2 Haziran 2017
Sayı: KB 2017/21

AKP dikta rejimini tahkim ediyor
Kıdem tazminatında solan “kırmızı çizgi”ler
Fiili yasaklara karşı, fiili grev!
İş davaları sermayenin lehine değiştiriliyor!
Grev yasaklarına ve kölelik dayatmalarına karşı mücadele sürüyor
Direniş sonuç getirdi, Klisom işçisi kazandı
İşçi sınıfı ve görevlerimiz
Eğitim Sen Genel Kurulu üzerine
Sermaye devletinin yalan makinesi çalışıyor
Tutuklama ve gözaltı saldırılarına rağmen Yüksel’de direniş sürüyor
KESK ve sendikalar ne yapmalı?
Kıdem hakkımıza sahip çıkmak için avuçlarımızı sıkalım ve yukarı kaldıralım!
Kadın işçilerin sesi nasıl daha güçlü çıkacak?
AKP’den “kandırıldık” demagojisine devam!
OHAL, eski ortak “FETÖ”ye karşı değil, ilerici-devrimci muhalefete karşı sürdürülüyor
Brezilya’da sosyal yıkım ve rüşvete karşı mücadele
İnsani yardımın emperyalist yorumu
NATO’nun Brüksel zirvesi ve büyüyen emperyalist savaş tehlikesi
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Hizmetleri Yönetmeliği’ne AKP müdahalesi
Haziran’da ölmek zor
Genel grev, genel direniş!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sermaye devletinin yalan makinesi çalışıyor

 

KHK ile ihraç edildikleri işlerine geri dönmek için 6 ayı aşkındır direnişte, 9 Mart’tan beri de açlık grevinde olan akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, 23 Mayıs’ta tutuklandı. Direnişleri boyunca “yasak” dayatmalarıyla onlarca kez polis saldırısına uğrayıp gözaltına alınmışlardı. Tutuklanmaları da iktidarın direniş karşısındaki çaresizliğini ortaya koydu.

Aylardır Ankara’nın göbeğinde eylem yapan kamu emekçileri, sermaye devletinin sözcüleri tarafından “terör örgütü üyesi” ilan edildi. AKP medyası haline gelmiş bulunan yandaş basın da polisin servis ettiği haberleri büyük puntolarla yayınladı. Öyle ki, direnişçi emekçilerin dosyası mahkemeye ulaşmamışken yandaş Anadolu Ajansı’na servis edildi.

Düzenin sözcüleri ve yargısından yalanlar

AKP ve Erdoğan, darbe girişimini fırsata çevirerek kendi gerici-zorba iktidarını inşa etmeye, “sermayenin demir yumruğu” olarak işçi ve emekçilerin tüm kırıntı haklarını gasp etmeye, karşı çıkanları da çıplak devlet zoruyla sindirmeye girişti. Elindeki medya gücü ise adeta yalan üreten bir makine gibi çalışıyor. Bu yolla toplum gerici politikaların arkasına yedeklenmeye çalışılıyor.

Geçtiğimiz haftalarda Binali Yıldırım, Yüksel direnişinden, açlık grevinden haberi olmadığını iddia etmişti. Ardından AKP’li bürokratlar, “açlık grevinin dine aykırı olduğunu, kendilerine zarar vermeden devlete güvenip beklemeleri gerektiğini” öne sürmüştü. Delilsiz, savunmasız ve yargılama olmaksızın ihraç edilen emekçilerin, işlerine dönmek için önlerindeki tek seçeneğin direnmek olduğu, bunun dışında her yolun kapatıldığı gerçeğinin üstünden atlayarak...

Gülmen ve Özakça’nın açlık grevi dolayısıyla sağlık durumlarının kötüleştiği, kritik günlere yaklaştıkları bir zamanda da, talepleri devlet terörüyle karşılandı. İki emekçinin evine polis baskını düzenlendi. Yargı aşaması da sermaye devletinin hukuksuzluğunu en kaba haliyle gözler önüne serdi. İşlerini geri isteyen emekçiler hakkında yakalama kararı çıkaran savcı, bahane olarak “Bu böyle devam ederse ölüm orucuna döner, Gezi veya Tekel olur” iddiasını ortaya attı.

Savcı, direnişçi emekçilere “Ölüm orucundan ne menfaatiniz var? Halkta niye kin ve nefret uyandırıyorsunuz? Şarkı söylerken videonuz paylaşılmış, siz de beğenmişsiniz, paylaşanların örgüt üyesi olabileceğini düşündünüz mü?” gibi, ne mantığa ne de hukuka sığan sorular sordu. Mahkeme Gülmen ve Özakça’yı “örgüt üyeliği” suçlamasıyla ve “tutuklanmadıkları takdirde adaletin işleyişine zarar verecekleri” iddiasıyla tutukladı. Görülüyor ki devletin polisi de yargısı da, yalnız hakkını arayan işçi ve emekçilere karşı çalışıyor.

Gülmen hapishanede kendisiyle yapılan görüşmede, konuyla ilgili, Soylu’nun yalanlarını çürüten şu sözleri söyledi: “Beni DHKP-C üyesi ilan etmişler, eğer öyleysem, ben nasıl memur oldum, nasıl memuriyetimi bunca yıl sürdürdüm. İstanbul-Ankara yürüyüşüne katılmam gerekçesiyle bir gözaltı işlemim var, bir de 2015 yılında tutuklandığım bir dava var, ancak beraat ettim.”

Direnişe özel yasaklar

Önceden hüküm verilmiş “yargılama” ve ardından Soylu’nun sözleri birlikte göz önüne alındığında, sermaye devletinin hak aramaya ve kendinden farklı bir sese tahammülünün olmadığı, bunun önünü kesmek için de her yolu mubah gördüğü anlaşılıyor.

Tutuklama saldırısının ardından direniş alanı boş bırakılmazken, alan polis karakoluna çevrildi, emekçiler polis terörüne maruz kaldılar. 26 Mayıs günü direnişe özel eylem yasağı getirildi. Ankara Valiliği, güneş battıktan sonra eylem yapmayı OHAL kanununa dayanarak yasakladı. Yüksel direnişinin, “vatandaşları tedirgin etmekte, kamu düzeni ve güvenliğini bozmakta, terör örgütlerinin eylem yapan topluluklara yönelik bombalı saldırı yapma riskini artırmakta ve güvenlik güçlerinin bu olaylara müdahalesini zorlaştırmakta” olduğu iddia edilerek eylem yasağı kondu. Yetmedi, Gülmen ve Özakça’nın fotoğraflarının tişörtlere basılacağı dükkana yazı gönderilerek, bu da yasaklandı.

Süreklileşen OHAL koşullarında, hukuksuzluk hukuk haline gelmiş durumda. Sermaye devleti işçi ve emekçilerin haklarını gasp ederken, hak ve özgürlüklerini kullanmak, savunmak isteyen her kesime “yasal” devlet terörünü uyguluyor. “Terör” sözcüğü iktidar tarafından, her kapıyı açan, her yöne çekilebilen bir argüman olarak, zorbalığı hayata geçirmek için kullanılıyor.

Yüksel direnişine yönelik tutuklama saldırısıyla sermaye devletinin hakları gasp edilen emekçilere verdiği mesaj, “boyun eğ, biat et” mesajıdır. Ancak ortaya çıkan bir gerçek daha var; ihraçlara karşı “hukuki yollar”, OHAL İnceleme Komisyonu gibi kurumlar tamamen işlevsizdir. Sermaye devletini sıkıştıran, tutuklamaya başvuracak kadar çaresizliğe iten direnişin gücüdür. Yüz bin civarı ihraç varken, sermaye devleti sözcülerini lütfedip açıklama yapmaya iten şey, direnişçi emekçilerin eylemidir. Gülmen ve Özakça’nın tecrit hücrelerinden çağrısı olan direniş, tek yoldur. Hak gasplarını durdurmak ve Gülmen ile Özakça’yı yaşatmak; direnişi sahiplenmek ve sermaye devletine karşı mücadeleyi büyütmekten geçiyor.

 

 

 

 

Eğitim Sen’den MEB önünde eylem

 

Eğitim Sen, 25 Mayıs’ta İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde “Bilimsel ve nitelikli psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetleri yönetmeliği istiyoruz” talebiyle eylem gerçekleştirdi.

KESK üyesi emekçiler Rehberlik ve Psikolojik  Danışmanlık Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikleri kabul etmediklerini duyurdular.

Eğitim Sen İstanbul Şubeleri tarafından örgütlenen eylemde, “Bilimsel ve nitelikli psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetleri yönetmeliği istiyoruz” şiarlı ozalit açılarak, “Angarya çalışmaya hayır!”, “Eğitimde dayatma istemiyoruz!” ve “Alan dışı atama istemiyoruz!” sloganları atıldı.

Basın açıklamasında MEB bünyesindeki öğretmenlerin haftalık mesai saatinin 30 saat olduğu, değişiklikle beraber rehber öğretmenlerin mesai saatinin 40 saate çıkarılmak istendiği vurgulandı. Ayrıca yönetmeliğin adının değiştirilerek “psikolojik danışmanlık” ibaresinin kaldırıldığı ve bu şekilde alan dışı atamaların önünün açıldığı belirtildi. Eğitim Sen olarak yönetmelik değişikliği ile ilgili sürecin takipçisi olunacağı açıklandı.

Eyleme KHK direnişçileri de katılarak destek verdi.

 
§