28 Haziran 2013
Sayı: KB 2013/26

 Kızıl Bayrak'tan
Ablukayı dağıtmak için direnişi büyütelim!
Katliamların hesabını sormak için ileri!
31 Mayıs patlaması ve “yaklaşan baharın kırlangıçları”*
Halk hareketi ‘durmuyor’!
Ethem’in katiline çifte koruma
Ethem’i unutma!
Direniş sokakları terk etmiyor!
İstanbul direniş forumları: Mücadeleye devam!
Polis ve yargının
ortak listesi
Dinci-gericilikle
‘düşkünlük’ kol kola...
Katliama öfke ilk günkü gibi
AROBUS’ta direnen işçier kazanacak!
12 Haziran seçimleri ve dinsel gericilik - H. Fırat
Dinci-gericiliğe karşı halk hareketleri
‘Dinci terörün dostları’ Doha’da toplandı
Brezilya’da halk hareketinden yansıyanlar
Köln’de 50 bin kişi Taksim’i selamladı
Avrupa’da
dayanışma eylemleri

Dünyada direniş ruhu büyüyor

İsyan ve direniş ruhuyla mücadeleyi büyütelim!
Kahramanlık sözün çok ötesinde
yürekte büyür - T. Kor
Biber gazına yeni maske
Karadeniz’in asi çocuğuna
Zindanlardan mektup…
“Aşk bitti artık her yer Türkiye!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Karadeniz’in asi çocuğuna

 

Karadeniz’in asi çocuğu Kazım Koyuncu’yu kaybedişimizin üzerinden 8 yıl geçti. Koyuncu yakalandığı kanser hastalığından dolayı 25 Haziran 2005 günü yaşamını yitirmişti.

Pırıl pırıl devrimci bir ruhu olan Kazım Koyuncu da, Metin Lokumcu gibi Hopa’nın “eşkiya”larından biriydi.

Sanatı ve yaşamı…

1972 Artvin Hopa doğumlu olan sanatçı, ilk Lazca Rock grubu, Zuğaşi Berepe’nin kuruluşunda yeraldı. Grup, “Va Mişkunan” ve “İgzas” albümlerini çıkardıktan sonra dağıldı. Grup dağıldıktan sonra Kazım Koyuncu, Laz müziği ile Rock’ı birleştiren çizgide yürümeye devam etti. “Viva” isimli ilk solo albümünü, ardından “Hayde” albümünü yayınladı.

Lazca söylemesi üzerine şöyle diyordu: “Bu milliyetçilik mi derseniz; bu başka birşey derim. Milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım, ama babaannemin kullandığı dilin yeryüzünden silinmesine karşı durma duyarlılığına da sahibim... Yani Laz olmam bir tesaadüf. Evrensel düşünen bir insanım, müziğim de böyle olmalı. Ayrıca müziğe sadece müzik olarak bakmıyorum. Hangi akılla, hangi duygularla yapıldığı da önemli. Benim hayata karşı söyleyecek şeylerim var.”

Koyuncu ruhu ve eylemiyle, devrimci bir sanatçıydı.

Yaşama ve sanata bakışını şöyle anlatır: “Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, birgün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”

Böyle diyordu daha 32 yaşındayken ve yapacak çok şeyi varken yaşama gözlerini yummadan önce.

Katili sermaye düzeni ve devletidir...

Koyuncu, müziğiyle ve katıldığı etkinliklerde, Karadeniz’de çok sayıda insanımızın yaşamına mal olan Çernobil faciasına karşı mücadele edenler arasındaydı. Ölümü de “doğal” değil, Çernobil sonrası bölgeye yayılan radyasyonun sonucu “kanser”di.

Dönemin bakanları ekrana çıkıp “bakın ben çay içiyorum bir şey olmuyor” diyerek, işçi ve emekçi kitleleri aldatmaya çalışmıştı. Bu, sermaye devletinin işçi ve emekçi kitlelere verdiği değerin de veciz bir ifadesiydi. Asalak kapitalistler zarar görecek diye hiçbir tedbir alınmadı.

Koyuncu da bunu biliyordu ve bir röportajında şöyle diyordu:

Neredeyse her ailede bir kanser vakası var ve bu tesaadüf değil. Adamlar pişkin pişkin çıkıp çay içti karşımızda. Bunu yapan insan ya geri zekalıdır ya da çıkar gruplarına hizmet ediyordur. Şimdi bunlar cinayet değil mi? “
O’nun ezgileri işçi, emekçi ve tüm ezilenlere dairdi... Dilleri yasaklanmış ulusların çocukları kadar asi, yüreğinin temizliği kadar güzel bir insandı Kazım... Karadeniz’in sırtı lacivert hamsilerini ve mısır ekmeğinin zaferine inananlarını selamlıyor, ona sonsuz saygı ve sevgimizi sunuyoruz.

 

 

 

 

Zafer bizim olacak! Sözümüz olsun...

Koş oraya, o ateşe doğru. O ateşte hürriyet ve umudun seher vakti.

Bak türküler söylüyor dostlar, dostlar halaya durmuş ateşte. Oysa tükenmekte bedenleri. Sonsuza dek. Ve sonsuza dek yaşayacak adları, adlarımız...

2 Temmuz 93; felç bir karanlıktı, lanet bir gün, lanet bir yerdi. Güneşe uğurladıklarımıza yenileri eklendi. Oysa ne çok üzüldük çünkü erkendi gidişleri. Zamanı gelmeden bıraktılar bizi. Tarihin belleğinde kaldı isimleri. İsimleri kaldı kavganın gözlerinde.

2 Temmuz 93 Sivas, hatırlayın demiyorum. Hatırlamak için unutmak gerek. Asla unutmayın. Asla unutmayın sönmeyecek ışığı. Yolumuzu aydınlatsın, ta ki zafere dek. Sonsuza dek sürecek zaferin ilk gününde, analım adlarını. Onları ve diğerlerini hep birlikte yaşatalım.

2 Temmuz 93; hangi karanlık, neyin ışığı? Hangi karanlıktı kustuğunuz. Kör vahşi ve kana sususamış. Çakal hırlayışlarıyla geldiğinizde. Türkülerimize takıldınız, umudumuza, inancımıza çarptınız. Kudurdunuz kudurasıya. Gözümüzü oymaya, nefesimizi çalmaya geldiniz. Geldiğiniz gibi yenildiniz gözümüzdeki ışığa, sesimizdeki aşığa. Yok etmek istedikçe siz, büyüdük biz. Ateş olduk yangın yerinde. Büyüdü ateş yandı. Hem de yirmi yıl sonra Taksim’de. Yeni yürekler eklendi ateşe. Biraz daha aydınlandı dünyamız, biraz daha büyüdü ateş. Tarih zorladı aydınlık yanını yer verdi yeni gelenlere.

Siz adı sanı belli olmayan. Siz vahşetin, korkaklığın ve hiçliğin mimarları. Yok etmek istedikçe siz, büyüdük biz. Unutmayın ki her masalın sonunda kazanır iyiler. Elbette zor ve meşakkatlidir kazanmak. Yürek ister, inanç ister, inat ister, bedel ister... Biz Spartucus’ten beri hazırız. Yaşamak için ölmek sırası geldiğinde tereddütümüz olmadı, olmayacak da.

Şimdi; bin selam olsun hep yaşayacak olanlara. Düşenlere, dövüşenlere. Bin selam olsun Spartacus’e, Paris barikatlarında dövüşen işçilere, Moskova önlerinde savaşan Bolşeviklere. Bin selam olsun Saygon zindanlarından Diyarbakır zindanlarına direnene. Bin selam olsun, Üç Fidan’a, Kızıldere’ye, Nurhaklar’a. Bin selam olsun Habip’e, Hatice’ye, Alaattin’e. Bin selam olsun Abdullah’a, Mehmet’e, Ethem’e…

Her düşen sıkılı bir yumruk gibi doğağacak yüreklerde. Ve biz kazanacağız, beyazın beyaz olduğu kadar açık.

Zafer bizim olacak. Sözümüz olsun...