20 Ekim 2017
Sayı: KB 2017/40

Krizlerin ve kirli ilişkilerin bedelini emekçilere ödetiyorlar
Efendinin attığı tokat ve uşakların çürümüşlüğü
Yol arkadaşlarını tasfiyeye devam!
Patronları dava yükünden kurtar, işçiyi süründür!
Şişecam işçisi: Onurluyuz, gururluyuz!
Arçelik’te baskılar durmak bilmiyor!
KESK ve Şubeler Platformu üzerine
KÇB’den “KHK’lar, direnişler ve sendikalar” paneli
Rem Spor’un Hummel mağazasında işçi düşmanlığı
Sermaye çocuk işçilerin kanı ve emeği üzerinde yükseliyor
Ekim Devrimi sürecinde siyasal akımlar
Güney Kürdistan’da referandum ve sonrası
Irak ordusu ve Haşdi Şabi emperyalistlerin silahıyla Kerkük’ü ele geçirdi
Emperyalizmin ürettiği açlık
DGB, DLB ve MLB’den mücadele çağrısı
Bu yasa dikiş tutmaz!
Esenyurt’ta “Ekim Devrimi ve kadın” semineri
“Kazanmak için bedel ödemeyi göze almalı”
Halkı gibi acılı şair: Cigerxwin
“Herkes hakkı olanı eşit olarak paylaşsın diye!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Herkes hakkı olanı eşit olarak paylaşsın diye!”

 

Sabahın kör vaktidir. İn, cin, peri tamamlamış misyonunu, çekilmiştir kenara. Def etmiştir seher vakti esen seher yeli; belaları. Müezzinin davudi sesi bozarken tılsımlı sessizliği, anne dinç ve bir şey unutmuşçasına fırlar yatağından. Evleri iki odalıdır. Öyle artı ile devam edip sonrasına salon getirilmemiştir. Direkt iki oda, banyo tuvalet bir ve küçücük bir mutfak... Üç çocuğu vardır annenin. Büyük oğul; sağlam serseridir. Her gün dersi boştur ve nedense okulda tek onun sınıfındaki öğretmenler yoktur. Ortanca oğul; hastalığın kibar tabiri ile tüberküloz, bilinen adıyla veremdir. Bir de küçük oğul vardır; kendi dünyasında, hayal ile gerçek arasında yaşayıp yaşamadığı çok göze görünmemektedir.

Dakikalar önce ufuk çizgisi, silinen yazı tahtası edasında, karanlığı aydınlığa vermiş ve açık yeşilimsi olmuştur gökyüzü. Ezan bitmiş, anne bir yandan sobaya kömür atarken, öte yandan da kahvaltıyı hazırlamaktadır. Odadaki soğukluk kırılsın diye katalitik sobayı açar. Yanan gazda eriyen canıymışçasına, yalvarır gibi çıkan ses tonuyla, hem oğullarını kaldırmaya çalışır, hem sobaya, soğuğa, gecekondunun üstten su damlatmasına, alttan rutubet almasına söylenir durur.

Zaman öğleni bulmuş, merdiven temizliği anca bitmiştir. Sırtında taşıyıp okula götürdüğü ortanca oğlunu yine sırtına alıp eve getirir annesi. Küçük oğul ilkokul öğrencisi, önlüğünün yakasıyla oynaya oynaya sessizce yürür arkalarından. Bu yılların sahnesidir. Her gün sekteye uğratılmamaya çalışılarak sürdürülüp gider.

Baba geç döndüğü için işten, öğlen uyanmıştır. Yerde battaniyeye sarılı bir teyp vardır. Her gece el altından temin ettiği o (yasaklı) müthiş sesli şarkıcının Kürtçe ezgilerini dinlemeden yatmamayı alışkanlık haline getirmiştir.

İki kış geçmiştir. Üçüncü ilkbaharı da gördüler... Büyük oğul zaten gitmediği okulu bırakıp, tekstilde işçi olarak çalışmaya başlar. Ortanca oğul da gidemez artık okula, annesinin sırtında. Yatalak hastadır.

Küçük oğul kulağında “al satarım bal satarım” şarkı çınlamaları ile girdi okulun bahçesine. Bir dakika kadar yürüdü, bir grup yaşıtı kesti yolunu. Çevrelediler etrafını. Su içmeye giden ceylan gibi, pusulanmıştı sanki. “Bu piç de Kürt!” diyerek başladılar dövmeye. Gözlüğü kırıldı ilkin, sonra burnu. Boş yerlerine vurdular hunharca, ta ki birileri müdahale edip un çuvalı gibi çekip alana kadar azgınların arasından onu. Kurtulmuştu. Yutkuna yutkuna, hıçkırarak ama tek damla yaş dökmeden ayrıldı okuldan. Yolda “neden?” diye sora sora gitti evine. Neden dövülmüştü?...

Annesi içeriye bir hışımla giren oğlunu görünce, sanki hazırda bekliyordu; başladı dövmeye dizlerini. Hem oğluna kızıyor, hem de ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Yarı Türkçe, yarı Kürtçe konuşarak! (Lisanların dövünmeleri farklıdır. Türkçe konuşurken, öyle aleladeleşiyordu mevzu, Kürtçe söylendiğinde ağıta dönüşüyordu.) Ortanca oğul seslere uyanmış, yatalak haline aldırmadan kardeşinin yüzünü gözünü silmeye çalışıyor, öpüyor, ağlıyordu. Daha fazla tutamadı küçük oğul kendini. Yutkunmalara, hıçkırıklara bir kuşu boğacak kadar çok olan gözyaşları da eklendi. Durdu, öfkeyle baktı annesine.

- Anne biz Kürt müyüz? Dedi!

Kim, niye dövdü seni? Sorularının cevabını almıştı anne.

- “Lawe mın em Kürdın” dedi.

Aradan birkaç yıl geçmiş, büyük oğul serserilikte son noktaya ulaşmıştı. Baba; oğlu “adam olsun!” diye, yakın bir tanıdığının kızıyla evlendirmişti. Düğünden birkaç ay sonra ölmüştü baba. Annenin yıllarca etrafında fır döndüğü ortanca oğul da daha fazla dayanamamıştı ağrılara, sızılara. İntiharca bir ölümdü adeta, ölümü. Annesinin verdiği ilaçları gizlice tuvalete dökmüştü aylarca. Zira bu fayda sağlamayan, öldürmeyip süründüren ilaçları içmek yerine ölmesi, kurtuluşu olacaktı. Oldu.

Küçük oğul lisede bir öğrencidir. Hep aynı saatte, aynı çay bahçesine gidip; karışık bir tost ve üç bardak çay içmektedir. Ve hep aynı saatte çay bahçesinin karşısındaki evden ürkek, tedirgin genç bir kadın çıkar. Kısa boylu, yuvarlak yüzlü, uzun kıvırcık saçlı, esmer, ela gözlü bir kadın. Paranoyak yürüyüşlü bir kadın! Birbirlerinin farkındadırlar ama birbirlerine yokmuş gibi davranırlar. Haftalardan sonra kadının yine evden çıktığı bir vakittir. Ve bakınmadan etrafına; ürkek, tedirgin ve paranoyakça yürümeden, gelir oturur karşısına.

Derdin ne, senin! Bakışı atar kadın. Elindeki dergiyi masanın üzerine, çantasını sandalyenin kenarına takar. Cesareti karşısında dut yemiş bülbüle dönen çocuğun, kelime dahi çıkmaz ağzından. “İsmin ne? Nerelisin? Kimsin? Necisin?” diye hararetli ve arada çekingen bir sohbete tutuşurlar. Bir sonraki görüşmeye randevu kesip ayrılır kadın.

Bir sonraki görüşme aynı çay bahçesinde ve aynı masada olur yine. Dejavu olunsa yerindedir hani. Yine masaya konan dergi ve çantanın sandalye kenarına takılması! Uzun sohbetler sonrası, mesele memleketin bahsine gelir. Egemenlerin, ezilenlere maruz gördüğü ve dayattığına karşı mücadele edilmesi gerekliliği üzerine sözü alır ve uzun uzadıya tahlillerle, arada kendi kendine sorular sorup ivedilikle cevaplarını anlatarak sürdürür kadın konuşmayı.

- Kürt müsün?

- Değilim.

- Kürtçe biliyor musun?

- Anlıyorum ama konuşamıyorum.

- Neden Kürt olmadığını söylüyorsun o halde?

- İngilizce bilen, İngiliz mi oluyor?

Ardı arkası kesilmez genç kadının sorularının. Arada soruya, soruyla cevaplar verir küçük oğul. Annenin adı ne? Köyünün adı? Derken uzadıkça sorular, küçük oğul dağlarının, ovalarının, anasının, atasının aslında bilinen ve söylenen fakat kayıtlarda geçerliliği farklı olan isimlerinin devlet tarafından değiştirildiğinin farkına varır. Ayan beyan ortadadır halbuki! Küçük oğul, kenardan bakmaktadır.

Yoz hislerinden arınmaktadır artık. Okumaları artmaktadır. Selam vermesi, yürüyüşü değişmiştir. İnsanlara bakışı farklılaşmaktadır. Kadına bakışı, insan olduğu içindir. Hayvanlar ona sunulan ve keyfi olarak kurban edilsin diye yaşamamaktadır, okşayınca bir kuzunun başını bunu anlaması güç olmamıştır. Daha güzel bir dünya mümkünmüş, mümkünatı yok saydığı ne varsa oldurulabilirmiş.

Yoksul bir ailede doğdu o. Yoksulluktan yitirdi babasını, abisini. Geleceğinin çalınmasına karşı durmadığı için serseri oldu bir diğer abisi. Annesi bir gün olsun gülmemişti, sebebinin malumatını biliyordu küçük oğul. Umut hırsızlarının peşine düştü, düştü yoksul bırakılmışlığına sebebiyet verenlerin peşine. Başka oğullar yoksulluktan ölmesin, ölmesin babalar oğullarının büyüdüğünü göremeden, analar gülsün ve herkes hakkı olanı eşit olarak paylaşsın diye…

B. Mahir


 
§