30 Haziran 2017
Sayı: KB 2017/25

Kamu emekçileri iş, onur ve gelecek için direniyor
Hukuka ve adalete dair…
Kazanma hedefine kilitli ve kararlı eylem hattı
Nuriye ve Semih’ten mesaj
“Bir adım ileri atılarak direnişler büyütülmeli”
Kamu emekçilerinin İstanbul’daki direnişi sürüyor
“İş Mahkemeleri Kanunu Tasarısı ciddi mücadele verilmesi gereken bir saldırıdır”
Sınıftan haberler...
Madımak’ı tutuşturan kibrit hâlâ ellerinde!
Ateşte semah dönmeye devam edecek
Katliamcılık bu devletin mayasında var
“Bir devletin trajikomik olarak yapabileceği her şeyi yaptılar”
Sınıf mücadelesi ve meslek liseleri
Sınavlar ve gerçekler
Gericiliğin evrimle imtihanı
Suriye’de çocuklar, dünyada insanlık felç geçiriyor!
Suriye ve bölgede son dönem
ABD ile birlikte nereye kadar?
Fransa seçimleri ve sonuçları
Derby işgali 49. yılında yol gösteriyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir devletin trajikomik olarak yapabileceği her şeyi yaptılar”

 

Sermaye devletinin 2000 yılında Burdur Hapishanesi'ne gerçekleştirdiği saldırıda yaralanan tutsaklar arasında bulunan Veli Saçılık'la konuştuk.

- 5 Temmuz 2000’de Burdur Hapishanesi’nde kapsamlı bir saldırı gerçekleştirildi. 19 Aralık ve Ulucanlar katliamını ve bu katliamların politik arka planını biliyoruz. Burdur’da yapılan saldırıyı bu açıdan, yani hedefleri açısından değerlendirir misin?

Veli Saçılık: Bugünkü ceza politikalarının temeli 12 Eylül öncesinde kurulmuş. Ve bizim bildiğimiz 84 Ölüm Oruçları, tek tip elbiseye karşı direniş, sonrasında 90’larda gelişen, devletin devrimcileri ehlileştirme, katlederek göz korkutma ve cezaevinde teslim alma politikası, cezaevlerini bir yılgınlık merkezlerine çevirme amacı vardı. Devrimcilerin direnişi her zaman devletin hedefi oldu. O, bunu aşmak için çeşitli çareler düşündü. Bizim bildiğimiz Ümraniye, Buca, Diyarbakır katliamları var. Bu katliamlar üzerinden cezaevlerinde işkence ve katliamı devlet olağan bir politika haline getirdi. Diğer taraftan da cezaevlerindeki adli bölümleri de mafya ve uyuşturucu çetelerine teslim etti. Bunun örneği olarak ise Ulucanlar’da mafyaya kadın pazarlayan cezaevi müdürü gördük. Bizzat ben gözümle gördüm. İçeriye uyuşturucu sokan müdürler gördük. Karagümrük Çetesi isimli bir çete var. Bu çetenin lideri olarak beline silah koyup insanları öldürten biri vardı. Hatta öyle bir noktaya geldi ki: Karagümrük Çetesi lideri Nuri Ergin gibi adamlar, cezaevinde iken “hepinizi mermi ile dolduracağım” diye basına demeç verebilecek kadar devletten cesaret alabilmişlerdi.

Burdur Cezaevi’ndeki saldırıdan önce en net saldırıyı Ulucanlar olarak biliyoruz. Ulucanlar’da 10 dostumuz-yoldaşımız katledildi. Ve esası şuydu: 5. koğuşta, koğuşlar 30 kişilik olmasına rağmen 100’ün üzerinde insan kalıyordu. Ve çok insani bir talep vardı ortada: “Biz insanca yaşamak istiyoruz, yeni koğuşlar açılsın ve sağlıklı koşullar sağlansın” denilmişti. Ne tuvalet ihtiyacı, ne uyku ihtiyacı karşılanır durumdaydı.

Devlet de bunu bahane ederek Ulucanlar’a saldırdı. Ve on dostumuzu orada -devletin deyimi ile- vura vura, kafalarını parçalayarak katlettiler. Çok bariz bir katliamdı, fotoğraflarıyla da ortadadır. Ardından, bildiğimiz o burjuva basının kara propagandası ile başka fotoğraflar gösterip “ayaklanmadan 5 dakika önce” gibi falan diyerek yıllar önce çekilmiş fotoğrafları servis ettiler. “Kaçacaklardı” diyerek nöbet kulübesinin orada daha önceden kendi kazdıkları kuyunun fotoğrafını servis ettiler. Bunların hiçbiri inandırıcı değildi ama neticede on arkadaşımızı katlettiler ve bunun karşısında bir tepki verme, eyleme geçme konusunda yeterince başarılı olunamadı.

Devlet böylelikle katliamın üstünü örttüğünü düşündü. Ulucanlar’dan sonra gündeme Burdur geldi. Burdur aylarca tartışıldı. Burdur’a o dönem yeni gelen müdür Katip Özen “burayı ikinci Ulucanlar’a çevireceğim, hepinizi muma çevireceğim” diyordu. Defalarca gazetelerde yer almış olmasına rağmen buna karşı kamuoyu oluşturulmasında güçlük çekildi. Ve ardından Burdur saldırısı oldu. Burdur’daki saldırının amacı da herhangi bir direniş ya da başka bir şey değildi. Burdur aslında “test etme” hareketlerinden biriydi. “Bir E tipinde operasyon nasıl yapılır”, bunu test ettiler. Burdur’da olmamız, gözden uzak olmamız, 60 kişi olmamız, test gerekçeleriydi. Ve bize saldırdılar. Ortada herhangi bir direniş de yokken gece saatinde jandarmaları getirip sabaha karşı bize saldırıda bulundular. O operasyonda koğuşa dozerle girdiler ve benim kolumu o dozer kopardı. Bilinçli olarak kopardı dozer. Sadık Türk’ün kafası parçalandı. Birçok arkadaşımız çok ağır yaralandı orada. Bir kadın arkadaşımız tecavüze uğradı. Yaklaşık 60 kişi arasında en az iş göremez raporu alan, 15 günlük rapor aldı. Operasyon sonrasında bana bir hastanede çift kelepçe takarak, tedaviyi doğru düzgün yapmayarak, yanlış müdahale ederek işkence devam etti. Ama esasen -sonrasında avukatların da anlatımlarından anlıyoruz ki- indirdikleri su dolu hücrede işkence savcının ve avukatların önünde devam etmiş. Avukatların işkenceye itirazı üzerine “bırakın askerler işini yapsın” diyen bir savcı gördük. Ardından Burdur Valisi Kaya Uyar “başarılı bir operasyona imza attık” diye yerel basına beyanlar verdi. Ve arkasından şunu söyledi: “İnsan haklarına uygun bir müdahale oldu ve sadece bir kişinin kolu kırıldı.” Malum, bu ülkenin zalimlerinin yalan söylemek gibi bir özelliği var. Kolum kopmuşken kırılmış oluyor. Tecavüz ve işkence varken insan haklarına uygun bir operasyon olmuş oluyor. Sonrasında zaten AİHM çok net bir karar verdi: “Veli Saçılık ve arkadaşları haklıdır, Burdur Cumhuriyet Savcılığı işkenceyi araştırmak yerine saklamayı tercih etmiştir, sorumluları yargılamamıştır, işkence bariz bir şekilde yapılmıştır” dedi. Ve tazminata hükmetti.

Burdur Cezaevi’nde biz bunları yaşadık. Sonrasında biliyorsunuz benim kolumu çöpe atmışlar, bir köpeğin ağzında bulundu. Bundan dolayı Burdur Cezaevi kamuoyuna mal oldu, konuşulur ve görünür oldu. Ama bu da olmasaydı Burdur Cezaevi de diğerleri gibi üstü kapanıp gidecekti. Ben 5 Temmuz 2000’den beri sürekli bir hukuki mücadele verdim. Her ne kadar oradaki işkencecileri yargılatmayı başaramamış olsak da neticede AİHM’de alınan karar ve alınan tazminat kararları ve geri bozmalar üzerinden bir teşhir hareketine giriştim ve Burdur Cezaevi’ni yeterince kamuoyuna teşhir ettiğimizi düşünüyorum. Tazminatı verdiler, sonra geri istediler. Şimdi en son İçişleri Bakanlığı feragat etmiş, yıkılan duvarın parasını bizden istiyorlar. 200 bin lira gibi bir para bu. En son bizim aleyhimizde bitti ve şu anda Yargıtay’da. Sonra “isyan etmek”ten 7,5 yıl istemi ile dava açtılar, o dava zaman aşımına uğradı. Yani yok yok… Bir devletin trajikomik olarak yapabileceği her şeyi yaptılar ve bize yaşattılar.

Tabi ben bunları teşhir ediyorum ama bu devlet dört duvar arasındaki kendi vatandaşının kolunu koparacak, sonra yıkılan duvarın parasını isteyecek, sonra kolunu köpeğe atıp isyan etti diye tekrar dava açacak bir zihniyete sahip. Aslında devletin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını Burdur Cezaevi’ndeki dava süreçlerinden anlayabiliriz. Bir hukuku işleten ya da kanunu uygulayan değil de yasayı/kanunu bir tarafa atıp kendi keyfiyetini uygulayan, aynı zamanda bu keyfiyete karşı çıkanları da karşı çıktıkları için yargılayan bir sistemle karşı karşıyayız.

Yani Ulucanlar, Burdur, Ümraniye ve Bergama cezaevlerine yapılan saldırılar -Saadettin Tantan’ın deyimiyle- F tipine giderken birer provaydı. Saldırı sebebi diye sunulan şeyler her zaman bir bahane oldu. Bunlar MGK’da alınmış kararların uygulanmasıydı. Zaten MGK’da adli koğuşlarda karışıklıklar yaratılması gerektiği kararının bile alındığı açığa çıkan bilgiler arasında. Böylelikle “cezaevlerine hakim değiliz, arama yapamıyoruz” izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu. Oysa ki en son aramayı Burdur Cezaevi operasyonundan üç gün önce yapmışlardı. Bu propaganda üzerinden F Tipi cezaevlerine geçişin önünü açmış oldular. Bu politikalarında başarılı olsalar da bu başarıyı bir katliam üzerine oturttukları için insanlık önünde mahkûm oldular.

- Bu saldırıda başına gelenlerin psikolojik boyutunu da anlatır mısın?

Veli Saçılık: Burdur Cezaevi’nde olay olduğunda tabi ben 23 yaşındaydım. 23 yaşında bir tutsak olarak birçok şeye hazır olabiliyorsunuz. Ama insanın kolunun kopması ve o kolunu da (sağ kolum koptu) yani sağ kolunu sol eline alıp hastaneye götürülmek… Bunlar insanın psikolojisini bozan şeyler. Başıma bunların neden geldiğini bildiğim için kendimi teskin edebiliyordum. Ama neticede ömür boyu sağ tarafımda sallanan bir boşlukla gezmek zorundayım ve onun travmasını yaşamak zorundayım. Ve herhangi bir kötü olay yaşandığında genelde insanlar sevdiği insanları yanında görmek ister. Onların dayanışması ile belli bir psikolojik eşiği aşarlar. Ama benim orada gördüğüm şey nefes almakta zorlanılan bir hastane hücresi ve ayağımı kangren edercesine bağlanmış iki tane pranga… Ben kendimi bu şekilde buldum. Sadece kolumun kopmuş olmasına değil, onların tecrit işkencesine ve oradaki pranga işkencesine de maruz kaldım ve bu yaklaşık 28 gün sürdü. Ve ardından da Haymana Cezaevi’ne sevk edildim. 19 Aralık Katliamı gerçekleştiğinde Haymana Cezaevi’ndeydim. Katliamdan bir hafta sonra da tahliye edildim.

Yani devrimciyim, yaşadıklarımın farkındayım ama bu, bu travmayı kolayca atlattığım, hiç etkilenmediğim anlamına gelmiyor… Aksine bu travmayı ömür boyu taşıyoruz. Ama bu, aynı zamanda bir öfke ve bilinç de yaratıyor bende.

- İlk soru ile bağlantılı olarak… Yapılan hapishane saldırılarının bir yönü devrimci kimliği teslim almaksa diğer yönünün de dışarıda bulunan işçi ve emekçilere bir mesaj vermek olduğunu düşünürsek, Burdur saldırısının bu konudaki etkisi ne olmuştur?

Veli Saçılık: Kurt-Kuş-Arı hükümetini hatırladığımızda, bu hükümet bir ekonomik çıkmaz içerisindeydi. 2001 esnaf ayaklanmasında da bunu görmüştük. Bunlar şunu hedefliyorlardı: Avrupa ile de anlaşmayı yaptıktan sonra ayak bağı olan bütün muhalefeti silmek üzerine bir politika oluşturmuşlardı. Aslında toplumu teslim almanın en iyi yolu da onun en diri unsurları olan devrimcileri teslim almaktı. Burada cezaevi bir bahaneydi. Yani hem bir sisteme geçiş, aynı zamanda bir toplumu teslim almanın, bir şeye razı etmenin bir aracı... Çünkü ortak pazar vb. şeylerle tarihte görülebilecek en hızlı özelleştirmeler, iş yasalarıyla, Avrupa Birliği uyum yasalarıyla, emeklilik kanununu tamamen değiştiren bir yerde duruyorlardı. Ve bunu başarabilmeleri için de kitleleri korkutmak ve bir meşruiyet arayışı içindelerdi. Cezaevi gündemi bundan bağımsız değil. Ulucanlar Katliamı da Burdur da 19 Aralık Katliamı da aslında toplumsal muhalefeti boğmanın, sendikal talepleri geriletmenin ve terör yöntemi ile insanlara korku salma yoluyla onları evine hapsetme yöntemiydi.

Burada hükümetin bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Ama 2001 esnaf krizi-ayaklanmasında gördük, bunlar geçici şeyler. Yani kitleleri korkutmak geçici bir şey. Kitleler bir yere kadar korkar ve sonrasında bir patlak verir. O korku şirazesinden çıkar ve çıktı da. Bunu da gördük.

Fakat şunu söyleyeyim: Ulucanlar Katliamı, Ecevit’in “oval ofis”te ağırlanmasından hemen sonra oldu. Bu bir tesadüf değil. Burdur olayı IMF ile anlaşmanın hemen ardından oldu. 19 Aralık Katliamı hükümetin ekonomik olarak en çok köşeye sıkıştığı bir süreçte yapıldı. Bunların hiçbiri bir tesadüf değil. Yani bunlar işçi sınıfının öncü bölüklerini yok etme hareketidir. Aynı zamanda işçi hareketinin de nüve olarak ortaya çıktığı öz örgütlerine, birliklerine, beraberliklerine bir saldırı biçimidir. Ecevit hükümeti kendine verilen bu görevi “layıkıyla” yapmıştır. İşçi sınıfının öz örgütlülüklerini ortadan kaldırmaya dönük bir faaliyet olmuştur. İşçi sınıfının öncülerini de öldürmeyi ve ideolojik olarak tasfiye etmeyi amaçlamışlardır. O zamanlarda biz bu durumu şöyle tarifliyorduk: “Ya bizi öldürecekler ya da bizi Avrupa Birliği solculuğuna ikna edecekler.” Büyük ölçüde öldürerek bunu başardılar.

Aramızda Avrupa Birliği solculuğuna meyledenler olmadı mı, evet oldu. Sol harekette -gördüğümüz gibi- işçi sınıfı hareketinden kopan, daha çok kültürel haklar üzerine yönelen bir yapılanma oldu. Bunun içinde hepimiz olduk. Neden? Çünkü Türkiye’de çok fazlaca kültürel sorunlar vardı. Ama bunu işçi sınıfı hareketinden kopuk ele aldığımızda ise o Avrupa Birliği solculuğuna bir ölçüde biz de bulaşmak zorunda kaldık. Amaçları buydu. Biz bir şekilde böylesi bir politikayı yürütebiliriz ama bizim kafamızda her zaman işçi sınıfı devrimciliği olduğu sürece bu bağ çok fazla koparılamayıp, ancak belli bir süreliğine hızımızın azaltılabileceğini düşünüyorum. Ve bunu kısmen başardılar. Biz derken ben başta kendimden bahsediyorum ama çevremde de gözlemlediğim süreç de bu şekilde yaşanıyor…

Her ne kadar bunu hedeflemesek de mesela kadın hakları üzerinde daha fazla duruyoruz. Kadın hakları üzerinde durmak sakıncalı mıdır, hayır değildir! Ya da Kürt Sorunu üzerine çok daha fazla duruyoruz. Kürt sorunu üzerine durmak sakıncalı mıdır, hayır değildir! Ya da eşcinsellik üzerinden bu böyle vb. vb. Ama bu sorunları işçi sınıfı devrimciliğinden uzak biçimde konuşmaya başlamamız sorun! Kürt sorunu üzerine çok konuşmamız, değinmemiz hiçbir zaman sorun ya da suç değildi. Ama bunu işçi sınıfı hareketinden ve örgütlülüğünden bağımsız bir şekilde yaptığımızda bu bizim için sorun olmaya başladı. Yani bu durum Kürtler için sorun değil, bizim için bir sorun olmaya başladı. En devrimciyim diyen örgütler bile bu suya kapıldılar. Kapılmak zorunda kaldılar. Bu bilinçli bir tercihin ürünü olarak yaşanmadı. Gündem bundan ibaret olunca, sınıfla bağlar kopuk olunca böyle oldu. Bu bir özeleştiri ama toplu bir özeleştiri diye düşünüyorum. Hatta sizin derginizde bile “biz bu savrulmada olmadık” deseniz de sayfaları şöyle bir çevirdiğinizde en çok okuduğumuz şey ne oluyor, Kürt meselesi oluyor. Neden? Böyle olunca kötü bir şey mi oluyor, normalde gayet iyi bir şey yapılıyor ama işçi sınıfıyla, metal sektörü ile çok güçlü bir bağ kuramadığında konuştuğun şey ekseninden bir ölçüde kaymış oluyor. Bu bir suç değil ama güç kaybetme ile alakalı bir yön kaybetme meselesi. Bu kaçınılmaz bir durum.

O dönem katliamların özelde devrimcileri hedeflemesini şöyle değerlendiriyorum. O dönem Hikmet Sami Türk şöyle bir açıklama yaptı: “Aslında örgüt baskısı ile ölüm orucuna devam ediyorlar.” Buradan hareketle “Alıp hepsini tek tek hücrelere koyarsak örgütlü duruştan vazgeçerler” gibi şeyler iddia etti. Ama şunu gördük: 19 Aralık Katliamı’ndan sonra hücre tipi cezaevinden ölüm orucu eylemi daha da güçlendi. Zaten F tiplerine geçişin temelinde de şu vardı: insanların tek tek bırakılması, devlet karşısında yalnızlaştırılıp devrimci kimliğinden soyutlanması vardı. Yani devrimci kimliğe yönelmiş bir saldırı vardı.

Burdur saldırısında da ben net bir şekilde şunu görüyorum: Önümüzde bir barikat var, dolap var, öbür tarafta asker var ve asker bize “teslim olun” diyor. Yani o dolabı kaldırmak çok güç değil. Bu durumda o “teslim olun” çağrısını farklı okumak gerekiyor. Aramızdan birkaç kişi sıyrılıp karşı tarafa geçince -ki öylelerini de gördüm- kendi kimliğinden sıyrılarak karşı tarafın gücüne biat etmiş oluyorsun. Devlet aslında orada bizi parçalayarak yemek, yok etmek istiyor. Cezaevi saldırısının temelinde bu vardır. Devrimci kişiliğe saldırıdır. Devrimci kişilik ise sadece kavga alanlarında kendisini yenilmiş görmeyebilir ama sonrasındaki yalnız bırakılmada birçok insanın uzaklaştığını gördük. F tipinden çıktıktan sonra en basit basın açıklamalarına gelmeyen insanlar var. Devletin F tipi ile hesapladığı buydu. 2000’de kısa vadede hücrelere koyarak ölüm orucunu bitirmeyi başaramadı ama uzun vadede insanların iradesini kırma ve cezaevinden çıktıktan sonra mücadeleden düşürme açısından hükümetin belli başarıları oldu. Ama bu zayıflayan devrimci hareketlerin sorunuydu. Örgütlerin cezaevinde tek tek hücrelerde taraftarları olabilir ama kendileri dışarıda güçsüz oldukları yerde kadrolarını kaybettiler. Yani aslında sorun sadece cezaevinden ibaret bir mesele değil. Yani dışarı ve içeride, sınıf örgütleri olan bağlarını koruyan hareketler kadro kaybını engelleyebilir. Cezaevindeki saldırının esas hedefi cezaevi değil dışarıdır.

Kızıl Bayrak / Ankara


 
§