18 Eylül 2020
Sayı: KB 2020/Özel-14

Yayılmacı hevesler ve iflas tablosu
Pandeminin seyri ve baskı ortamı
Saray rejiminin sahte pandemi önlemleri
Kapitalizmde yaşam işçiye adil değil
İşçi eylem ve direnişlerinden…
“Bizim kazanımımız tüm işçilerin kazanımıdır!”
Sinbo’da Covid-19 ve ağır sömürü...
Devrimci sendikal anlayışa saldırmaktan vazgeçin!
İşçi Ahmet öldü, sen neyi bekliyorsun?
Parti Programı’nı sunuş konuşması - Mustafa Suphi
İstanbul’da Komünist ve İşçi Hareketi - Ethem Nejat
Türkiye’de Kadınlık Hareketi hakkında - Naciye Yoldaş
Sömürgeler sorunu hakkında konuşma - Hilmioğlu İsmail Hakkı
BAE-İsrail anlaşması...
İşçi ve emekçi eylemlerinden
Özerk-demokratik üniversite için mücadeleye!
AKP sorumluluğu öğrenci ve velilere yıkma peşinde
Ape Musa Kürt halkının özgürlük mücadelesinde yaşıyor
Ölümünün 35. yılında Ruhi Su’yu saygıyla anıyoruz
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Tarihsel TKP’nin 100. Yılı...

Sömürgeler sorunu hakkında konuşma

Hilmioğlu İsmail Hakkı

 

Yoldaşlar!

Üçüncü Enternasyonalin İkinci Moskova Kongresi, Sömürgeler Sorununu özel bir önemle görüşme gündemine koydu. Zannediyorum ki burada, Kızıl Enternasyonali sarı Enternasyonal’den ayıran en önemli ayırt edici noktalardan başlıcasına temas ediyoruz: İkinci Enternasyonalin 1907’de Stuttgart’ta toplanan bir kongresi de bu meseleyle uğraşmıştı. Aynı mesele karşısında her iki Enternasyonalin aldığı vaziyet bize açıklıkla gösterir ki, onları birbirinden ayıran şey, aralarında sıra numarası farkı değil, fakat hayati vasıfların aykırılığından ileri gelen bir fark, bir prensip farkıdır.

Stuttgart Kongresi’nde sömürgeler politikasına dair cereyan eden tartışmalar iki kutup etrafında toplanıyor. Hollandalı Von Cool, Alman revizyonistleriyle, Bernstein ve David’le beraber, kapitalist devletlerin yalnız kolonileri korumalarına değil, fakat yeni koloniler meydana getirmelerine ve eskileri genişletmelerine de taraftardı. Bir sosyalist enternasyonal kongrede önemli örgütleri temsil eden başların bu kadar açıklıkla emperyalist düşünceler ortaya koymasına hayret edeceksiniz. Fakat bu bir gerçektir. Ve onu kapitalist koloni politikası lehine ileri sürülen delillerle açıktan açığa görmek mümkündür. Onlara göre, Avrupa sanayiine hammaddeler sağlamak, daima artan sanayi ürünlerine müşteri bulmak, nihayet Avrupa’da yaşamaya gücü olamayan nüfus fazlasına sosyal baskıdan korunmuş sığmaklar, göç ve iş yurtları sağlamak için kolonilere gerek vardır. Bundan başka kapitalist koloni politikası, kolonizatörlerin denetimi altında, koloni halkının medenileşmesini de hazırlar. Van Cool ve kumpanyasına göre, mesela Felemenk Hindiyası ve Alman Kamerun’u halkı, memleketlerine silahlı ve kahredici bir zor ile Avrupa’dan ithal edilen medeniyetten dolayı, ek olarak, minnettar da olmalıdır, nasıl ki çöllerde tuzağa düşürülerek demir kafeslere tıkılan vahşi hayvanlar da sirklerde kırbaç ve şiş tehditi altında gösterebildikleri hünerlerden, topladıkları para ve alkıştan (!) dolayı eğiticilerine minnettar olmaya mecburdurlar!

Stuttgart Kongresi’nin bu orijinal sosyalistleri, nihayet kapitalist sömürgeler politikasını savunan delilleri marksist bir çerçeve içine almak marifetini de unutmadılar, sömürgeler evrim kanununa istisna oluşturmazlar; onlar da sosyalizme kavuşmak için kapitalizmin ıstıraplı yolundan geçmeye mecburdurlar!

İliklerine kadar egoist bir burjuva kokan bu zihniyette Avrupa proletaryasını sömürgeler halkı aleyhine kapitalizmle ittifaka teşvik eden bir sinizm vardır ki, bu, daha 1907 Enternasyonalinde, 1914 faciasını hazırlayan uğursuz sebeplerin çoktan doğmuş olduğunu bize gösterebilirdi.

Revizyonistlerin, proletaryanın enternasyonal kurtarıcı görevine, bir kelime ile sosyalizme karşı en alçak ihanetleri işte buradadır. Bernstein okulu, işçiye sermaye ile birlikte koloni halkını sömürmekte marksist bir zorunluluk olduğunu öğretirken, dünya çapında sosyalizm idealine doğru ilerleyen işçi sınıfına ulusal sınırlardan engeller çıkararak onu ayrı ayrı ve gerici parçalara ayırıyor ve bu suretle düşmanını daima zayıf düşürmek planını takip eden uluslararası burjuva stratejisine geniş bir başarı sahası hazırlıyordu. 1914 senesi Ağustosunun dördüncü günü Alman Sosyal demokrasisinin dünya savaşı öngören burjuvazi ile ittifak ettiği bu uğursuz günü, sosyalizm tarihi unutmayacaktır. Ne ise!...

Stuttgart Kongresi’nde sömürge politikasını reddeden diğer tarafa gelince, bu, sömürgeciliğin proletaryanın sınıfsal ahlak ilkelerine aykırı olduğunu, çünkü sömürge politikasını savunan görüşe göre, medeniyetçe, daha doğrusu teknik araç itibariyle ileri giden milletlerin geride kalanlar üzerinde tahakküm etmesini meşru saymayı, bundan dolayı insanlığı hakim ve mahkum iki büyük sınıfa ayırmayı gerektireceğini iddia ediyordu. Bununla birlikte, bu düşünceler her durumda önemli bir etki uyandırmadan sönüp gitti. Onu herkes, insanlığı platonik bir aşkla savunmak isteyen safdil bir filozof ideolojisi gibi anlamıştı. Ve bütün kongre, sermayeye yeni ve uzun bir ömür vadeden sömürgeler meselesinde, sosyalizm aleyhine kurulmuş bir tuzak bulunduğunu göremedi. Bu suretle İkinci Enternasyonal, bu sosyal yurtseverlere, sosyal emperyalistlere, sosyal oportünistlere (bunu) dağıtan bir şirket “enternasyonalizm”i, bir firma tabelası gibi, anlamından önce reklam gücünden yararlanılan görkemli, renkli boş bir söz derecesine indirmiş oldu.

Üçüncü Enternasyonal, sömürgeler sorununu yalnız teorik olarak ortaya koymakla yetinmedi. O aynı zamanda, gerçek devrimci sıfatıyla bu önemli meseleyi fiilen halletmek çarelerine de girişti. Moskova Kongresi’nde, sömürgeler sorunu herşeyden önce iktisadi belirleyicilik (determinizm) görüşünden incelendi. Gösterildi ki, sömürgeler sorunu, ne sadece hammadde meselesi, ne de kuru bir ahlaki olaydır; gösterildi ki kendi içindeki çelişkilerin ve dengesizliklerin etkisi altında uçuruma yuvarlanan kapitalizm, kırk yıldan beri dahil olduğu yeni devirde sömürgelere tutunmak suretiyle, bu gelecekteki yokoluştan yakasını kurtarmaya ve ömrünü bir süre daha uzatmaya çabalamaktadır. Ancak sömürgeler politikası, aynı zamanda insanlığa yeni bir dünyayı fethetmek idealiyle hareket eden proletarya sınıfı halinde taşınan bir etki de gerektirmektedir. Ve bu, sosyal demokrat sınıflarında reformist eğilimleri doğuran, proleteri milli ve vatani önyargılarda tarihi rolüne yabancılaştıran sebeplerden en önemlisi olmuştur. Bundan dolayı bir taraftan işçiyi küçük burjuva zihniyetinin uğursuz etkisinden kurtararak ona devrimci görevinde sınıfının tam saflığını iade etmek, diğer taraftan burjuvaziyi son kalesi içinde sıkıştırmak için, proletaryanın sömürge halkı ile ittifak yapması, onları emperyalizme karşı varolan mücadelelerinde fiilen himaye eylemesi gereklidir.

İşte yoldaşlar, görüyorsunuz ki Bakü Doğu Milletleri Konferansı, bu noktadan Moskova Kongresi’nin uygulamalı bir görünüşü demektir. Sömürgeler meselesi, Türkiye komünistleri için şüphesiz daha özel bir önemle söz konusudur. Şu dakika Batı emperyalizmi Türkiye’yi geniş bir esir deposu haline getirmekle meşgul bulunuyor. Türkiye işçi ve çiftçisi, sömürgeler meselesinin ne olduğunu, ne demek istediğini hala Anadolu’da, Trakya’da, Suriye, Arabistan ve Mezopotamya’da dökülmekte olan kanlardan, hala tutuşan ve genişlemekte devam eden yangınlardan öğreniyor.

Sevr Antlaşması, dünya savaşının karakterini göstermek konusunda Versay ve St. German antlaşmalarından daha kısadır. Dün zayıf milletlerin kurtuluşu için savaşanlar, bugün bilhassa zayıf milletler üzerine çullanmışlardır. Anadolu’da Sevr Antlaşmasıyla Türkiye’ye bırakılan arazi üzerinde bile, güç çevrelerine, tekelci kesimlere ayrılmayan yer kalmadı. Bütün Türkiye baştan başa kapitalist Avrupa’nın sömürgeler politikası içerisine girmiştir. Demek, büyük kapitalist devletlerin dünyanın her tarafına taşıdığı medeniyetten Türk işçisi ve köylüsü de bundan sonra artık dolayısıyla nasibini alacaktır!..

Kapitalist Avrupa’ya göre, sadece sömürge politikası denen şey, bugün Türkiye’nin bütünü içinde bir dert, müthiş bir dert olarak tahribat yapmaktadır ve bu, Türkiye Komünist Partisi’nin Türk proletaryasına sınıf benliği vermek ve onu devrimciliğe hazırlamak hususundaki görevini fevkalade güçleştirmiştir: Berberistan halkına, son senelere kadar kendi memleketlerinin belediye dairelerine bile söz ve mevki vermeyen Fransa, Adana’daki pamuk işçisinin devrim teşkilatı vücuda getirmesine nasıl müsaade eder?.. Bütün dünya Nil fellahına, Hint paryasına, Çin kuli ve Fas bedevisine verilen hürriyetin derecesini bilir.

Bu açıklamalar, Türkiye komünistliği için sömürgeler meselesinin önemini bütün açıklığıyla izah etmeye yeterlidir zannederim.

Bundan dolayı, her şeyden önce bugünkü sömürgeler meselesinin başlı başına nasıl bir mesele olduğunu, hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve hangi doğrultuda evrimleşmekte bulunduğunu incelemek, Türkiye komünistlerinin en önemli görevlerindendir. Burada, şüphesiz bu meseleyi bütün sebepleri ve neticeleriyle açıklamaya kalkışacak değilim. Yalnız sömürgeler meselesi dediğimiz bu muğlak meselenin içyüzüne bir göz atmış olmak için, kısa birkaç söz söylemek herhalde pek gereksiz değildir.

Marksizme göre, göre, sömürgeler politikası demekle, kapitalizmi, istilacı, (emperyalist) niteliğiyle anlamış oluruz. Şüphesiz tarihin her devrinde sömürgelere rastlanır. Finike’lilerin, Yunan’lıların ta eski zamanlarda sömürgeler meydana getirdiğini görürüz. Fakat bugünkü sömürge sorununun büsbütün ayrı karakteri vardır. Önceden sömürge edinmek, ya kendilerini silahlı olarak savunamayan milletlerin vergi verme gücünden yararlanmak amacıyla, yani sırf istilacı emellerle, yahut yabancı memleketlerde küçük ticaret kolonileri oluşturmak, veyahut yüksek kültürlü zengin memleketlerdeki biriktirilmiş serveti doğrudan doğruya yağma etmek amaçlarıyla olurdu.

Bugünkü sömürgeler politikası ise, kapitalist iktisat sisteminin zorunlu sonucudur. Biliyoruz ki, serbest rekabet ve kar emellerinin etkisi altında kapitalist sanayiin üretim gücü, bütün tarihte görülmemiş bir derecede artmıştır. Fakat plansız bir şekilde, yani milletlerin tüketim gücü dikkate alınmayarak arttırılan üretim, piyasada aynı nisbette artan bir müşteri kitlesi bulamadı.

Bu, üretim ile tüketim arasında kapitalizmi mahvolmak tehlikesine sürükleyen bir dengesizlik meydana getirmeye başladı. 1880’den itibaren kendini gittikçe daha şiddetli bir şekilde gösteren bu tehlike önünde sermayedarlar olağanüstü önlemler almaya mecburiyet gördüler. Bu tedbirlerden başlıcalarını, rakipler arasındaki mücadeleyi tatil etmek üzere, karteller, tröstler ve monopoller meydana getirmek, gümrüklere koruma usulü koymak ve nihayet olanaklı olduğu kadar ucuz hammadde getirilmesini ve durmadan artan ürünlere fazla müşteri bulmayı mümkün kılacak sömürgeler elde etmek oluşturur. Fakat bütün bunlar muhtelif memleketler kapitalistleri arasındaki rekabeti, devletler arasında silahlı savaşı rekabet alanına taşımaktan başka bir sonucu getirmedi. Militarist yenişim, işte bu rekabetin felaketli şekilleridir.

Yalnız Bağdat Hattı etrafında cereyan eden gürültülü geçmişi, Fas ve Kongo meselelerini hatırlamak, İngiltere-Almanya, Almanya-Fransa devletleri arasındaki askeri rekabetin nereden, nasıl ve hangi üretim amacı için doğmuş olduğunu bize en açık bir şekilde ispat edebilir. Görülüyor ki, yoldaşlar, askeri rekabet, iktisadi rekabetin son dönemlerini karakterize eden bir zararlı sonuçtur ve sömürge politikası, dediğimiz gibi, kapitalizmin istilacı vasfından başka bir şey değildir. Bu suretle, dünya savaşını doğuran sebepleri de bulmuş oluyoruz.

İşte sömürgeler meselesinin içyüzünü görebilmek için yaptığımız şu basit araştırma bile, bizi, doğrudan doğruya sermayenin yamyam çehresiyle karşılaştırmış oldu.

Eğer bugünün büyük devrimi, şayet bütün dünyayı kapsama gücünden mahrum kalırsa, diğer tabir ile, eğer bütün dünya bu çıplak hakikate göz yummakta devam eder ve sermayeye karşı açılan kutsal savaşa katılmaktan çekinirse, hiç şüphe yok, üretim dünkünden daha pek çok yıkıcı dünya savaşları doğuracaktır.

Türkiye savaşın başladığı güne kadar yarı-sömürge idi. Türk işçisi ve yoksul köylüsü Avrupa banka gruplarına yine değişik şekiller altında işini, ürününü kaptırıyor ve Osmanlı hükümeti, bu yağmacılığa sadece aracılık ediyordu. Bugün Türkiye, tam sömürge haline gelmektedir ve İstanbul’un padişah hükümeti, Türk işçi ve köylüsünün düşmanlarıyla açıktan ittifak yapmıştır. Kırım savaşı esnasında Karl Marx, Rus Çarlığı aleyhine, Türkiye tarafını kayırmış ve Türk çiftçisini, Avrupa’nın en saf, en ahlaklı köylü tipi olmak üzere anmıştı. Bugünkü Rusya Şuralar Devleti de, Marx’ın öz mirasçısı sıfatıyla Avrupa emperyalistleri aleyhine Türk köylüsü ile birleşiyor. İşte burada da komünizm ile temsil olunan enternasyonalizmin saf ve aydınlık yüzünü görebiliriz.

Sermayenin uluslararası karakterine ve uluslararası yıkımına karşı enternasyonal bir cephe meydana getirmek! İşte komünizmin ilk şiarı ve temel taşı.

Türkiye’nin kurtuluşu, dünyanın kurtuluşu ile, yani sermayenin mahvedilmesiyle mümkün olabilir. Türkiye proletaryasının dünya proletaryası saflarında yer alması, yalnız kapitalizme karşı açılan savaşta zafere doğru atılmış yeni bir adım sayılmakla kalmaz! O, aynı zamanda tarihi bir uyanış, yeni bir bilinç de ifade eder. Bu nedenle temenni edelim:

Yaşasın Kızıl Enternasyonal!

Yaşasın Türkiye’nin uyanışı!

Yaşasın kurtuluş devrimi!

Kahrolsun sermaye!..  

(Alkışlar)

12 Eylül 1920

***

 

Sömürgeler ve Milliyetler Sorunu üzerine Kongre’nin kabul ettiği kararlar

 

(Karar tasarısı Mustafa Suphi tarafından sunulmuştur)

1. Sömürge, bugünkü haliyle istilacılık devrini geçiren sınai, mali ve ticari tekelciliğin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, milli kavga ve savaşlarda, bugünkü ekonomik ve siyasi şartlardan çıkan birer trajedidir.

Toplumun kaderi, zenginliğe dayanan sermayedarlardan fetih ve yağmacılıkla şöhret ve iktidar elde eden emirlik ve hükümetlerle, bunlara satılmış bir avuç memurların ileri gelenlerinden ibaret bir sınıf azınlığı elinde kaldıkça, bu felaketlere son vermek imkanı yoktur.

2. Burjuva temelde kurulan hükümetler, fert ve milletlere ait adalet ve eşitliğe dair birçok söz ettikleri halde, tarihin bize gösterdiği feci olaylar, hele son Avrupa Savaş’ından sonra kararlaştırılan Versay Antlaşması’nın, yenilmiş zayıf millet ve memleketleri kısım kısım ezen ve sömürge haline getirmeye teşebbüs yolunda ortaya çıkan sonuçları pekâlâ gösteriyor ki, adalet ve eşitliğe ait bu şiarlar, yalancı bir gösterişten başka bir şey değildir.

3. Demek oluyor ki, sermayedarlar, hükümdarlar ve sultanlardan meydana gelen hiç hükmündeki bir azınlığın, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan zayıf ve yoksul işçi sınıflara baskı ve zorbalık şeklinde ortaya çıkan bu evrensel durumun giderilmesi, ancak sınıf farkını ortadan kaldırarak yeryüzünde egemen, zalim fertlerin, millet ve devletlerin hükmünü bırakmayacak bir büyük devrimin ortaya çıkması ve gerçekleşmesi ile olabilecektir.

4. Bütün dünya işçi ve yoksul köylüleri arasında meydana çıkan bu içerikteki toplumsal devrimde, şimdiye kadar başka devletler ve milletlerin hükmü altında ve sömürge halinde yaşayan millet ve memleketler işçi ve yoksul köylü sınıflarının, milli ve medeni isteklerine karşı hakim durumdaki millet proletaryası tarafından fedakarlıkta bulunulmalıdır. Ezilen milletler arasında aydınlanma ve uygarlığın gelişmesine yardımcı olacak uygar ve milli kurumlara kuvvet verilmeli ve bu suretle onları da samimi olarak devrime yardım esasları hazırlanmalıdır.

5. Komünist Partisi, devrim hareketinin yeni girdiği geri memleketlerde, emperyalizme karşı varlığını savunan milli kuvvetlere yardım ederek, bu arada genellikle sermayedarlar idaresine karşı sınıfsal mücadele hissinin işçi halk içinde derinleşmesine yardımda bulunmalı ve her durumda örgütün sürekliliğini/bağımsızlığını korumalıdır.

(Mustafa Suphi’nin teklifi u¨zerine, bu kararların, program taslagˆını hazırlayan komisyona go¨nderilerek, TKP programına dahil edilmesi istenmis¸tir...).

 

 

 

 

 

Hilmioğlu İsmail Hakkı Yoldaş hakkında

 

“Esmerliğinden ötürü, ‘Arap’ namıyla da anılan Hilmioğlu (İsmail) Hakkı eğitimciydi. 5 Mart 1915’te Berlin’de çekilmiş bir resminden, orada uzun yıllar kaldığını anlıyoruz. Sabiha Sertel, onun Almanya’dan döndüğü 1919 yılında Büyük Mecmua’da M.S. imzasıyla antiemperyalist yazılar yazdığını, devlet borçlarının harp vurguncularına ödetilmesini savunduğunu, devlet kapitalizminden yana olduğunu söylüyor.

“Bu konuşmayı yaptığı ve Müstemlekeler Meselesi hakkında bir rapor sunduğu TKP Kuruluş Kongresi’nde Merkez Komitesi’ne seçilmişti. Üç-dört ay sonra yurda dönünce, Mustafa Suphi’ler grubu içinde o da öldürüldü (28-29 Ocak 1921).”

Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar 1, İletişim Yayınları, 2009, s. 787