Ne istiyorlar bu üniversitelerden?
12 Eylül askeri faşist darbesinin üniversitelerin başına bela ettiği ve binlerce öğrencinin, akademisyenin kıyımının sorumlusu olan YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) silahı şimdi de AKP’nin elinde. Ve dinci-gerici AKP, YÖK silahını dilediğince kullanıyor. Üniversitelerin piyasalaştırılması, bilimin susturulması, düşünenin soruşturulması, düşündüğünü dile getirenin ise cezalandırılması için YÖK geniş yetkilerle donatılırken üniversiteler üzerindeki baskı ve denetim arttırılıyor. Üstelik her yıl gündeme gelen farklı tasarılarla YÖK’ün eli güçlendiriliyor.
Biliyoruz, söylediklerimiz yeni değil, bunları zaten yıllardır dile getiriyoruz. Ama yeni bir YÖK Yasası daha gündemde. Henüz tasarı halinde olan yasa, YÖK’ün yetkilerini arttırmakla kalmıyor, akademisyenler ve öğrenciler için tehdit anlamı taşıyor. Yani devletin çizdiği sınırların dışına çıkan her faaliyet, makale, ders işleme tarzı vs. YÖK engeline takılıyor ve cezalandırılıyor. Mevcut haliyle devlet üniversiteleri üzerinde tam bir tahakkümü olan YÖK’ün vakıf üniversiteleri üzerindeki nüfuzu da artıyor, tıp fakülteleri fiilen Sağlık Bakanlığı’na bağlanarak üniversite hastanelerinde tasarruf hakkı sağlanıyor.
Bu tasarıyla birlikte YÖK’ün, üniversitelerin öncelikli çalışma ve araştırma alanlarını belirlemesinin önü açılıyor. Bu madde YÖK’ün istediği konu hakkında bir üniversiteyi çalışma yapmaya zorlayabileceği anlamı taşıyor. Bugün bile bağımsız, bilimsel araştırmalar yaptığı söylenemeyen üniversitelerin, yasayla birlikte eli kolu bağlanıyor. Doçentlik unvanı verme yetkisi de Üniversiteler Arası Kurul’dan alınarak YÖK’e devrediliyor. Tasarıdaki bu maddeyle de, ünvanları belirleyecek olanın bilimsel çalışmalar değil de YÖK’ ün keyfi kararları olacağının sinyalleri veriliyor.
Yasa öğrenciler için de yeni saldırılar barındırıyor. Üniversiteden atılmayı güncelleyen yasa tasarısıyla vaktinde mezun olamayanlara ise harç cezası getiriliyor. Böylece bir taşla iki kuş vuran YÖK düzeni, öğrencilerin evine yürüyerek, aç kalarak ya da yarı zamanlı çalışarak ancak ödeyebildiği haraçlarla kasasını doldurmanın hesabını yapıyor.
Tasarının 27. maddesine göre öğrenciler her dönem için kayıt yaptırıp yaptırmamasına bakılmaksızın; öğrenim süresi 2 yıl olan ön lisans programlarını 4 yılda, öğrenim süresi 4 yıl olan lisans programlarını 7 yılda, öğrenim süresi 5 yıl olan lisans programlarını 8 yılda, öğrenim süresi 6 yıl olan lisans programlarını 9 yılda tamamlamak zorunda bırakılıyor. Aksi takdirde okulla ilişiği kesilecek olan öğrencilere okulu uzattığı süre boyunca ilgili dönem için öngörülen katkı payı ya da öğrenim ücretinin yanı sıra hesaplanan kredi başına ödenecek katkı payı ve öğrenim ücreti; dersin alınacağı dönem için belirlenen kredi başına katkı payı ve öğrenim ücretinin yüzde 50 fazlasıyla belirleneceği haracı ödeme zorunluluğu getiriliyor.
Kampüste, yurtta baskı ve yasak her yerde!
Bunlar yetmiyormuş gibi yeni yönetmeliklerle yurtlarda da “önlemler” en üst seviyeye çıkarılıyor. Yurt-Kur yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle de Gençlik ve Spor Bakanı’na yurt kapatma yetkisi verilerek ifade özgürlüğü kapsamında olan ‘basın, sosyal medya ile görsel medyada yurt öğrencileri ile kurum veya diğer kamu kurum ve kuruluşları aleyhinde’ açıklama yapmak soruşturma ve atılma gerekçesi haline getiriliyor.
Hatta Gençlik ve Spor Bakanı’nın istediği üniversite yurdunda, istediği kadar yatağın, istediği kişilerce, gerektiğinde kullanılmak üzere boş tutulmasını sağlayabilme nüfuzu veriliyor. Böylece birçok öğrencinin sokakta kalmasının pahasına, yurtların bakanın öğrenci ya da öğrenci olmayan misafirlerine(!) tahsis edilmesinin önü açılıyor. Yani öğrenciler üniversitelerde ve yurtlarda soruşturulmak, uzaklaştırılmak veya atılmak kaygısıyla sussun, eleştirmesin, dünya işlerinden elini eteğini çeksin istiyorlar. İzin verdikleri ölçüde “bilim” yapan öğrenciler gelecekte sermayenin hizmetinde ya da diplomalı işsizler ordusunun bir neferi olarak yedek işgücü olsun. İstedikleri bu!
Her yeni dönemde, her defasında arttırılan baskı ve yasakların izahı budur. Dindar ve kindar nesil yetiştirmek isteyenler, geçmişin devrimci mücadelesiyle kazanılan her şeyi birer birer yok ediyorlar. 12 Eylül’den AKP’ye kadar, kurulan her hükümetin özel hedefi haline gelen üniversitelerin onları ne denli korkuttuğu ortadadır. Tüm kaygı ve uğraşları da kurumsal olarak sahip oldukları üniversiteleri, düşüncel, siyasal ve bilimsel açıdan da teslim almaktır. Ancak çabaları nafiledir. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, gençliği bütünüyle kontrol altına alamayacaklar. Tankların, topların, kurşunların, bombaların başaramadığını, yasalar, yönetmelikler hiç başaramaz.
Tayyip Erdoğan’ın, Hatay’da polis tarafından katledilen Ahmet Atakan’ın kanıyla sulanan “Malazgirt Bulvarı’nı protesto eden ODTÜ’lülere yönelik sarf ettiği şu sözler nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor: “Merak ediyorum, bu okulun yönetimi, akademisyenleri bu öğrencilere bu işi mi öğrettiler? Nasıl sapan kullanılır, hangi cins kullanılır veya araba lastikleri ne zaman, hangi ortamda nasıl yakılır veyahut molotof nasıl yapılır, kimlere nasıl atılır. Bu mu öğretildi bunlara?”
Biz de merak ediyoruz. Bir devletin yönetimi üniversiteleri teslim almak için bu kadar pervasızlaşabilir mi? Sanırız, biz sorumuzun yanıtını yakın tarihe ve 12 yıllık AKP iktidarı dönemine baktığımızda alıyoruz. O zaman Tayyip Erdoğan’ın merakını da giderelim. Nasıl sapan kullanılacağını, zulme karşı nasıl durulacağını okul yönetimi, akademisyenler değil, siz öğrettiniz! Savaşı siz başlattınız, biz üzerimize düşeni yapıyoruz. |