24 Nisan'04
Sayı: 2004/08


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs'a doğru belirsizlikler tablosu
  DİE raporunun yeni itirafları ve gizledikleri
  İkinci DEP davası sounçlandı...
  Düzen ordusu nasıl demokratlaştı?!
  NATO: Halklara karşı bir kirli savaş örgütü!
  Ordunun asli görevi burjuva düzenin güvenliğidir!
  Devrimci tutsaklardan açıklama...
  İmzalar KESK MYK'sına ulaştırıldı...
  Liseli gençlik yanıt vermek için 1 Mayıs'ta alanları doldurmalı!
  1 Mayıs'ta alanlara!
  1 Mayıs faaliyetlerinden...
  Uluslararası işçi sınıfı hareketi tarihinde ve Türkiye'de 1 Mayıs
  Bush-Blair çetesinden kasap Şaron'a tam destek...
  İşgalci haydut takımı "Irak batağı"ndan çıkış yolları arıyor!
  BM'de "insan hakları" ikiyüzlülüğü
  Bugün 23 Nisan, neşe dolamıyor insan!
  1 Mayıs ve Kürdistan emekçileri
  İzmir Eğitim-Sen 3 No'lu 1. Olağanüstü Genel Kurulu
  Bültenlerden...
  Bir-Kar 4. Gençlik Kampı başarıyla gerçekleştirildi...
  Ateş saçan Yürekli yoldaş mezarı başında anıldı
  "Plana hayır, önemli olan ortak eylem"
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
“Ekonomik iyileşme”nin bedelleri üzerine...

DİE raporunun yeni itirafları ve gizledikleri

DİE (Devlet İstatistik Enstütüsü) sermaye iktidarının temel bir aklama, hile, manipülasyon aygıtı olarak iş görüyor artık. Enflasyon, ekonomik büyüme, işsizlik gibi istatistikleri keyfince düzenleyerek “ekonominin düze çıkması” balonunun başlıca üfürükçüsü olarak hareket ediyor. Bu rolü üstlenmiş bir kurum olarak onun Türkiye’de gelir dağılımını hesaplarken, elinden geldiğince keskinlikleri törpülemeye çalışmasına da şaşmamak gerekir.

Ne var ki bütün çabasına rağmen o bile ayan beyan bir takım gerçekleri inkar edemiyor. Geçtiğimiz aylarda enflasyonun düştüğünü bizzat kendisi ve üstelik ekonomik iyileşme argümanının temel bir dayanağı olarak açıkladığı halde, bunun bedelini işçi ve emekçilerin, yoksul kesimlerin ödediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı. Keza işsiz sayısındaki yavaş artışı bir iyileşme belirtisi olarak ilan ederken, bunun iş bulmaktan umudunu kesmişlerin kayıtlardan düşmesi nedeniyle olduğunu da bir biçimde söylemek ihtiyacı duymuştu.

Geçtiğimiz hafta içinde DİE’nin yeni bir araştırması açıklandı. Araştırma, 2002 yılı için toplam tüketilebilir gelir olarak saptanan 140 katrilyonun nasıl harcandığını gösteriyor. Buna göre nüfusun en zengin %20’lik kesimi, yani 13.6 milyon orta ve büyük burjuva kesim, toplam 70 katrilyon liraya el koydu. Bir başka deyişle işçi ve emekçilerin yarattığı toplam gelirin tamı tamına yarısını gaspetti. En alttaki %20’lik yoksul kesim ise toplam gelirin %5’i ile yaşamını sürdürmek zorunda kalanlar. 13.6 milyon zenginden herbirine düşen yıllık gelir 3500 dolarken, yoksulların kişi başına yıllık gelirleri 350 doları zar zor bulabiliyor. Buna göre 13.6 milyon yoksuldan herbiri günde 0.96 dolarla yaşamak zorunda.

Zenginler ile yoksullar arasında eğitim, ulaşım, gıda, giyim, haberleşme, eğlence ve kültür gibi harcama kalemlerinde yapılan karşılaştırma ise insanlık adına utanç verici. Örneğin eğitime ayrılan toplam harcamaların %72.93’lük bölümünü en tepedekiler yaparken, en yoksul 13.6 milyon kişinin eğitime ayırabildiği pay ancak binde 31. Fark tam tamına 300 kat! Sağlık harcamalarındaki fark 10 kat, ulaştırma harcamalarında 20 kat civarında...

Bunlar DİE’nin de artık gizleyemediği rakamlar. Bir de üstü örtülenler var. İstatistiklerde en zengin %20’lik kesim homojen bir kesim gibi yansıtılıyor. Oysa Koçlar’ın, Sabancılar’ın, Doğanlar’ın, Karamehmetler’in, Özilhanlar’ın, Zorlular’ın yıllık gelirleri milyon dolarlarla hesaplanıyor. Sırf resmi olarak gösterdikleri ve üstelik önemli bir kısmını vergi dışı tuttukları halde, elde ettikleri gelirin (tabii bir de kirli-gizli işlerden elde ettikleri gelirler var) vergisi bile onlarca trilyonu buluyor. Nitekim kendileri de sömürüdeki maharetlerinin bu göstergeleriyle övünüyorlar.

Servet-sefalet kutuplaşmasının gerçek boyutlarını görmek isteyenler, örneğin en zengin %5’lik kesim ile en yoksul %5’lik kesim arasındaki farka bakmalıdır. Yaklaşık 3.5 milyonluk asalak bir azınlık elini kaldırmadan milyar dolarla oynarken, en alttaki 3.5 milyon yoksul sürekli aç yaşamak zorunda kalıyor.

Bu utanç en başta kapitalizmin utancıdır. Bu utanç, başta tekelci kesimi olmak üzere tüm sömürücü sınıfların ve onların siyasal iktidarının utancıdır. Elbette sermaye sınıfı bunda kendi payına utanç duymak bir yana, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri herşeye rağmen zapt-u rapt altında tutabildiği için övünüyor. Hala belini doğrultamayan, sürekli toplumsal çalkantılarla gündeme gelen bir zamanların Arjantin’i olmakla avunuyor. Yıllardır uygulanan İMF-TÜSİAD yıkım programının başarısına örnek ülke olarak parmakla gösterildiğinden dem vuruyor.

Tüm sermaye çevrelerinin kendilerine övünç payı buldukları bu tablonun son bir buçuk yıldaki mimarı AKP, arkasına ABD ve AB emperyalistlerinin, işbirlikçi sermayenin desteğini almış olarak, işçi ve emekçilere düşmanlığını tam bir pervasızlıkla sergileyebiliyor. Sermaye uşaklığındaki maharetleriyle tam bir arsızlıkla övünebiliyor.

Son dönemde sermaye medyasıyla elele, ekonomik alanda elde edilen başarılar yalanlarıyla, işçi sınıfı ve emekçileri aldatmaya çalışıyorlar. Ekonominin düze çıktığını, “hasta yatağından kalkıp” dolaşmaya başladığını iddia ediyorlar. Oysa, işçi ve emekçilerin, açlık sınırında yaşayan yoksulların durumunda değişiklik bir yana, yoksulluk ve sefalet her geçen gün biraz daha derinleşiyor.

Emperyalist ülkelerde bir zamanlar, gerek sınıf mücadelesinin zoruyla, gerekse yoksul ve bağımlı ülke halklarından gaspedilen değerlerin bir sus payı olarak verilmesinden dolayı, işçi ve emekçi kitleler bir nebze rahat yaşabiliyorlardı. Fakat artık o dönem geride kalmış bulunuyor. ‘90’ların başından bu yana emperyalist devletler arasındaki geçici uzlaşma dönemi sona erdi. Artık tüm emperyalist ülkelerde, kapitalizmin iktisadi yasalarının dayatmasının sonucu olarak, özellikle uluslararası pazar kavgasında güç olmak için, işçi ve emekçi sınıfların tüm kazanımları yokedilmeye çalışılıyor. Bu koşullarda, yapısal krizler içinde debelenen Türkiye’nin kapitalist ekonomisinin düzelmesi mümkün müdür?

Kapitalist sömürü ve yıkım düzeni varoldukça, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri bekleyen tek gelecek daha fazla yoksulluk, daha büyük yıkımlardır. Zira “üretici güçlerin gelişmesindeki her artış, kapitalistin daha da zenginleşmesine, çalışan kitlelerin ise nispi ya da mutlak yoksullaşmasına yol açar. Toplumsal zenginliğin artışına toplumsal eşitsizliklerin artışı eşlik eder. Servet-sefalet kutuplaşması gitgide büyür, sermaye sınıfı ile emekçiler arasındaki uçurum derinleşir.” (TKİP Programından...)

Nitekim şimdi işçi ve emekçileri korkutmak için bir umacı olarak kullandıkları kriz dönemlerinde bile tekelci sermaye alabildiğine semiriyor. En büyük vurgunları da böylesi dönemlerde gerçekleştiriyor. Tekelci sermaye esas kârlarını sanayi alanına yatırımlarından değil, rant ve faiz gelirlerinden ediniyor. 2003’ün vergi rekortmenlerinden biri , 40 trilyon civarındaki bütün gelirini hazine bonosu faizinden kazandığını açıklayabiliyor.

Bunlar, DİE’nin bazı rakamları çarpıtarak keskinliğini gidermeye çalıştığı tablonun ana hatlarından bazılarıdır. Sermaye iktidarı, AKP hükümeti, sermaye tekelleri İMF’nin örnek ülkesi olmakla övünmekte bir bakıma haksız da sayılmazlar. Bunca yıkıma, çelişkilerin böylesine keskinleşmesine rağmen işçi ve emekçi kitleler denetim altında tutulabiliyorlar. En kapsamlı saldırılardan biri olarak kölelik yasasını uygulayabiliyorlar. Bunu tamamlayacak diğer iki yasa da çıkarılmak üzere. Emekçilerin örgütlülükleri tarumar edilmiş durumda. Emekçiler bilinç ve mücadele planında sürekli geriletiliyor. Ve bütün bu saldırılarda en fazla kaybı yaşayacak olan bir parça örgütlü olan kesimler bile, sendikal ihanet çetelerini ezip geçecek bir iradeyi henüz ortaya koyamıyorlar.

Fakat bu durum geçicidir. İMF’nin örnek ülkesi olmanın sermaye iktidarına çıkardığı faturalar olacaktır. Bir zamanların Arjantin’i olmakla övünenler, şimdilerin Arjantinler’i olmaktan da kurtulamayacaklardır. İşçi sınıfının enternasyonal mücadele günü 1 Mayıs’ta sermaye iktidarına bunu hatırlatmak, tüm işçi ve emekçilerin, özellikle de öncü kesimlerinin onur davasıdır.