05 Şubat 2010
Sayı: SİKB 2010/06

 Kızıl Bayrak'tan
4 Şubat dayanışma grevinin gösterdikleri...
Tayyip Erdoğan
sömürücü sınıfların temsilcisidir!
Genel grev-genel direnişi
örgütleyelim!
İstanbul ve Ankara’da 4 Şubat
İzmir’de hayat
TEKEL işçileri için durdu!
TEKEL direnişine Adana, Bursa ve Eskişehir’den destek
On binler TEKEL için alanlara çıktı
TEKEL direnişiyle
dayanışma eylemleri
Entes direnişiyle dayanışma gecesi mücadele kürsüsü oldu
Entes direnişi güncesi
İşçi ve emekçi hareketinden...
Sol hareket üzerine
değerlendirmeler
Kampanya sona erdi,
mücadele sürecek!
Emeğimiz, onurumuz, haklarımız ve geleceğimiz için mücadeleye!
Selam olsun TEKEL’in
direnen işçi kadınlarına!
Kadına yönelik şiddet yasalarla da
teşvik ediliyor
Davos ve kapitalist sistemin iflası
Honduras’ta askeri cuntaya
“sivil” kılıf
Savaş aygıtının başaramadığını
rüşvet de başaramayacak!
TEKEL direnişinin ateşi yurtdışında
Dünyadan işçi ve emekçi eylemleri
TEKEL işçilerinin direnişi - M. Can Yüce
Düzen cephesi zindanlarda
her yönden saldırıyor!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sol hareket üzerine değerlendirmeler

H.Fırat

(Bugünün sol hareket tablosu ışığında ayrı bir anlam ve önem kazandığına inandığımız bu değerlendirme Ağustos 1997 tarihlidir ve “MK Tartışma Tutanaklarından...” üst başlığı taşımaktadır... Yerimizin sınırlılığından dolayı burada metnin yalnızca bir bölümünü yayınlıyoruz. İlgi duyan okurlar metnin tamamına yazının sonunda verilen kaynaktan ulaşabilirler... Ara başlıklar buradaki yayın esnasında konulmuştur...)

Sol hareketin genel tablosu, ‘96 yılbaşında kaleme alınan temel önemde bir değerlendirmede açık ve özlü bir biçimde ortaya konulmuştu. Bugün aradan birbuçuk yıllık bir zaman geçmiş bulunuyor. Bu nispeten kısa süre bu tabloyu doğrulamakla kalmadı, gitgide daha da netleştirdi. Yıllardır söylediğimiz bir şey var; görünürdeki tüm karmaşıklığına rağmen Türkiye sol hareketinin tablosu gerçekte fazlasıyla nettir. Yeniden toparlanma dönemini izleyen yeni ayrışma ve saflaşmaların ardından, ‘90’lı yıllara dönüldüğünde, bu netleşme sağlandı. Biz bunu çok değişik vesilelerle tahlil edip ortaya koyduk. “Solda tasfiyeciliğin yeni dönemi” kapsamındaki değerlendirme buna örnektir.

Netleşen tablo: Solda üç ana akım

Türkiye’de çok sayıda, birbirine benzeyen, neden ayrı durdukları da pek anlaşılamayan, hareketi toplam olarak güçten düşüren bir sol hareket tablosu olduğu hep söylenir. Bölük pörçük bir sol örgüt, grup, dergi çevresi yığını olduğu doğrudur. Ama ortada hiç de karışık bir tablo yoktur. Bu yanılgıyı yaratan her dergi çevresinin gerisinde bir “hareket” ya da örgütün varolduğunun sanılmasıdır. Şekilsiz, salt örgütsel açıdan değil ideolojik açıdan da şekilsiz çok sayıda dergi çevresini siyasal akım saymak ya da sanmak, ciddiyetten yoksun bir yanılgıdır.

Bugünün Türkiye’sinde az-çok ciddiyetinden sözedilebilir 5-6 devrimci örgüt ile 3-4 reformist legal sol parti var. Bu ise, hala da çok parçalı bir görünüm sunmakla birlikte, gerçekte temel siyasal akımlar üzerinden bir netleşmenin tablosudur. Görünürdeki tüm karışıklığa rağmen, Kürt ulusal hareketini dışında tutarsanız, bugünün Türkiye’sinde üç temel sol siyasal kanal var. Bunlar; komünist hareket, devrimci-demokrat hareket ve reformist hareket kanallarıdır. Tüm sol gruplar sosyalizm iddiası taşıdığına göre, biz bu kanalları proleter sosyalizmi, küçük-burjuva sosyalizmi ve burjuva sosyalizmi kanalları olarak da tanımlayabiliriz. Zaten sık sık sözünü ettiğimiz netleşme de bu temel kimlikler üzerinden yaşanıyor. Bugünün Türkiye’sinde sol adına komünistler, devrimci demokratlar ve reformistler var. Bu ana akımların her biri artık belli örgütler üzerinden kendini somutlamış, ortaya koymuştur. Şekilsiz dergi çevrelerinin bir ciddiyeti olmadığına göre, geriye birkaç temel siyasal akım ve bunların her birine şu veya bu ölçüde, şu veya bu yönüyle yakın birkaç ara siyasal akım var.

Türkiye gibi bir ülkede sosyalizm adına ortaya çıkan ve bütün bir devrim öncesi dönem için kalıcı olduğu artık pratik olarak da anlaşılan üç temel siyasal kanal bunlardan oluşmaktadır, üç ana siyasal akımın tablosu böyle. Bu tablo içerisinde yeri ve konumu en net çizgilerle bütün ötekilerden ayrılan hareket biziz. Komünist kanalı, proletarya sosyalizminin teorik ve pratik cephesini biz, hareketimiz, EKİM tutmaktadır. Düne kadar buna dudak bükenlerin, ya da belli üstünlükleri açıklıkla görmekle birlikte genel kimliğimizi hala da bazı kuşkularla karşılayanların ya da ülkenin genel sosyalist potansiyeli düşünüldüğünde, devrimci sosyalizm akımını bizim temsil ettiğimiz iddiasını biraz abartılı, belki “inkarcı” bulanların sayısı hiç de az değildi. Dıştan bakanlar bir yana, bizzat tasfiyeci öğelerin kendileri bu yaklaşımların tam da içimizdeki yansımaları olmuşlardı. Fakat zaman ve pratik sorunu çözmüş, tartışmayı temel noktalar üzerinden bitirmiştir. Aradan geçen zaman hareketimizin çok net bir biçimde farklı bir yer tuttuğunu soldaki herkese göstermiştir. Bu henüz genel devrimci kitle tabanı açısından yeterince farkedilebilen, değerlendirilebilen bir olgu değil kuşkusuz. Ama sol hareketin kendi bünyesinde, onun özellikle ileri yönetici kadroları için, bu yeterince açık bir olgudur.

Bu gerçeğin çıplak gözle bile değerlendirilebilecek olan olgusal göstergeleri var artık. Her şeyden önce teorik temelimiz ve ideolojik kimliğimiz bunun bir göstergesidir. Hareketimiz, Marksizmin devrimci teorisine, marksist teorinin devrimci temeline büyük bir sadakat göstermiştir. Bunu tamamlayan bir tutum olarak, tam da marksist yöntemin gereklerine uygun yaratıcı bir yaklaşım içinde hareket edilmiş ve bu sayede hareket ideolojik cephede kendini üretmeyi başarmıştır.

Devrimci teorinin sağlam temeli

Marksist-leninist dünya görüşünün temel ilke ve esaslarına kesin, ortodoksça bir bağlılık ile onun devrimci yönteminin gerçek olgulara ve yeni sorunlara marksist bilimin gereklerine uygun bir tutumla uygulanması -birarada olmaksızın, bu ikisi organik bir ideolojik kimlik olarak cisimleşmeksizin, herhangi bir komünist kimlik olanaklı değildir. Bu her şeyin başıdır. Bu, proleter sosyalizmi konumunu tutacak, bu kimliği oluşturup üretecek bir hareket olarak şekillenmenin temel koşuludur. EKİM, doğumunu, yaşama gücünü, en zor bir tarih kesitinde kendini varedebilme yeteneğini, işte her şeyden önce buna borçludur. Bu olmasaydı öteki hiçbir şey olmazdı, olamazdı.

Bu her şeyin başıdır dedim. Bunu demekle, aynı zamanda, hiç değilse niyetler yönünden samimi geleneksel devrimci akımların çarpık şekillenme süreçlerinin gerisindeki temel bir zaafa da işaret etmiş oluyorum. Bu akımlar, teoriye ve gerçek teorik sorunlara, bu çerçevede bir ideolojik kimlik oluşturmanın bu temel önkoşuluna küçümsemeyle bakmayı bir marifet, adeta devrimciliğin bir belirtisi sayabilmişlerdir. Dar bir pratiği ve kısır bir örgütçülüğü kendi içinde yüceltebilmiş, kendi sözümona tutarlı devrimciliklerinin kanıtı sayabilmişlerdir. Oysa bunlar, bu tutum ve yaklaşımlar, tam da kendilerini doğuran küçük-burjuva toplumsal öğeye uygun düşen bir dar kafalılığın, bir dar görüşlülüğün ideal yansımalarından başka bir şey değildir.

Lenin’in sosyalizm tarihinin en büyük devrimci pratikçisi ve örgütçüsü olduğu konusunda bugün kimse bir kuşku taşımamaktadır. Lenin’in bu üstünlüğünün, tam da teori ile pratik ilişkisini doğru ele almaktan geldiğini de herkes bilir. Fakat bunun ne anlama geldiği ve nasıl başarıldığı üzerine çok kimse doğru dürüst düşünmez. Lenin, 1920’lerde, bizzat önderlik ettiği Bolşevizm geleneğinin deneyimlerini genellerken; Bolşevizmin, başlangıçta, 1903’te, marksist teorinin son derece sağlam temeli üzerinde, bu “kaya gibi temel” üzerinde yükseldiğini söyler.

Peki bu kaya gibi temele sahip olmak, marksist teorinin bazı ilke ve esaslarını kuru kuruya savunmak ya da savunduğunu sanmaktan ibaret olabilir mi? Türkiye’de, geçmişte ve bugün, çok kimse, Lenin’in temel eseri “Ne Yapmalı?”yı kendi dar pratiğini ve onun ürünü mezhepsel örgütlenme pratiğini meşrulaştırmak için kullanmaya kalkmıştır. Çok kimse bu kitabı “pratik” ve “örgütsel” sorunların ortaya konulduğu bir eser gibi algılamıştır. Oysa bu eserin ele aldığı pratik ve örgütsel sorunların doğru marksist çözümüne ilişkin temel fikri, tam da “teori”nin ve “teorik çalışma”nın önemi üzerinedir. Zaten konuya da buradan girilir. Ekonomizmin, kendiliğindenci akımın, onun öteki yüzü olan “eleştiri özgürlüğü”nün, tam da devrimci teorinin, onun gereklerinin küçümsenmesinden doğduğu belirtilir. Bu eserde, devrimci teori olmadan devrimci pratik, dolayısıyla devrimci siyasal ve örgütsel kimlik olmaz, denir. Gerçek sorunları, yeni gelişmeleri ele alan ciddi bir devrimci teorik çalışma olmaksızın, hareketin başarılı bir büyümesinin olanaksız olduğu vurgulanır. Lenin, burada, “Teorik Mücadelenin Önemi Konusunda Engels” başlığı altında, Engels gibi bir otoriteyi tanık gösterir. Marksist dünya görüşünün her şeyden önce “bir öğreti değil, ama bir yöntem” olduğunu sık sık hatırlatmış olan Engels gibi bir teorik otoriteyi kendine dolaysız dayanak yapar. Engels’in, teorik sorunlara hakim olmanın önemi, “geleneksel lakırdıların etkisinden” kurtulmanın gerekleri, sosyalizmin, sosyalist dünya görüşünün bir bilim olarak ele alınması ve incelenmesi üzerine görüşlerine dayanır. Zira marksist teorinin sağlam zeminine kavuşmak, onu “kaya gibi” temeline oturtmayı başarabilmek ancak bununla olanaklı olabilirdi. Bugün de ancak bununla olanaklı olabileceğini bizzat geleneksel devrimci akımların olumsuz ve başarısız deneyimleri bize göstermektedir.

Hareketimizin üstünlüğü, geleneksel akımlardan temel önemde bir farkı, işte bunun bilincinde olmak olmuştur. Kaldı ki zaten doğumunu ve başarılı şekillenmesini bizzat buna borçludur. Peki bunu başarmak kolay bir iş miydi? Sorunun yanıtı için ortaya çıktığımız döneme bakabiliriz. Bu bir yenilgi sonrası dönemdi ve dünyadan, çok geçmeden ‘89 çöküşüyle yeni bir ivme kazanacak olan, çok güçlü bir liberal sol rüzgar esiyordu. Bunun karşısında geleneksel solda egemen iki temel eğilim vardı. Ya yenilginin düzlediği zeminde uluslararası liberal sol dalgadan da güç alarak sosyalizmin, marksist dünya görüşünün tüm devrimci özünü boşaltma, ya da Marksizm adına benimsenegelmiş bazı kalıplara ve formüllere dogmatik bir tutumla sarılma yoluna gidiliyordu. Yani bir yanda ölçüsüz bir liberal savrulma, öte yanda cansız ve kuru bir dogmatik tutum. Dönüp gelişme dönemimizin tartışmalarına ve değerlendirmelerine bakın; EKİM bu iki tutuma karşı mücadele içinde gelişmiştir. Çözümü; Marksizmin devrimci özüne ve bu özden ayrı kavranamayacak devrimci yöntemine sıkı sıkıya bir bağlılıkta bulmuştur. Bir başka ifadeyle, marksist dünya görüşünün temel esaslarına sağlam bir bağlılık ile bunu sorunlara uygulanmasında düşünsel bir ataklığı bir arada göstermiştir. Ve daha kritik bir nokta; devrimci bir konumda tutarlı bir biçimde tutunmanın bundan başka bir yolu olmadığı hep önemle vurgulanmıştır. Geleneksel devrimci akımlara egemen dogmatik katılığın, koşulları oluştuğunda çözülüp reformizm ve liberalizme dönüştüğü somut eleştiri içinde gösterilmiştir. Şu son on yıldaki örgütler, çevreler ve insanlar mezarlığına baktığımızda, bu çok “katı” ve dogmatik görünenlerin bir kısmının çok geçmeden soluğu tüketip düzene kapaklandıklarını görüyoruz.

Kuşku yok ki aradan geçen on yıllık süreye rağmen biz de teorik gelişme denilen sürecin gerçekte henüz başındayız. Daha henüz enine boyuna incelenmesi gereken bir dizi sorunla yüzyüzeyiz. Deyim uygunsa, daha henüz “el değmemiş” bir dizi sorun var önümüzde. Henüz inceleyemediğimiz, yeterli açıklığa kavuşturamadığımız çeşitli sorunlar var. Ama bunlar yine deyim uygunsa konuyu önüne çekmemekten gelen sorunlar. Yani bu bir belirsizliği, ya da konuya ilişkin bir kafa karışıklığını anlatmıyor. Sözkonusu şu veya bu soruna nasıl yaklaşmak gerektiği konusundaki bir tereddütten ya da zayıflıktan kaynaklanmıyor. O konuyu gündeme alıp enine boyuna incelemek yoluna gidilemediği, buna zaman ve imkan bulunamadığı için bu sonuç doğuyor.

Özellikle bugün artık gündemimizde olan “devrimci şiddet” sorununu buna bir örnek olarak vermek istiyorum. Bugün bizim devrimci şiddet sorunu çerçevesinde söyleyeceklerimizin özü ve esası on sene önce ya da diyelim beş sene sonra söyleyeceklerimizin aynısıdır. Hareketimizin genel ideolojik konumu, temel politik perspektifleri, devrimcilik anlayışının sınıfsal özü, politik mücadeleye, sınıflar mücadelesine, devlet ve iktidar sorunlarına yaklaşımı, tüm bu konulardaki açıklık, zaten kendiliğinden, devrimci şiddet sorununda da, onun özü ve esasları yönünden de bir açıklık demektir. Bununla birlikte, biz hala, bu sorunları enine boyuna inceleyen, geleneksel devrimci hareketin anlayış ve pratiğini bu açıdan da çok yönlü bir eleştiriye tabi tutan, ideolojik-sınıfsal kimlik farklılaşmasını bu sorun üzerinden de enine boyuna irdeleyen anlamlı bir çaba ortaya koyabilmiş değiliz. Bu ancak çok gerekli durumlarda ve halihazırda çok dar sınırlar içerisinde, örneğin DHKP-C polemiklerinde, ya da örneğin Latin Amerika deneyimi irdelenirken ya da Kürt ulusal hareketinin “siyasal çözüm” yönelimi eleştirilirken, “silahlı reformizm” kavramı çerçevesinde, ideolojik-politik çizgi ile şiddet ilişkisi irdelenirken kabaca ortaya konulabilmiştir.

Kuşkusuz bu sorunun bugüne kadar enine boyuna irdelenmemiş olmasının gerisinde siyasal mücadelenin mevcut seyrinin de bir etkisi olmuştur. Bu doğrudan siyasal mücadelenin ve kitle hareketinin seyri ile de bağlantılı bir olaydır. Türkiye’de geleneksel küçük-burjuva akımlar devrimci şiddeti küçük silahlı grupların bireysel eylemine indirgedikleri için, devrimci şiddeti her zaman güncel zannedebiliyorlar. Oysa Marksizmde devrimci şiddet kitlelerin eyleminden, kitlelerin siyasal eyleminin aldığı belli biçimlerden ayrı düşünülemez. Bunun ötesinde, sorunun bir hareketin kendisini ilgilendiren “özel” yönleri vardır. Bir polemik vesilesiyle de söylendiği gibi, bu sorunun devrimci bir örgütü ilgilendiren dar “teknik” bir yönüdür. Bu yönün her zaman bilincinde olduk ve gereklerini gözettik. Bireysel şiddeti ilke olarak hiçbir zaman reddetmedik ve gerekli olduğu durumlarda uygulamaktan da geri durmadık. Fakat önümüzdeki sorunun genel teorik, felsefi ve ideolojik-politik kapsamı düşünüldüğünde, dar örgüt yaşamını, onun gündelik faaliyetlerinin gereklerini ve ihtiyaçlarını ilgilendiren bu tür eylemler, gerçekten “özel” ve “teknik” bir mahiyet taşır. Devrimci şiddet sorununun eksenine bunu koymak bir darlığı ve dar kafalılığı anlatır yalnızca. Ama marksist teoride devrimci şiddet sorunu siyasal mücadelenin aldığı belli biçimlerden ayrı düşünülemez.

Bu tümüyle bir ideolojik kavrayış sorunudur. Bunun bir yanı kurulu düzene karşı tutumdur, bir yanı mevcut devlet iktidarına karşı tutumdur, bir yanı bu tutumu gösterecek toplumsal kuvvetlerdir, bir yanı bu toplumsal kuvvetlerin siyasal eyleminin şiddet biçimine ulaşabilmesidir. Bütün bunlar konusunda yeterli açıklık olduğu takdirde, öncünün müdahalesi, kitlelerin devrimci şiddetinin geliştirilmesine katkısı bunun içinde zaten anlamını bulur. Yani sorun kendisini hissettirdiği zaman, onun öncü tarafından çözümü de gecikmeksizin kendini gösterir. Ama Türkiye’de siyasal mücadelenin bunu zorladığı herhangi bir süreci biz son on yıldır göremedik. Son Gazi olaylarını dışında tutun, kitle mücadelesinin kendi dinamizmi içinde aldığı ya da zorladığı bir biçim olarak devrimci şiddet sorununu güncelleştiren ciddi kitle eylemliliği yaşanmadı. Geçtik yığınların eyleminin şiddet biçimini almasından, henüz iktisadi-sendikal karakteri aşıp az-çok militan siyasal biçimler bile kazanamadığından yakınıyoruz. Ya da belli siyasal biçimler kazansa bile, henüz devrimci militan bir içerik taşımadığından yakınabiliyoruz. Sorun kendini hissettirmedikçe, çözüm de, sorunun enine boyuna bir irdelenişi de kendini acilen ortaya koymayabiliyor. (...)

Devrimci örgüt bilinci ve pratiği

Hareketimiz kendini ideolojik alanda kanıtlamıştır, bunun tartışılacak bir yanı kalmamıştır. Fakat hareketimize kendine özgü kimliğini veren bundan öte temel önemde faktörler vardır. Zaten ideolojik çizgisinin, ideolojik konumunun gelinen yerde daha belirgin bir biçimde, daha dikkat çekici bir biçimde ilgiye konu olmasını da buna borçludur. Bu, devrimci teorik çabanın yanında, onunla kopmaz bir ilişki içinde, ihtilalci örgüt sorunu ve pratiğinde ısrar eden bir hareket olmasıdır. Devrimci teoriye gösterdiği özel ilgiyi aynı ölçüde ihtilalci örgütlenme pratiğinde de gösteren bir akım, bunu kesinlikle iddia ediyorum, Türkiye’de ilk kez ortaya çıkıyor. Bugüne kadar elbette çeşitli çevrelerce teorik çalışmanın önemine özel vurgular yapılmış, bu iddia çerçevesinde bir çaba içine de girilmiştir. Ne değer ifade ettiğinden bağımsız olarak, çeşitli çevrelerce teoriye önem verilmiş, belli teorik ürünler de ortaya konulmuştur. Ama bunu ihtilalci bir örgüt zemini üzerinde ve ihtilalci bir örgütlenmeyi de bu teorik gelişmeye paralel olarak yaratma ısrarı gösteren bir hareket olmak -işte bu, farklı bir durumdur. Bunu, teoriye gösterilen ilginin hiç de aydınca bir eğilim olmadığının, fakat devrimci bir örgütün kendi teorik temelini yaratmak, programını ortaya çıkarmak, stratejik ve taktik mücadele hattını çizmek çabası olduğunun kesin bir kanıtı saymak gerekiyor.

Hareketimizin, ortaya çıktığından itibaren ve gelişme sürecinin her evresinde örgüt sorununa, genel olarak örgüt sorununa da değil, fakat ihtilalci bir öncü sınıf örgütü sorununa gösterdiği çok özel ilgi bilinmektedir. İhtilalci temellere sahip ve sınıf zemini üzerinde gerçek varlığını bulabilecek bir örgüt sorunu, gelişme süreçlerimizin önceliklerini her zaman belirlemiştir. Parti sorununa ilişkin temel metinlerimiz, devrimci örgütü, sosyalizm ile sınıf hareketinin maddi organik birliğinin gerçekleştiği alan olarak tanımlamışlardır. Partinin ideolojik kimliği ile sınıfsal kimliğinin ancak örgüt yapısı içinde birleşip kayanaşabileceğine, ancak böylece bir anlam ve istikrar kazanabileceğine ilişkin açık bir görüşün ifadesidir. Örgüt, sağlıklı ve tutarlı bir ideolojik kimliğin taşıyıcısı ve güvencesi sayılmıştır. Teoriye önem vermek adı altında oportünist aydın eğilimine meşruluk kazandırmaya çalışan girişimler bu çerçevede ideolojik bir saldırının hedefi haline getirilmiştir. Teoriyi küçümseyen dar pratikçi eğilimlere olduğu kadar, ihtilalci örgütü küçümseyen oportünist aydın eğilimlerine de sürekli vurulmuştur. Devrimci teori ve devrimci örgüt, bizim düşünce ve pratiğimizde organik bir bütün oluşturmuş, örgütsel gelişme süreçlerimizin açıkça gösterdiği gibi, bunda çok özel bir titizlik, deyim uygunsa büyük bir kıskançlık gösterilmiştir. Ve yineliyorum, genel olarak örgüt değil, fakat düzen karşısında ihtilalci bir konumlanışa ve sınıf içinde maddi bir varoluşa sahip bir örgüt.

Buradan, bu son vurgudan, hareketimizin komünist kimliğinin üçüncü temel göstergesine geçebilirim.

Proleter sınıf bilinci ve pratik yönelimi

Bir üçüncü faktör, gene bu ikisini tamamlayacak bir biçimde, yakın tarihimizin devrimci akımları içinde ilk kez olarak hareketimiz, sınıf sorununu teorik açıdan doğru bir biçimde ele almakla kalmamış, pratik planda, siyasal çalışmada da bunun gereklerini gözetmiş, pratikte buna uygun davranak ısrarlı bir sınıf çalışması içinde olmuştur.

Bu, bir marksist hareket için, kuşkusuz en olağan kavrayış ve pratik davranış sorunudur. Ama bunun anlamı ve değeri, Türkiye’nin kendi somutunda, geleneksel devrimci hareketimizin gerçekliği üzerinden düşünüldüğünde anlaşılabilir ancak. İşçi sınıfının modern burjuva toplumundaki kendine özgü konumu üzerine tüm o vurgularımızın, bu temelde yürüttüğümüz ideolojik mücadelenin çok özel anlamı ve önemi bundan ayrı düşünülemez. Genelde bu Marksizmin, marksist dünya görüşünün basit bir doğrusudur, alfabesidir, normalde bunu herkes bilir. Ama bu ülkede herkes bunu soyutta bildiği halde, hiç kimse bunun gereklerini somutta, gerçek pratik yaşamda gözetmemiştir (ki bu olguyu yakın zamanda “Popülizm ve Sosyalizm” üzerine değerlendirmede bir kez daha ortaya koyduk). Hiç kimse derken burada elbette devrimci konumdaki akımları kastediyorum. Yoksa revizyonistler, sosyal-reformist akımlar, her dönem sınıfı özel bir ilgi ve pratik çalışma konusu yaptılar. TSİP, TKP ve TİP için ‘70’li yıllarda hep işçi sınıfı esas ilgi ve çalışma alanı durumundaydı.

Ama ilk kez olarak, devrimci teoriyi devrimci örgütle birleştiren bir hareket, bunu somutta devrimci bir sınıf yönelimi ile de bütünleştirebiliyor. Sınıf yöneliminde gösterilen özel ısrar ve bunun sonucu olarak bugün katedilmiş bulunan mesafe üzerine son dönemlerde basınımızda birçok değerlendirme ve tartışma yer aldığı için bunu uzatmak gerekli değil. Burada önemli olan, komünist siyasal akımın kimliğinin bu üç temel boyutunu birarada vurgulamaktı. Önemli olan bu farklı öğeleri kendi kimliğinde bütünleştirebilen bir hareket olduğumuzu, ideolojik açıklığa dayalı bu bütünsel komünist kimliğin ısrarlı bir çaba ile bugün pratik olarak, maddi olarak yaratılabildiğini, komünist kanalın bu temelde hareketimizce doldurulduğunu ortaya koymaktı.

Fark burada,EKİM’in tuttuğu farklı yerin önemi ve anlamı burada. Geçmişte ya da bugün, öyle akımlar var ki, bakıyorsunuz teorik yönden biraz gelişmiş görünürler, ama bir örgüt konumundan ve kimliğinden yoksunlar. Öyleleri var ki, pratik olarak sınıfa yönelik bir politik çalışma içindedirler (Türkiye’de bugün de böyle bazı küçük çevreler, bir takım mezhepler var), ama bunların ne ciddi bir devrimci teorik temeli, ne de ciddi bir devrimci örgütsel varlıkları var. Nihayet geçmişte ve bugün sınıfı eksen alan, sınıf çalışmasına önem veren sosyal reformist akımlar örneği var. Her şey bir yana, bunlarda devrimcilik yok, devrimci siyasal kimlik yok, adı üzerinde, sosyal-reformist akımlar bunlar.

Sonuç olarak; devrimci bir sınıf partisinin, komünist bir işçi partisinin temel niteliğini veren farklı öğelerde aynı ilkesel ve pratik tutarlılığı ve kararlılığı göstermek, bunu tek bir kimlikte bütünleştirerek varetmeye çalışmak; yani, devrimci teori, devrimci örgüt ve devrimci sınıf öğelerini, ki bunlar bir partinin üç temel bileşeni, üç ana öğesidir, bu üçünü bir hareketin şahsında varetmeye, sentezlemeye kalkmak, işte bu yeni ve değişik bir durumdur. Bu, EKİM’in komünist kimliğine ilişkin pratik bir kanıtlamadır.

Adını nasıl koyarsa koysun bugün herkesin bize belirgin biçimde farklı bir yer atfetmesinin nedeni budur. Çok değişik akımlardan kopan insanların başını kaldırırken bize bakmasının gerisinde de, geleneksel hareketi oluşturan o çok sayıda gruptan bu tür bir farklılık var. Teoriyi ciddiye alan, örgütü ciddiye alan, sınıfı ciddiye alan, devrimci siyasal mücadelede ciddiyet sergileyen, buna uygun değerleri olan bir harekettir EKİM. Bu değişik bir durum, arayış içindeki devrimcilerin bunu farketmesi normaldir. İnsanlar devrimci sezgileriyle de olsa, pratik gözlemleriyle de olsa bunu farkedebiliyorlar.

Halkçı devrimci demokrat akımlar

Sol hareketin ikinci ana kanalına geçiyorum. Bu, devrimci demokrasi olarak bildiğimiz geleneksel akımdır. Burada birden fazla parti ya da örgüt var. Ama geleneksel kimliği en iyi temsil eden, ona niteliğini veren eğilimleri bugün devam ettiren ve bunu da komplekssiz olarak teorize de eden bir akım olarak karşımızda bir DHKP-C var.

Türkiye’nin kendi modern gerçeklerine uygun olarak halkçı hareketimiz gelinen yerde artık çok daha belirgin bir biçimde şehir eksenli bir harekettir. Kırlarda bir takım politik kaygılarla oluşturulan gerilla birlikleri vb. girişimleri saymazsanız (ki bunlar genellikle başarısız pratiklerdir), devrimci küçük-burjuva akımlar artık kent eksenli gelişen, kentlerde yerleşen hareketlerdir. Bu gerçi çok yeni bir olgu da değil. 1980 öncesi dönemde de köylülük ve toprak devrimi üzerine koparılan tüm gürültüye rağmen, belli başlı küçük-burjuva devrimci akımlar kent eksenli bir gelişme ve güçlenme pratiği içinde idiler. Bugün ise bu artık daha güçlü, daha açık bir olgudur. Bugün TKP-ML bile artık kendini kentlerde üretmeye zorlanıyor. Devrimci Sol ‘80 öncesinde kırlar ve köylülük temel diyor, fakat kentlerde kendini varediyordu. Bugün ise, zaman zaman farklı sözler edilse bile, varoşlar temeldir deniliyor.

Bu yeni halkçı akımların kent eksenli olması, kent eksenli bir çalışmaya oturması, tipik bir olgudur. Bu, Türkiye’nin modern gerçeklerinin bir kanıtı olması bakımından tipik bir olgudur. Türkiye böyle bir ülkedir; kentlerin belirleyiciliği kendini pratik olarak göstermiştir ve teoriden çok pratik sezgilerle hareket eden, bu çerçevede kendiliğindenci olan küçük-burjuva demokrat akımların, kentlerde, kentlerin varoşlarında bulunmaları, kendilerini bu alanda üretmeye çalışmaları son derece anlaşılır bir durumdur.

‘96 yılı başına ait değerlendirmemizde (Yeni Bir Yılın Başında Sol Harekette Durum, Ekim, sayı:138, 1 Şubat ‘96, başyazı) TKP-ML/TİKKO’ya da belirgin bir yer ayrılıyordu. Ama aradan geçen zaman bu hareketin ciddi bir çözülme, bunun da ötesinde belirgin bir yapısal bozulma yaşadığını gösteriyor. Bu hareket artık kendisini üretemiyor, bozuluyor ve dağılıyor. DHKP-C’nin durumu bu açıdan farklı. DHKP-C kendini üretiyor. DHKP-C, bunu her zaman vurguluyoruz, politikayı ciddiye alan ve politikanın gerektirdiği ciddiyeti belli bir düzeyde gösteren, en kısır ortamda bile kendini üretmek için belli yol, yöntem, biçimler bulan bir hareket.

TKP-ML/TİKKO’nun bozulması ve dağılması çok değişik faktörlere bağlı. Bunun öznel nedenlerini bir yana koyuyorum. Daha genel planda nesnel bir yanı var yaşananların. Kürdistan’daki özgürlük mücadelesi bu hareketin potansiyel kitle temelini, hareket alanını, coğrafyasını, deyim uygunsa, eline geçirdi. Onu aşan farklı bir pratik ortaya koyamadığı ölçüde (ki büyük kentler dışında çok büyük ölçüde kendini Kürdistan coğrafyasının belli alanlarında üretmiş bir hareket), Kürt ulusal hareketinin gelişmesi karşısında zaten açmaza düşmüştü. Ve bu açmaz, son birkaç yıldır artık yavaş yavaş kendi sonuçlarını üretiyor. Önemli ölçüde kentlere de kayan, ama kentlerde kendini üretme başarısı gösteremeyen bir hareket. Zaman tünelinde yaşayan, bugünün Türkiye’sine 1920’lerin, ‘30’ların Çin’i üzerinden bakan, Kaypakkaya’nın 25 yıl önce söylediklerini aşmak bir yana, buna yönelik girişimleri “çizgiye ihanet” sayan bir akımın yaşama gücünü gitgide tüketmesi çok da şaşırtıcı değildir.

Halkçı ara akımlar

Geriye bugünün Türkiye’sinde az-çok ciddi bir örgütsel kimliğe ve varlığa sahip iki akım daha kalıyor. Bunlar MLKP ile TİKB’dir. Bunları ara akım olarak tanımladığımız biliniyor. Ara akım tanımı, herhangi bir temel kimliğe ya da sol siyasal kanala belirgin bir bütünsel kimlikle oturamayan akımları anlatıyor. Yani bu, bu akımların güçlü ya da zayıf olmasıyla bağlantılı bir sorun değil. Tuttukları ideolojik konumun kendine özgü yerinden geliyor.

‘96 yılı başında bu akımlara ilişkin olarak yaptığımız değerlendirmeler bugün hala geçerliliğini koruyor. MLKP’yi devrimci demokrat bir kökene ve geleneğe sahip olan, ama bir yanıyla reformizme, bir yanıyla da sosyalizme yönelik potansiyel eğilim taşıyan bir hareket olarak nitelemiştik. Bir dönem reformizmden çok belirgin bir biçimde etkilendiğini, reformizme kayma potansiyeli gösterdiğini biliyoruz. Bu, TDKP hayranlığı, bu hayranlığı kaba bir TDKP taklitçiliğine vardırdığı, bu arada TDKP’de liberal kimlik dönüşümünün doludizgin ilerlediği bir sırada onu “kardeş komünist hareket” payesiyle onurlandırdığı bir dönemdir.

Bilindiği gibi bu hareketin öncelleri, çok belirgin bir biçimde TDKP’nin yeni yöneliminin etkisi altında kaldılar. Ama iki şey sonuçta MLKP’yi bundan alıkoydu. Bunlardan ilki, kendi dışında TDKP’yi hedef alan sistematik ideolojik saldırı ve bunun TDKP’nin yaşadığı sürecin uyarıcı etkileri ile çıplak gözle görülebilir hale gelmesi. İkincisi, Gazi Direnişi ile birlikte semt eksenli çalışmanın daha belirgin bir biçimde önplana çıkması. Bu hareket semt eksenli bu faaliyete yöneldiği ölçüde, orada DHKP-C, TİKKO, TİKB vb. akımları buldu. Bu kez bu akımların o genel devrimci ortamından ve tarzından etkilenmeye başladı, oradan kendini üretme yoluna girdi. TDKP hayranlığı ve taklitçiliği bu kez yerini DHKP-C hayranlığına ve taklitçiliğine bıraktı. TDKP taklitçiliği dönemi aynı zamanda bir “sınıf yönelimi” dönemiydi MLKP öncelleri için. TDKP taklitçiliği ve buna dayalı sınıf yönelimi, bu hareketin öncelleri için bir reformistleşme sürecine dönüşebilirdi. Semt yönelimi, “Gazi ruhu” söylemi ve DHKP-C taklitçiliği bu süreci durdurdu. DHKP-C taklitçiliğinin bu harekette bir başka temel üzerinden besleyebileceği bir reformist eğilimin önünü ise komünistlerin ideolojik mücadelesi aldı. Bunu açmıyorum. Fakat şunu söyleyerek bağlamak istiyorum; herşeye rağmen bu hareket kendi bünyesinde ciddiye alınması gereken bir sosyalist potansiyel de taşıyor.

TİKB ise sosyalizme yakın bir hareket. Bunu neyden hareketle söyledik ve söylüyoruz? Bu hareket genel planda bakıldığı zaman marksist teorinin temel esaslarını gerçekte bilen bir hareket. Düşünsel planda bunu ifade edebiliyor. Diyeceksiniz ki, ötekiler de ifade edebiliyor. Hayır, daha farklı bir anlamda, daha ileri anlamda söylüyorum bunu. Yani klasik marksist teorinin içeriğini öteki gruplardan farklı bir tarzda ve belli sınırlar içerisinde doğru kavrayabildiğini, bu akımın belli temel metinleri bize gösteriyor. Ama bunun TİKB’nin ideolojik ve örgütsel kimliğini belirlemediği, TİKB’nin düşünsel planda farkında olduğu bazı temel önemde doğruları kendi gerçek oluşumunda ve pratiğinde gözetmediği de bir gerçek. TİKB ile yapılmış polemiklerin bu konuya yeterli açıklığı getirdiğini sanıyorum (Partileşme Süreci-2, Polemikler: Devrimci Proletarya’ya Yanıt, Eksen Yayıncılık). ‘80 öncesinde, geleneksel hareketin ideolojik zemininde, aynı toplumsal-siyasal ortamda, aynı politik anlayış çerçevesinde şekillenmiş ve bu geleneksel kimlikle açık bir hesaplaşmaya girmemiş bir hareketin başka türlü davranamamasının bu açıdan anlaşılır bir mantığı var.

Sosyal hareketin seyrinin ve konjonktürel dalgalanmaların bu hareketi arkasından sürüklediğini de gene bize olaylar gösterdi. Öyle ki, bu tür gelişmelerin etkisiyle teorik gerçekler, temel doğrular bir anda anlamını yitirebiliyor. En temel belgeleri üzerinden, başyazıları, konferans metinleri, bir takım başka metinleri üzerinde gösterilmiştir ki, TİKB sınıf sorununa, siyasal mücadele sorununa, birtakım başka sorunlara, hiç de bu ülkenin geleneksel halkçı akımlarından farklı yaklaşmıyor. Hatta bazı bakımlardan onların gerisine bile düşebiliyor. Bazı şeyleri karikatürize bile edebiliyor. AFMK’lar pratiği buna en somut örnek. Anti-faşist mücadele bu akımın siyasal çizgisinde çok özel, çok abartılı, çarpık bir yer tutuyor; AFMK’ları, buradaki kaba tutarsızlıkları, bu çerçevede düşünmek gerekir.

İkincisi, bu hareketin kendine göre, kendi çapında bir “öncü savaş” anlayışı var. Korsan gösteri pratiğini, birtakım cezalandırma ya da bombalama eylemlerini, kitleleri örgütlemenin, kitleler içinde itibar kazanmanın, devrimci sempatizan tabanı arkasından sürüklemenin bir olanağı olarak görebiliyor. Böyle görmesinin gerisinde, pragmatizmle de birleşmiş bildiğimiz “öncü savaş” anlayışı var. TİKB’nin bu konudaki zaafları aslında çok belirgin. Hiçbir zaman bunun ciddi bir değerlendirmesini de yapmadılar. Yazık ki yapılmış bulunan eleştirilerimiz kapsamında biz de henüz bu meselelere giremedik. Aslında planlamada vardı, genel ideolojik çizginin eleştirisinin bir parçası olacaktı, ama bu eleştiri tamamlanamadı ve sorunlar ele alınmadan kaldı. Zannediyorum “devrimci şiddet” sorununu işlediğimizde bu meseleyi de ele alacağız. TİKB’nin bu konudaki temel zaaflarını da nihayet ortaya koyabileceğiz. TİKB’nin bu yanını akılda tutmak gerekiyor. Bu açıdan çok ciddi kavrayış zayıflıkları ve çarpık pratikleri olan bir hareket. Bu açıdan Marksizmden, işçi sınıfı devrimciliğinden bir hayli uzak. Bu bir de pragmatizmle birleşiyor, bu tür çıkışlar kestirmeden durumu toparlamanın bir olanağı olarak görülebiliyor.

Bugün için ciddiye alınabilir devrimci örgüt konumuna sahip bu akımlara TKP-Kıvılcım, TDP, Direniş hareketi gibi devrimci demokrat kimliğe ve geleneğe sahip birkaç çevre daha eklenebilir. Fakat bunlar gelinen yerde gelişme güç ve olanaklarını yitirmiş birer önemsiz çevre durumundadırlar.

Bunun dışında ne bir önemi, ne bir ciddiyeti, ne bir kimliği olan, örgütsel varlığı ise hiç olmayan bazı dergi çevreleri var. Ben bunların varlığını sol hareketin bugünkü tablosunun anormal yönü sayıyorum. Elbetteki temel sol akımların yanısıra bir sürü irili-ufaklı grup ve çevrenin varlığında kendi başına bir anormallik yok. Bu bir yerde doğal bir siyasal olgudur. Gelgelelim bu sözünü ettiğim dergi çevreleri gerçekten bir anormal, bir ciddiyetsiz durum göstergeleridir ve bunun gerisinde, ana akımların kendi konumlarını yeterince güçlü bir biçimde dolduramamaları olgusu var. Aynı şekilde, bunun gerisinde devrimci sosyal-siyasal mücadele açısından Türkiye’nin bugünkü durgun ortamı var. Gerçek bir siyasal hareketlenmede bu tür ciddiyetsiz ve dejenere çevreler silinip gideceklerdir. Ama bugünün nesnel ve öznel ortamı yazık ki böyle çevrelerin sol ve sosyalizm adına ortaya çıkıp bir kısım genç devrimciyi amaçsızca kendi etraflarında oyalamalarına ve tüketmelerine elverebiliyor.

(...)

 (Partileşme Süreci-1 Perspektifler ve Değerlendirmeler,

 Eksen Yayıncılık, s. 293-318)

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/06, 05 Şubat 2010)