltı ediliyor
15-16 Haziran Direnişi selamlandı
İşçi ve emekçi hareketinden.
Gençliği devrime kazanmak için eksikliklerimizi aşarak, yeni imkanlar yaratarak ileri yürüyelim!
27 Haziran’da Toplu Sözleşme Sempozyumu’na!
Sendikal ihanet çeteleri rant kavgasında!
Haziran bültenlerinden.
Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ile konuştuk
Milyarderler çoğalıyor,
yoksulluk büyüyor.
Emekçiler krizin faturasını
kabul etmiyor
Vatikan’ın Saramago
tahammülsüzlüğü
Kentsel yağmaya düzenleme
Politik irade ve savaş - M.Can Yüce
2 BDSP’linin tutukluluğu
devam ediyor
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Vatikan’ın Saramago tahammülsüzlüğü

A. Deniz

18 Haziran günü hayatını kaybeden ünlü romancı Jose Saramago’nun ölümüyle ilgili Vatikan’dan hayli ilginç bir tepki geldi. Vatikan’a göre “Saramago kötülük yaymak için dünyaya gelmişti…” Vatikan’ın yayın organı Osservatore Romano gazetesinde yayınlanan ‘Anlatıcının Sınırsız Gücü’ başlıklı yazıda, Saramogo için “Marksist, din karşıtı bir ideolog” vb. ifadeler kullanıldı. “Hiçbir metafizik inanışa sahip değildi. Son nefesine kadar marksist felsefeye sadık kaldı” diyen Vatikan, Tanrı’nın varlığını reddeden Saramago’nun dünyaya kötülük yaymak için geldiğini iddia etti.

Bilindiği üzere, 87 yaşında yaşamını yitiren Saramago ‘İsa Peygambere Göre İncil’ adlı kitabının yayımlanmasının ardından Cizvitler, yazarın Tanrı’nın gerçekte var olmadığı düşüncesinden hareket etmesini “çılgınlık” olarak nitelendirmişti. Kitap ise katolik dünyasında bir tür küfür ve hakaret şeklinde yorumlanmıştı.

Katolik inancına göre Vatikan ve onun başındaki Papa yanılmaz bir kutsal şahsiyettir ve dini ve ahlâki konularda sarf ettiği sözler Tanrı kelâmı addedilir. Her beyanı, kutsiyet zırhına bürünmüş bir silah etkisi yaratabilen Vatikan’ın Jose Saramago’ya tahammülsüzlüğü nereden ileri gelmektedir?

Kurumsallaşmış dinlerin tümünde olduğu gibi, Hıristiyanlık’ta da dini otorite daima egemen sınıfın bir parçası olmuştur. Hıristiyan dünyada kilisede somutlaşan ve Katolik Kilisesi’nde en gerici biçimler alan dinsel otorite, emperyalizm çağıyla birlikte tümüyle sermayeye eklemlenmiş, dini de bu kesimin hizmetine sokmuştur. Bu nedenle Vatikan, kurulu toplumsal düzene karşı olanlara düşmanca bir tutumla yaklaşmıştır. Vatikan’ın Jose Saramago’ya tahammülsüzlüğünün gerisinde de bu gerçeklik bulunmaktadır.

Kuşkusuz ki, bu tahammülsüzlük Saramago ile sınırlı değildir. Kiliseler politik olarak gericiliği sistematik biçimde desteklemişlerdir. Örneğin 1936’da başlayan İspanyol İç Savaşı sırasında Kilise, sosyalistleri, ateistleri ve kafir olarak görülen Protestanlar’ı yok etmek için faşistlerle elele verdi. 1930’larda Katolik piskoposlar, İspanyol işçileri ve köylüleri ezme seferberliğinde Franco’nun ordularını kutsamıştı. Faşist İspanyol basını, sık sık faşist selamı veren baş keşişlerin resimlerini basıyordu.

Yine kurumsal çıkarları uğruna, Almanya’da Nazi zulmüne ortak olarak milyonlarca Yahudi’nin katledilmesine sessiz kalmayı tercih etti. Papa XII. Pius, Hitler’i ve Mussolini’yi destekledi. Papa, milyonlarca insanın Nazi ölüm kamplarında yok edilmesi karşısında sessiz kalmış ve resmi olarak Vatikan’ın İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldığı varsayılsa da, gerçekte Nazi yanlılığı açıkça belgelenmiştir.

Hitler egemenliğinin başından sonuna kadar piskoposlar, inananlara, Hitler hükümetini itaat edilmesi gereken meşru bir otorite olarak kabul etmeyi öğütlemekten asla bıkmadılar. 8 Kasım 1939’da, Münih’te Hitler’e düzenlenen başarısız suikasttan sonra, Kardinal Bertram Alman Piskoposluğu adına ve Kardinal Faulhaber Bavyera piskoposları adına Hitler’e kutlama telgrafları göndermişlerdi. Almanya’daki tüm Katolik basın, Reichspresskammer’den gelen talimat doğrultusunda, bunun Führer’i koruyan mucizevi bir ilahi takdir olduğundan bahsediyordu.

Alman dokümanları da gösteriyor ki, görünüşe göre Bağımsız Papalık, Nazi rejiminin niteliği nedeniyle azalmış görünmeyen ve 1944’e kadar da yalanlanmamış bir biçimde Almanya’dan yana bir tercih yaptı. Yine Vatikan hiçbir şeyden korkmadığı kadar Avrupa’nın Bolşevikleşmesi’nden korkuyordu ve göründüğü kadarıyla, sonunda Batılı müttefiklerle uzlaşsaydı Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’nin Batıya doğru ilerlemesinin önünde başlıca duvar olacağını umuyordu.

1970’lerde Latin Amerika’da yükselen devrimci hareket karşısında da Katolik Kilisesi benzer tutumlar takınacaktı. O dönemde devrimci hareket ezilen sınıfların geniş kesimlerini etkisi altına aldığı gibi, alt kademedeki genç rahipler arasında da yankı bulmuştu. Bunun karşısında Papa II. Jean Paul, Latin Amerika kilisesini bu “marksist kanser”den temizlemeyi en önemli görevlerinden biri olarak gördü. Papa Latin Amerika’da sömürülenlere ve haklarından yoksun bırakılanlara ne tavsiye ediyordu: “Yatıp ruhunuzun kurtulması için dua edin, fakat yeryüzünde cenneti kurmaya uğraşmayın.”

“Marksist kanser”den temizlenme çabalarının bir boyutunuysa, ezilenlerin yanında yer alan Katolik rahiplerin CIA destekli paramiliter güçler tarafından ortadan kaldırılması oluşturuyordu ve Papalık doğal olarak bu katliamlara da seyirci kaldı. Dönemin papası II. Jean Paul, Şili’nin kanlı katili faşist general Pinochet’ye ve Arjantin’deki faşist darbecilere de arka çıkmıştı. Hatta bu meşhur “barış adamı”, askeri faşist cunta çekildikten sonra Arjantin’de yargılanan faşist darbeciler ve işkenceciler için af çağrısında bulunmuştu.

Kuşkusuz bunlar sadece birkaç örnek. Bilindiği gibi Kilise, geçmişten bugüne egemen sınıfların derin bir parçası ve onların çıkarlarını kutsallık halesiyle örten ideolojik bir aygıt olmuştur. Emperyalizm çağıyla birlikte ise, bu gericilik odağı sermayenin bir parçası haline gelmiş ve bu kez onu ideolojik zırhla donatma işlevini üstlenmiştir.

Tüm tarihi boyunca Kilise, insan aklını köleleştirmek için ölüm korkusunu ve insani zaafları kullandı ve bu süreçte muazzam bir güç ve zenginlik elde etti. Kilise, bugün de gericiliğin koruyucusu, zenginlik ve iktidarın sözcüsüdür. 

Saramago için “kötülük yaymak için dünyaya gelmiştir” diyenlerin “kötülükler”i saymakla bitmez. Ortaçağ ve Rönesans Papalık tarihi –emsalsiz bir rezillik ve suç tarihi– üzerine sayısız ciltler yazılmıştır. 1517 yılında, Papa X. Leo, kişinin ruhunu makul bir para karşılığında kurtarabilmesi için Taxa Camerae’yi başlattı.

19. yüzyılın son on yılında ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde modern işçi hareketinin yükselişi, egemen dinsel yapıya bir meydan okuma anlamına geliyordu. Kilise, hiçbir istisna olmaksızın, sosyalizm ve işçi hareketinin karşısında ve sömürücülerin yanında yer aldı. İşçi sınıfı içinde sosyalist fikirlerin yayılmasını engellemek için Katolik Kilisesi, ayrı Katolik sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri kurarak, işçi hareketini bölmeye çalıştı. Aslında Kilise örgütlenme yöntemlerini  o zamanki sosyalist akımlardan kopya etmişti. Daima zengin ve güçlünün yanında hazır ve nazır olan Kilise hiyerarşisi, sosyalizme ve işçi hareketine gizlenmeyen bir kuşku ve husumetle baktı.

21 Eylül 1958’de Papa XII. Pius şöyle yazıyordu: “Sınıfların çokluğu yaratıcının tasarımına tümüyle uymaktadır.” Yani Kilise, sınıflı toplumun değişmez, ebedi olduğunu ve ilahi bir kaynağı olduğunu düşünmektedir. Kilisenin yüzyıllardır sürdürdüğü tipik tutum kesinlikle budur: Statükonun ve toplumun sınıflara bölünmesinin açık savunusu.

“Günlük hayatınızın her dakikası teorinizi yalanlamıyor mu? Aldatıldığınızda mahkemeye başvurmayı yanlış mı buluyorsunuz? Ama havari bunun yanlış olduğunu yazıyor. Sol yanağınıza tokat atıldığında sağ yanağınızı mı uzatıyorsunuz, saldırı girişimlerinde mi bulunuyorsunuz? Ama İncil bunu yasaklıyor […] Açtığınız davaların ve medeni yasaların büyük bölümü mülkle ilgili değil mi? Ama size hazinenizin bu dünyaya ait olmadığı söylendi.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “Kölnische Zeitung’un 179. sayısının başyazısı”.)

Modern toplumda kilisenin etkinlikleri, Marx’ın yukarıdaki alıntıda işaret ettiği gibi, çarpıcı çelişkilere ve ikiyüzlülüğe dayanır. M.S. 4. yüzyılda Hıristiyanlık hareketi devlet tarafından gasp edildiğinden ve ezenlerin bir aracına dönüştürüldüğünden beri, Hıristiyan Kilisesi yoksulların karşısında zenginlerin ve güçlülerin tarafında yer almıştır. Bugün belli başlı kiliseler, büyük sermayeye sıkıca bağlı, devletten muazzam paralar alan zengin kurumlardır. Örneğin, Ortaçağ’da, Katolik Kilisesi tefeciliğin (faizle borç para vermek) ölümcül bir günah olduğunu açıklarken, şimdi Vatikan’ın büyük bir bankası bulunuyor ve muazzam bir servete ve güce sahip.

Düşünce tarihinde, daima en gerici türden bir rol üstlenen Kilise’nin Saramago’ya dönük hezeyanlarında aslında şaşırtıcı bir yan yoktur. Aydınlara ve bilim insanlarına dönük düşmanca tutumun bir hayli örnekleri bulunmaktadır. Örneğin, Galileo Galilei Kutsal Engizisyon’un işkence tehdidi altında fikirlerinden dönmeye zorlandı. Giordano Bruno kazıkta yakıldı. Charles Darvin, Tanrı’nın dünyayı altı günde yarattığı şeklindeki yerleşik görüşe meydan okuma cesaretinden dolayı İngiltere’deki kurulu dinsel düzen tarafından acımasızca sıkıştırıldı.

Toplumsal yasama alanında ve özellikle kadın haklarında, Roma Katolik Kilisesi daima gerici bir rol oynamıştır. Hâlâ boşanma, gebelikten korunma ve kürtaj hakkını yasaklayarak kadınların kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olma hakkını bile reddetmektedir. Yapay yollarla gebelikten korunmaya kilisenin gösterdiği ısrarlı muhalefetin sonuçları, özellikle AIDS bakımından feci olmuştur.

Vatikan’ın Saramago düşmanlığında şaşırtıcı bir yan yoktur. Zira, Vatikan ve onun başı Papa, sözünü sakınmayan bir gericidir, Marksizm’in ve devrimin düşmanıdır. Onun en büyük destek gücü İtalya, İspanya ve diğer ülkelerdeki politik yaşamın her köşesinde kolları olan ünlü Katolik Mafya Opus Dei’dir.

Saramago’ya yönelik “ateist” ve “dinsiz” suçlamasına gelince. Komünistler kendi paylarına dinin bir yanlış bilinç olduğunu söylerler, çünkü dikkatimizi gerçek dünyadan uzaklaştırıp hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz ve soru sormanın bile yararsız olduğu bir ötekiliğe yöneltir.

Tüm felsefe tarihi iki temel varsayımdan yola çıkmıştır:

a) Dünya benim dışımda mevcuttur ve b) Bu dünyayı anlayabilirim ve şu anda bilmediğim şeyler olsa bile en azından gelecekte onları bilme kapasitesindeyim. İnsan bilgisine, ihlal etmemesi gereken bir sınır koymak, her türden mistisizme ve hurafeye kapıyı açmaktır. 2000 yıldan fazla bir süredir insanlık, kendimiz ve yaşadığımız dünya hakkında bilgi edinme mücadelesi vermektedir. Tüm bu süre zarfında din bilimsel ilerlemenin düşmanı olmuştur ve bu bir tesadüf değildir. Bilimsel düşüncedeki ilerleme, geçmişte “giz” gibi görünen şeyleri bizim için anlaşılır kıldığı ölçüde, din geriletilmiştir ve şimdi kendini kurtarmak için ümitsiz bir artçı direniş sergilemektedir.

Bilimin dine karşı mücadelesinde -yani akılcı düşüncenin akıldışılığa karşı mücadelesinde- komünistler tüm içtenlikleriyle ve tereddütsüzce bilimin yanında yer alırlar. Ama bununla yetinmezler. Dünyaya ilişkin akılcı bilgi edinmedeki tüm amaç, onu değiştirmektir. Son 50 bin yıldır insanlık tarihinin derin anlamı, insanlığın doğayla yürüttüğü savaşı kazanma, kendi kaderini kontrol etme ve böylece özgürleşme yolunda verdiği kesintisiz bir mücadeledir.

Kapitalist toplumda “komşunu sev” fikrinin ciddi bir karşılığı yoktur. Kıran kırana bir rekabet ahlâkının eşlik ettiği, komşumu yoksulluğa sürükleyen kapitalizm, bunu zor, hatta imkânsız bir öneriye dönüştürür. İnsanların psikolojisini ve davranışlarını değiştirmek için öncelikle onların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunludur. Marx’ın sözleriyle “sosyal varlık bilinci belirler”.

Tüm dünya, yerküreyi yağmalayan, gezegenin ırzına geçen ve milyonlarca insanı dayanılmaz sefalet ve acı dolu bir hayata mahkûm eden bir avuç dev tekelin hakimiyetindedir. Bu emperyalist tekellerin yönetim kurullarında oturan hanımlar ve beyler, çoğunlukla dini bütün Hıristiyanlar’dır, daha azı ise Yahudi, Müslüman, Hindu ve diğer inançlardandır. Fakat kapitalizmin gerçek dini bunların hiçbiri değildir. O, zenginlik tanrısı Mammon’a tapınır.

İnsanlığın gelişiminin yükselen bir çizgisi olduğu gibi bir iniş çizgisi de vardır. Yükseliş döneminde burjuvazi akılcılık -evet hatta ateizm- temeline dayandı. Şimdi, kapitalist çürüme döneminde, akıldışı eğilimler her yerde ortaya çıkmakta, hatta en ileri ve “kültürlü” devletlerde dahi. Kapitalizmin bütün dünyayı uğrattığı yıkım, sayısız canavarlıklar üretmiştir. Bunama döneminde kapitalizm, en geri türden dinsel ve mistik eğilimlere de yol açmıştır.

Yaşanan tüm “kötülükler”in sebebini bize, ne tek başına din, ne de “ateist Saramago” verebilir. Saramago ve onunla aynı düşüncede olanları “kötülükler”in sebebi göstermek, sunturlu bir yalan olmasının ötesinde gerçekleri gizlemektir. Tüm yaşanan melanetler, bütün ülkeleri ve toplumları harap eden ve yerine hiçbir şey koymadan toplumun dokusunu tahrip eden kapitalizmin ve emperyalizmin suçlarıdır. Gelecekten korkan ve mevcut durumdan umutsuzluğa kapılan insanlar, var olmayan bir geçmişe ait sözde “ebedi hakikatler”de teselli arıyorlar. Kökten dinciliğin yükselişi, insanları umutsuzluğa ve çılgınlığa sürükleyen kapitalist toplumun çıkışsızlığının somut bir ifadesidir yalnızca.

Din, bugün dünyada olan bitenleri açıklama gücünden yoksundur. Aslında onun rolü açıklama değil, aksine sadece kitleleri boş hayallerle avutmaktır. Ama kişi hayallerden daima uyanır ve katı gerçeklerle yüzyüze kalır. Eğer ihtiyaç duyulan şey gerçek bir bilinç, evrene ve onun içindeki yerimize bilimsel bir bakış ise, evet din bir yanlış bilinçtir. İnsanlar olarak özgürlüğümüzü kazanmanın ön koşulu, boş hayallerden köklü bir şekilde kopmak ve açık yüreklilikle, hem dünyayı hem de kendimizi, olduğu gibi, yani bu yeryüzünde insanlara yaraşır bir yaşam için çaba harcayan ölümlü kadınlar ve erkekler olarak görmektir. Saramago’nun yaptığı da budur. Fakat bu bile, Vatikan’ın ve sermaye baronlarının hışmını üstüne çekmeye yetmiştir.



 

 

Güney Afrika’da
Dünya Kupası’nın gölgeledikleri...

Kara Afrika’da ilk kez gerçekleşen Dünya Kupası tüm renkliliği, canlılığı ve heyecanıyla sürerken, Güney Afrikalı işçi ve emekçiler sadece futbol ateşi için değil, hakları için de sokaklara çıkıyor, eylem yapıyor.

Maçların oynanacağı statlarda güvenlik hizmeti veren işçilerin başlattıkları eylemler sürüyor.

İlk olarak 13 Haziran’da oynanan Almanya-Avustralya maçından sonra eylem yapan işçiler kendilerine söz verilen gündelik ücretlerinin sadece yüzde 10 oranında ödenmesini protesto ettiler. Gösteriye saldıran polis, göstericilere karşı gözyaşartıcı bomba ve plastik mermi kullandı.

İşçiler, organizasyondan akıl almaz kârlar elde eden ve tüm gelirin yüzde 95’ini alan Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği’nin (FIFA), maçların oynanacağı stadlarda güvenlik hizmeti sağlayan işçilerin maaşlarını düşürmesi işçilerdeki öfkeyi tetikledi.

14 Haziran’da yine Durban’da 3 bin kişi FIFA ve Güney Afrika hükümetini protesto etti. Düşük ücretlere karşı yürüyen göstericiler arasında çok sayıda güvenlik görevlisi de vardı. Göstericiler, “FIFA mafyası defol!” sloganlarını haykırdı.

Durban şehrinde başlayan işçilerin eylemleri Güney Afrika başkenti Cape Town’ın yanısıra, Kapstadt, Port Elizabeth ve Johannesburg’a da yayıldı. Cape Town’da İtalya ve Paraguay arasında oynanacak maç öncesi stada giren yaklaşık 80 işçi, stattan polis müdahalesi ile çıkarıldı. Johannesburg’da da işçiler iş bıraktılar. Bu nedenle Brezilya-Güney Kore maçının oynandığı Ellis-Park-Stadyumu’nda zorunlu bir acil görev planı uygulanmak zorunda kalındı. Birçok statta polis ve özel güvenlikçiler bu işi üstlenmek zorunda kaldı.

Dünya kupası düzenleme komitesinin görevlendirdiği güvenlik şirketinde çalışan işçiler gündelik 150 Rand (15 euro) civarında ücret alıyorlar. Ama işçilere daha önce 350 Rand sözü verilmişti. Güvenlik işçileri Durban’da geçtiğimiz salı günü 205 Rand gündelik ödenmesinden sonra protestolarını sona erdirdiler ama görevlerini polise devretmek zorunda kaldılar.

Otobüs şoförleri de Johannesburg’da grev nedeniyle Hollanda ve Danimarkalıları taşımadılar. 15 Haziran’da ise bilet gişelerinde çalışanlar iş bıraktı. Enerji firması Eskom çalışanları da firma yöneticilerine ödenen milyonluk primlere rağmen kendilerine önerilen düşük ücret artışına karşı patronu greve gitmekle tehdit ediyorlar.

Güney Afrika’da emperyalist-kapitalist krizin etkisiyle birlikte bir milyon kişi işini kaybetti. Ücretler düşük, iş koşulları insanlık dışı.

Hükümet dünya kupası süresince “sosyal barışı sağlamak” ve grevleri engellemek için siyah işçi ve emekçilere açıktan bir basınç uyguladı. 1,3 milyon kamu çalışanının dünya kupası finalinin yapılacağı 11 Temmuz’a kadar yüzde 11 ücret artışı için greve gitmesine yasak getirildi.

En fazla ücret ödenen işyerlerine beyazlar alınırken, en sağlıksız koşullarda hiçbir güvenlik önlemi alınmadan çalıştırılan siyah işçiler son üç yıl içinde 26 kez greve gittiler ve ısrarlı mücadeleleri sonucunda ücretsiz taşıma, yüzde 12 ücret artışı ve prim hakkını elde ettiler.

Bugün tüm dünyanın gözleri yine Güney Afrika’da ve bu kez dünya kupasında. Ama kameralar Güney Afrika’da Apartheida geri dönüldüğünü göstermiyor. Kameralar siyahların evlerinden zorla sürgün edildiğini, karşı çıkanların tutuklanıp cezaevlerine konulduğunu, boşalan yerlerlere yeni binaların inşa edildiğini, kendi yanıbaşında oynanan oyunların bazılarına girişin 650 euroya vardığını ve kendi inşa ettiği stadyumlara sadece uzaktan bakabildiğini, çünkü kazandığı haftalık 60 euro ile bu stadyuma girmesinin imkansız olduğunu, işçi ve emekçilerin kazandıkları haftalıkları ile, eve ekmek, süt bile alamadığını, normal bir öğünü bile karşılamaktan yoksun olduğunu, yani sınıf ayrımının bu kadar derin olduğunu göstermiyor.

50 milyon nüfusa sahip Güney Afrika zengin ile fakir arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülke. Güney Afrika’da her dört kişiden biri işsiz ve 18 milyon insan günde 2 doların altında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yoksulların yüzde 95’i siyah.

Güney Afrika’da siyahlar şehirlerin varoşlarında, teneke kutu yığınağına benzeyen yerleşim yerlerinde, tek odalı ince teneke kulübelerde, tüm aile birarada alt yapının herkese yetecek kadar olmadığı, ulaşımın kötü olduğu yerlerde yaşıyorlar. Bu yerleşim merkezlerinin çevresi tellerle çevrili ve polisin gözetiminde. Adeta bir toplama kampını andırıyor. Yeni yerleşim yasasına göre, bu yerleşim yerlerine gitmeyi reddedenleri beş yıl hapis cezası bekliyor. Dünya kupası organizatörleri teneke çöplüğüne benzeyen bu utanç tablosunu dünyanın gözlerinden uzak yerlere taşınmasını istemişti. Kapstadt havaalanı yakınındaki yerleşim yerinde yaşayan 20 bin kişi buna karşı direnmiş ve sadece bu şekilde sürgün edilmekten kurtulmuşlardı.

Güney Afrika’da Dünya Kupası nedeniyle 2 milyon kişi başka yerlere sürgün edildi. Polise sokakları, sokakta yaşanlardan temizleme yetkisi verildi. Direnenler gözaltına alındı. “Organize suçu önlemek için” polise gerekirse öldürücü ateş açabilme yetkisi verildi.

Nelson Mandela serbest bırakıldığında ANC’nin kapitalizmi değil, Apartheidi kaldıracağını söylemişti. Evet Apartheid siyah işçilerin ve direnişçi siyahların önderliğinde beraberce yıkıldı, ama kapitalizme dokunulmadı. İşçi ve emekçiler kapitalist sistem sürdüğü sürece, eşitsizliğin de süreceğini gördüler. Dünya kupası bunu siyah işçi ve emekçilere hergün döne döne gösteriyor. 46 yıl süren Apartheid’in yıkılmasından sonra bunca yıl geçmesine rağmen Güney Afrika işçi ve emekçileri halen özgürleşmeyi bekliyor.