09 Temmuz 2005
Sayı: 2005/27 (27)


  Kızıl Bayrak'tan
  G-8 Zirvesi ve “hayalet”in önlenemeyen
yükselişi!
  Telekom’da sermaye sözünü söyledi...
Söz sırası işçi ve emekçilerde!
  Kamu TİS’leri sonuçlandı... Sonucu özeleştirme belirledi
  Tayyip Erdoğan ve hükümeti GOP için
seferberliğe hız veriyor
  Eğitim-Sen 2. Olağanüstü Genel Kurulu
  2 Temmuz Sivas katliamı protestolarından
  Sermaye devleti katliamda sınır
tanımıyor...Topyekûn saldırıya karşı
mücadeleyi yükseltelim!
  Gimas grevi ateşlenmeyi bekliyor
  Sınıf hareketinden...
  Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye’de Kürt sorunu (Orta sayfa)
  Dönemin aydıncıkları ve “büyük hizmetleri”
  Katliamlar sürüyor...
Hem de alenen, sokak ortasında ve
kameralar karşısında!

  Devlet partisi CHP’den hükümete “sokak” tehdidi

  Live8 G-8’e karşı mı?
Kapitalizm tarih olmadan
açlık ve sefalet tarih olabilir mi?
  G-8 zirvesi toplandı...
Emperyalist güç odakları çözümün değil
sorunların kaynağıdır
  Yeni hedeflerden biri Azerbaycan... CİA-Soros patentli karşı-devrimler
ve ABD uşakları
  Reklam dünyası ve kadın
  17’lere...
Kan kızıldı toprak!
  Bültenler / OSB-İMES
  Bültenler / Çiğli İB
  Kurtköy Canbazbayır emekçileri barikatları kurdular... Yıkım kararına
karşı direniş kararlılığı!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt sorunu

H. Fırat

Bu sayımızdan itibaren “Ulusal Sorun ve Kürt Hareketi” başlıklı dizi yazımızın yeni bir alt bölümüne yer vereceğiz. İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt sorunu konulu bu yeni bölüme ulusal sorun konulu bir konferansın bu kapsamdaki kayıtlarıyla başlıyoruz. İki ya da üç sayı sürecek bu kayıtların ardından konuya ilişkin değerlendirmelerle devam edecek dizi yazımız.

Kürt hareketi İmralı'yla birlikte köklü bir kimlik değişimi yaşadı, bu herkesin kabul ettiği bir realite. Bizzat bu değişimi yaşayanların kendileri köklü bir konum ve kimlik değişimi yaşadıklarını, ideolojilerini ve programlarını temelden değiştirdiklerini, artık dünyaya bir başka türlü baktıklarını, bu çerçevede Kürt sorununu da yeni bir bakış açısıyla ele aldıklarını bütün açıklığıyla ifade ediyorlar. Ortada çok köklü bir konum ve bunun ifadesi bir kimlik değişimi olduğu bir gerçek, bu konuda bir tartışma yok. Bu durumda önemli olan bu değişimin nasıl bir değişim olduğu, ne ifade ettiği, bu değişimle birlikte nereden nereye gelindiğidir. Tartışılması gereken ama yazık ki solda pek de tartışılmayan budur...

Geçmişte Kürt hareketi, ne kadar sosyalist olduğundan bağımsız olarak sosyalizm iddiası, ne kadar devrimci olduğundan bağımsız olarak devrim iddiası taşıyordu. PKK Kürt emekçilerini esas aldığını, onların çıkar ve özlemlerini temsil ettiğini ileri sürüyor, devrim ve sosyalizme ilişkin iddialarını da buna dayandırıyor, bununla ilişkilendiriyordu. Bugün artık bütün bunlar terkedilmiş, tümüyle geride kalmıştır. Devrime ilişkin tüm iddialar ilk İmralı savunmalarından beri kategorik olarak geride kaldı. Şimdilerde Abdullah Öcalan devrim fikrini üreten, konum, çıkar ve özlemleri devrimi gerektiren temel sınıf olan işçi sınıfını bilinçlerden silmeye çalışıyor. Savunma kitaplarında Marksizm'e yöneltilmiş ölçüsüz ve karalayıcı saldırıları işçi sınıfına ilişkin aşağılayıcı düşünceler tamamlıyor.

Sol bir söylem elbette hala da kullanılıyor, aynı Abdullah Öcalan demokratik sosyalizmden bile sözedebiliyor. Ama bu her türlü devrimci değişim perspektifinden ilke olarak yoksun, kurulu düzeni esas alan ve onu siyasal reformlar yoluyla demokratikleştirme hedefinin ötesine geçemeyen reformist bir burjuva sosyalizminden öte bir şey değildir. Kürt hareketinin son otuz yılda yarattığı birikimin niteliği, bu birikimin dayandığı ideolojik-siyasal kültür düşünüldüğünde bunun böyle olması, yani sol bir söylemin hala da kullanılıyor olması, hiç değilse bugün için tercihin de ötesinde bir ihtiyaçtır. Devrimci hedefler terkedildikten ve bu da belli bir kolaylıkla saflara benimsetildikten sonra, bu tür bir sol söylem artık bir sorun olmaktan çok bir olanaktır. Bununla, herşeye rağmen sol eğilimde duran Kürt birikimini denetim altında tutmak, geçmişte olduğu gibi bugün de hareketin asıl yükünü çeken emekçileri emekçi yandaşlığı iddiası ile aldatmak olanaklı hale gelir. Öte yandan Kürt sorununa düşünülen çözüm artık demokrasinin sınırlarını genişletmek çizgisine indirgendiğine göre, buna en uygun düşen siyasal söylem de doğal olarak reformist sol bir söylem olmak zorundadır.

Devrim hedefinin bu denli sancısız bir biçimde geride bırakılması, kurulu düzenin genel sınıfsal çerçevesinin bu denli açıkça benimsenmesi başlı başına az bir şey değil. Bu, düzen karşıtlığından düzen içine geçişle aynı anlama gelmektedir ve bu denli önemli bir değişim büyük sancılara yolaçmaksızın başarılmış durumdadır. Bu denli köklü bir konum değişimi beraberinden tüm öteki değişimleri de kaçınılmaz olarak ve nispeten daha kolay bir biçimde getirir, nitekim getirmiştir de. Geçmişte, özellikle de ‘70'li yıllarda ve elbette ‘90'lı ilk yıllara kadar Kürt hareketinin en temel kimlik özelliklerinin ve dolayısıyla siyasal çizgisinin en temel unsurlarından biri anti-emperyalizmdi. Gelinen yerde bu tümden terkedilmiştir ve bu terkediş giderek kitlesel düzeyde benimsenmektedir, AB yandaşlığı ve ABD'ye bağlanan umutlar bunu göstermektedir. Abdullah Öcalan'ın savunma kitapları Amerikan emperyalizmi ile halklar arasında gerçekleşecek “demokratik sentez”lere ilişkin gerici güzellemelerle doludur. Şimdilerde Güney Kürdistan'daki gelişmelere ilişkin değerlendirmelerinde zaman zaman emperyalizme karşıt bir söylem de kullanabiliyor, ama bu ilkesel bir bakıştan çok koşulların gerektirdiği politik bir söylemden ibarettir. Bu, emperyalizme karşıtlıktan çok Güney Kürdistan üzerinden ABD politikalarına bir karşıtlıktır. Bilindiği gibi Kürt sorunu ve özellikle de Güney Kürdistan sorunu üzerinden Türk burjuvazisinin ve devletinin çıkarları bu sınırlarda bir Amerikan karşıtlığını gerektiriyor. Türkiye'nin kırk yıllık Amerikancılar'ı bile bu sorunun, ama yalnızca bu sorunun sınırları içinde ABD muhalifidirler. Abdullah Öcalan da Güney Kürdistan sorunu üzerinden ABD politikalarına muhalefet ederken, bu tutuma kendi cephesinden destek vermiş oluyor. Bunu düzen cephesi için çok hassas bir sorun üzerinden Türk devletine güven vermek olarak da tanımlamak mümkündür. Demek istiyorum ki, bu onun Türkiye Kürtleri'nin kaderini Türk burjuvazisiyle yapıcı bir uzlaşmaya endeksleyen genel çizgisi ile de uyumlu bir tutumdur. Bu türden yanıltıcı söylemleri bir yana bırakıldığında ve genel planda ele alındığında, Kürt hareketinin anti-emperyalist geleneğini, bunun ifadesi tutum ve değerleri terkettiği, İmralı sonrası sürecin katı ve Türkiye Kürtleri'nin 40 yıllık anti-emperyalist geleneği düşünülürse acı bir gerçeğidir.

Kürt hareketinde kullanılmakta olan sol söylem, tümüyle anayasal reformlar çizgisine oturmaktadır. Gelinen yerde PKK tarafından temsil edilen hareket zaten herhangi bir iktidar iddiası taşımıyor. “Devleti demokratikleştirme” programı var burada ve bu kelimenin en tam ve saf anlamında reformist bir program. Biz komünistler Türkiye sol hareketinin demokratik devrim anlayışının son tahlilde mevcut devleti ve düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirme anlamına geldiğini söyleyegeldik ve bir dizi eleştiri içinde bunun teorik mantığını ortaya koyduk. Geçmişin devrimci demokratik bir akımı olarak PKK de kendine özgü bir tarzda bugün bu reformist çizgiye evrilmiştir, devleti ve toplumu kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmek çizgisinde karar kılmıştır. Bugünün teslimiyetçi Kürt hareketi ile her türden reformisti bu denli kolay buluşturan çizgi işte bu çizgi, yani kurulu düzeni kendi iktisadi-sosyal temelleri üzerinde, bu temele dokunmaksızın demokratikleştirme çizgisidir. Bunun gerici bir ütopya olduğunu, kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirme umudunun ham bir hayal olarak kalmaya muhkum olduğunu söylemenin bir gereği yok.

Devrimci Yol, TDKP ya da Kurtuluş türünden ‘70'li yılların küçük-burjuva devrimci demokratik akımları devrimci konum ve kimliklerindeki köklü değişimi, 12 Eylül yenilgisi ile onu tamamlayan ‘89 çöküşünün etkisi altında bir sürece yayılarak yaşadılar. PKK'nin temsil ettiği devrimci-demokrat Kürt hareketinde ise bu değişim ‘90'lı ilk yıllarda belirgin biçimde başladı, ‘90'lı yıllar boyunca bu doğrultuda bir hayli mesafe alındı ve nihayet İmralı teslimiyeti ile birlikte devrim düşüncesiyle her türlü bağ köklü bir biçimde koparılıp atıldı. Kürt hareketindeki değişim arkadan geldi, fakat kendinden öncekileri fersah fersah geride bıraktı. Türkiyeli reformistler hiç değilse bir bölümüyle söylem düzeyinde hala da devrime ve sosyalizme bağlılık bildirmeye devam ediyorlar. Oysa yeni İmralı ideolojisi sistematik biçimde bir devrim ve sosyalizm düşmanlığını işliyor, özü ve ruhu bakımından bu türden bir düşmanlığa dayanıyor.

İmralı çizgisi açıktan liberal burjuva bir anayasal reformlar çizgisidir artık. Mevcut toplum düzeni iktisadi ve sosyal temelleriyle tartışma dışı tutuluyor, aynı anlama gelmek üzere benimsenip veri olarak alınıyor, fakat siyasal yapısında demokratik değişimi talep ediliyor. İşte bu kendi türünden bir burjuva demokratizm çizgisi anlamına geliyor. Devlet iktidarına dayalı siyaset alanının tümüyle dışına çıkarak, bu arada devletle özel bir tarzda uğraşmayarak, tersine olanaklı olduğunca onunla “ilkeli uzlaşmalar” arayarak, “sivil toplum alanı”nda eğitim ve kültür çalışması yoluyla kendine alan açmak (“3. Alan” teorisi bu anlama geliyor), böylece geleneksel ve resmi olanın sözde dışına çıkmak, bu arada anayasal sınırlarda bir mücadele yoluyla “devleti demokratikleştirmek” çizgisi bu. “Devleti demokratikleştirmek” liberal çizgisi cumhuriyeti demokratikleştirmek, dolayısıyla da “demokratik cumhuriyet” çizgisi olarak sunulunca, hem daha bir çekici hale geliyor ve hem de böylece sorun tarihsel zemine ve çerçeveye oturtulmuş oluyor. Cumhuriyetimiz var deniliyor, bu cumhuriyeti zamanında birlikte kurmuştuk, biz bu cumhuriyette asli üyeyiz, ama bu cumhuriyet demokratik olmayı başaramadı, aslında ona doğru bir gidişi vardı ama Kürt isyanlarıyla bir provakasyon ortamı doğdu, bu süreç kesintiye uğradı, bugün gelinen yerde hedef devleti demokratikleştirmektir, cumhuriyeti demokratikleştirmektir deniliyor.

Cumhuriyeti demokratikleştirme söylemi ve dolayısıyla “demokratik cumhuriyet” formülü hiçbir yenilik taşımıyor. ‘90'ların başında Türkiye'nin Amerikancı neoliberal aydınları ortaya atmışlardı bu şaşaalı ama içi boş formülü. Artık cumhuriyeti demokratikleştirmek gerekir diyor ve “İkinci cumhuriyet”e geçiş olarak tanımlıyorlardı bu ihtiyacı. Bu formülasyon o zamanlar (‘90'lı yılların başı oluyor bu) tüm ağırlığı ile hissedilen Kürt sorununa da kendince bir çözümü kapsıyordu. O dönemin şoven resmi bakışına göre Kürt sorununun ağırlığını algılayan ve hesaba katan, bu çerçevede bir çözüm, bir reform programı da vardı “ikinci cumhuriyetçi” neo-liberallerin. Buna ilişkin tartışmalar yıllarca sürdü ve sonra geride “ikinci cumhuriyetçiler” nitelemesi dışında pek de bir iz bırakmayarak gündemden düştü.

Abdullah Öcalan İmralı ile birlikte bu formülü Kürt sorununa uyarladı. Cumhuriyeti demokratikleştirmek, yani “demokratik cumhuriyet” Kürt sorununu çözmenin biricik gerçekçi ve olanaklı formülü idi artık. Cumhuriyet bir yere gelmiş ve tıkanmıştır, bu noktadan itibaren yoluna ancak demokratikleşerek, yani demokratik cumhuriyete dönüşerek devam edebilir deniliyordu. “İkinci cumhuriyetçi” neoliberallerin söylediği de tamı tamına buydu. Şu farkla ki, onlar için esas kaygı emperyalist küreselleşmeye ve bu çerçevede ABD'nin küresel ve bölgesel politikalarına çok yönlü uyumdu, demokratikleşmiş cumhuriyet olarak “ikinci cumhuriyet” bu anlama geliyordu. İmralı ile birlikte Kürt hareketi içinse Kürt sorununu çözmenin başı ve sonu.

Abdullah Öcalan kemalist açılımlarını da aynı çerçeve üzerinden yapıyor: Türkiye cumhuriyetle birlikte ve cumhuriyet sayesinde, yani kemalist devrimlerin açtığı yoldan bugün bir yere gelmiş, fakat artık önü tıkanmıştır; tek neden bu olmamakla birlikte Kürt sorununu çözmüsüz bırakmak burada temel önemdedir. Gelinen yerde cumhuriyet demokratikleştirilerek, dolayısıyla Kürt sorunu çözülerek daha ileriye gitmek olanaklı olabilir, bu ise ancak Kemalizm'in güncelleştirilmesi yoluyla başarılabilir. Abdullah Öcalan neo-kemalizm olarak niteliyor, yeni bir Mustafa Kemal çıkmayacağına göre, yapılması gereken Kemalizm'i güncelleştirmektir diyor, resmi çevrelerden kimse bunu iş edinmediği için de bu işi bizzat üstlenmek durumunda kaldığını söylüyor. Ama bu çerçevede yapıp ettiklerinin halihazırdaki biricik gerçek işlevi, Kürtler'i olanaklı olduğunca resmi tarihle ve dolayısıyla bir de bu yol üzerinden düzenle barıştırmaktan ibaret kalıyor.

Kürt hareketi bugün düzen içine kaymış bulunuyor ve kurulu düzeni esas alan, onda siyasal reformlarla yetinen bir çizgi izliyor; bunu devleti demokratikleştirmek ve bu temelde Kürt sorununa da demokratik çözüm getirmek olarak formüle ediyor. Ne var ki bu çözüm siyasal alanı kapsamıyor, ya da siyasal alanı kapsadığı kadarıyla bu devletteki genel demokratik dönüşüm anlamına geliyor. Ama Kürt ulusal sorunu açısından bu değişim programı siyaset alanını kapsamıyor. Oysa özü ve esası yönünden ulusal sorun, dolayısıyla da Kürt sorunu siyasal bir sorundur. Siyaset alanını dışta bırakarak, uluslar arasındaki siyasal eşitsizliği es geçerek, sorunu salt kültürel haklar derekesine indirgeyerek, böylece ulusal soruna çözüm bulunabileceğini iddia etmek boşa konuşmaktır. Gelgelelim İmralı çizgisinin Kürt sorununun çözümünü ele alışı halihazırda budur.

Bir devletin bünyesinde ulusal sorunun varlığı demek ulusal baskı ve eşitsizliğin varlığı demektir. Bunu gidermeden, ezilen ulusun siyasal özgürlüğünü sağlamadan, uluslar arasında tam hak eşitliğini gerçekleştirmeden, bu çerçevede ezen ulusun tüm ayrıcalıklarına son vermeden ulusal sorunu çözemezsiniz. Egemen ulus, devlete ulusal özellikleriyle hakim olan, ona rengini verendir; devlete onun ulusal kimliği, onun siyasal-kültürel değerleri damgasını vurur, devlet onun adıyla anılır, onun bayrağıyla temsil edilir, resmi dili onun dili olur. Devletin ulusal niteliği kendini bu temel siyasal unsurlar üzerinden gösterir. Ulusal baskının işlevi tüm bunları ezilen ulus ya da uluslara kabul ettirmek, zorla benimsetmektir, böyle şekillenmiş bir devlet bünyesinde ezilen konumdaki ulus ya da ulusları zorla tutmaktır. Ulusal özgürlük ve eşitlik zora dayalı bu duruma son vermek, ezilen ulus ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak ve fiilen gerçekleştirmek, dolayısıyla egemen ulusun her türlü ulusal ayrıcalığına son vermektir. Bu koşullar gerçekleşmediği sürece sorun sorun olarak kalır, bir dizi reformla sorunun ağırlığı ve şiddeti belki hafifletilebilir, fakat yine de sorun çözülmüş olmaz.

Bugünkü İmralı ideolojisi ve çizgisi egemen ulusun siyasal ayrıcalıkları kapsamına giren tüm sorunları tartışmanın dışında tutuyor. Devlet yapısı üniterdir ve bu tartışılamaz, devletin resmi dili Türkçe'dir ve bunu tartışmanın anlamı yoktur, diyor. Bu, Türk üst kimliğini tartışma dışı tutmak ve Kürtler için siyasal özgürlük ve eşitlik istemini bir yana bırakmak anlamına geliyor. Devlet ve toplum yaşamının düzenlenmesinde siyaset alanı olduğu gibi Türk ulusal kimliğine bırakılıyor, ama kültürel alanda Kürtler'e bir alt serbesti alanı açılmak isteniyor. Sorunun dil ve kültürel haklar derekesine indirgenmesi derken bunu anlatmış oluyoruz. Bütün bunlar Abdullah Öcalan'ın kendi formülasyonları. Kürt sorunu sözkonusu olduğunda İmralı çizgisi tam da bu yaklaşımda anlamını buluyor. Abdullah Öcalan'ın savunma adı altında kaleme aldığı tüm o kitaplarının Kürt sorununda gelip vardığı nokta bu. Yeri gelince biz azınlık değiliz asli kurucu üyeyiz, Türkler'in neyi varsa bizim de o olacak diyor, genellikle de avukat görüşmelerinde. Ama kitapları üzerinden sunduğu gerçek çözüm programına bakıldığında bunun boş ve esas olarak da Kürtler'e yönelik aldatıcı bir söylem olduğu bütün açıklığı ile görülüyor.

Programatik çözüm önerilerine baktığınızda, siyasal alanı dışta bırakan, sorunu salt kültürel hak ve taleplere indirgeyen bir tutumla karşı karşıya kaldığınızı görürsünüz. Devlete karşı geliştirilen yarı-liberal yarı-anarşizan o sözde yeni felsefenin işlevi de burada açığa çıkıyor. Bu, Türk egemen kimliğine dayalı bugünkü siyasal statükoyu mazur göstermenin ve meşrulaştırmanın, Kürtler'i alt bir kimlik olarak salt kültürel hak ve taleplerle sınırlı bir çözüme razı etmenin teorisi ve felsefesi oluyor. Ulusal devlet hep ulusal boğazlaşma getirmiştir, halklara mutluluk getirmemiştir; devlet zaten her zaman bir kötülük aygıtı olagelmiştir, tarih boyunca bu hep böyleydi, kapitalizm döneminde böyle sürdü, sosyalizmde de farklı olmadığı ve olamayacağı görüldü; dolayısıyla devlete dair her türlü istem ve arayışı kategorik olarak bir yana bırakmak gerekir deniliyor. Devlet konusundaki bilimsel teoriyi ve tarihi gerçekleri bir yana bırakan tüm bu söylemlerin gerçekte ikili bir somut hedefi var. Emekçi sınıfları devrimci iktidar mücadelesinden ve ezilen ulusları, somutta Kürtler'i, siyasal özgürlük ve eşitlik arayışı ve mücadelesinden alıkoymak.

Kürt halkı kendisine büyük fedakarlıklara malolan 20 yıllık mücadele içinde bir arzu, istem ve somut hedef olarak gördü ulusal özgürleşmeyi. Özgür ve egemen bir ulus olarak varolma hak ve olanağını elde etmek 20 yıllık mücadele içerisinde politikleşmiş Kürt kitlesinin bilincine işledi. Öylesine ki, hiç değilse PKK'ye destek veren Kürt kitlesi 1990'ların ortasında bu olanağı elde etmeye çok yaklaştığını bile düşünmeye başladı. Özal'ın cumhurbaşkanıyken federasyonun bile tartışılabileceğini söyleyebilmesi bu türden umutları ayrıca pekiştirdi. Bölgesel özerklik ya da otonomi bir yana, ulusal düzeyde federatif birlik bile Kürtler için düzen cephesinden gündeme getirilebilen, hiç değilse üzerine tartışılabilinir denilebilen bir sorun haline gelmişti o zamanlar.

Abdullah Öcalan'ın ulusal sorunun çözümünü siyasal alandan alt kimlik temeline dayalı kültürel haklar alanına kaydıran teorileştirmeleri mücadelenin Kürt halkında yarattığı bu bilinci ve umudu kırmaya yönelmiştir. Onu buna iten nedenler ya da bu çabanın gerisindeki gerçek saikler üzerine çok şey söylenebilir, yaygın olarak söyleniyor da. Fakat kesin olan, onun, ancak bu çerçeveye inilirse, yani alt kimliğe ve kültürel haklar sınırlarında istemlere razı olunursa, devletle bir uzlaşma ve dolayısıyla kurulu düzen tabanı üzerinde Kürt sorununa bir çözüm bulunabileceği düşüncesini veri aldığıdır. Bunu böyle ele aldıktan sonra yapılan, bunu, devletin dayatması görünümünden çıkarmak, bunun için de onu sözümona tarihsel ve felsefi dayanaklarla gerekçelendirmektir. Burada felsefi ve teorik açılımlarla bir siyasal sonuca varılmıyor, tersine, eldeki bir siyasal veriye uygun felsefe ve teori üretilmeye çalışılıyor. Politikleşmiş Kürt kitlesinde zorlu mücadeleler içinde oluşmuş bir ulusal özgürlük ve eşitlik bilinci ancak gerçekten tarih ve toplum felsefesi cilasına bulanmış düşünsel aldatmacalarla kırılabilir, kırılabilirse eğer. Abdullah Öcalan'ın bugün İmralı üzerinden savunma adı altında çıkardığı kitaplarla yapmaya çalıştığı bu.

İlkel milliyetçiliğe karşıtlık adı altında yürütülen ideolojik çabaların hedefi de gerçekte farklı değil. Kürt milliyetçiliğine karşıtlık adı altında gerçekte Kürtler'in en temel ve meşru ulusal haklarına, en başta da ayrı bir devlet olarak varolmak hakkına karşı bir tutum var ortada. Hep vurguladığımız gibi Abdullah Öcalan'daki sözde devlet karşıtlığının gerisinde gerçekte tamı tamına bu var.

Biz komünistiz ve enternasyonalistiz, biz devrimci sınıf bakış açısından soruna bakıyoruz ve halkların büyük birliğini arzuluyoruz. Bizim ulusal devlet diye bir idealimiz yok, olamaz da. Tersine, biz ayrı bir ulusal devlet arayışını dün de bugün de Kürt küçük-burjuvazisinin idealize edilmiş arayışı saydık, sayıyoruz. Kürt sorununa ilişkin değerlendirmemizde yeterli açıklıkta var bütün bunlar. Biz Kürtler'in ayrı bir devlet kurmasını değil, fakat Türk ve Kürt halklarının, öteki azınlık milliyetlerle birlikte, gerçek özgürlük ve tam eşitlik temelinde, birleşik bir Sosyalist Cumhuriyet, bir sosyalist cumhuriyetler birliği kurmalarını istiyoruz, savunuyoruz, parti olarak bu stratejik hedef uğruna mücadele ediyoruz. Dolayısıyla bizim için sorun, ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal dargörüşlülüğünü, bunun ürünü milliyetçi arzu ve hedefleri paylaşmak değildir.

Fakat burada sorun kendi başına bizim ne düşündüğümüz ya da arzuladığımız da değildir. Tüm mesele düne kadar varılığı ve kimliği bile inkar edilmiş bir halkın temel önemde meşru ulusal haklarıdır. Ezilen bir ulusun uyanışından, ulusal bilinçlenmesinden gelen haklı istemleridir. Marksizm-Leninizm bize, taşıdığı demokratik muhtevaya rağmen ezilen ulus milliyetçiliğinin de belli bir noktadan sonra, özellikle de ilk önemli hedeflerine ulaşmasının ardından şoven ve baskıcı bir kimliğe bürünebileceğini öğretir. Bunun ne anlama geldiğini çok geçmeden Güney Kürdistan üzerinden izleme olanağı da bulabileceğiz. Demek istiyorum ki, biz bu konuda fazlasıyla gerçekçiyiz ve ezilen ulus milliyetçiliği hakkında herhangi bir hayal beslemiyoruz. Ama yine de bugünkü koşullarda, Kürt halkının her türlü ulusal hak ve özgürlüğünün gaspedildiği, buna ilişkin istemlerinin her yolla bastırıldığı, ulusal ve kültürel kimliğinin ezilmeye ve yokedilmeye çalışıldığı koşullarda, Kürtler'in deyim uygunsa milliyetçi olma, dar milli hedefler gütme, örneğin ayrı bir devlet olarak varolmayı arzulama ve elbette bunun için çabalama hakları var. Oysa ilkel milliyetçiliğe karşı mücadele adı altında bütün bunlara karşı da bir savaş var. Bu, ezilen ulus milliyetçiliğine karşı devrimci enternasyonalist çizgide sürdürülen bir mücadele olsa, halkların büyük birliğini ve devrimci çıkarlarını esas alsa, ezilen ulus devrimcilerinden beklenen, beklenmesi de gereken bir tutum örneği olarak selamlanabilirdi. Ama hayır, bu, Türk burjuvazisi ve devletine eklemlenme çizgisinde yürütülen bir mücadeledir ve bu çerçevede esası yönünden gerici bir amaca ve işleve sahiptir.

Politikleşmiş Kürt kitlesi aynı mücadele süreci içinde iyi-kötü bir tarih bilinci edinmişti. Kürtler 19. yüzyılın ortasından başlayarak, özellikle de cumhuriyetle birlikte kendi ulusal özgürlük ve eşitlik arzu ve arayışları doğrultusunda bir mücadele yürüttüklerini, başkaldırdıklarını, büyük bedeller ödeyerek bir tarihsel birikim yarattıklarını düşünüyorlardı, bunda ifadesini bulan bir tarih bilinci taşıyorladı. Bu bilinç de İmralı'nın ilk savunmalarından beri sistematik bir biçimde bir saldırıya konu oluyor. Kürt isyanlarının bilinen sorunlu yönleri, bu isyanların dayandığı haklılık zeminini görmezlikten gelmenin, onları modernleşmeyi ve ilerlemeyi temsil eden cumhuriyet karşısında gericiliğin ifadesi saymanın dayanağı olarak kullanılıyor.

Kürt isyanları tabii ki karmaşık ve çelişik özellikler taşıyorlardı. Partimizin Kürt sorununa ilişkin temel değerlendirmelerinde sorunun bu yönü ele alınıp irdelenmiş ve sonuçta şu yargıya varılmıştır:

“Toplumsal içeriği yönünden Kürt-feodal burjuva sınıflarının kendi etkinlik alanlarına ve pazarına sahip olmak isteğinin ifadesi olsa bile, siyasal yönden bu mücadeleler meşru ulusal istemlere dayalıdır, yabancı zulmüne ve egemenliğine yönelmiştir. Tersinden bakıldığında, kemalist Türk burjuvazisinin bu hareketlere müdahalesi, ulusal eşitlik ve özgürlük için mücadele eden bir ulusa zorla boyun eğdirmek, Kürdistan pazarını ele geçirmek ve Kürdistan'ı bütünüyle sömürgeleştirmek amacına yöneliktir. Aşırı gerici, şoven ve soykırımcı bir sömürgeci politikanın ifadesidir. Bu politika ve uygulamaları resmiyette dine ve feodal gericiliğe yöneltilmiş olarak gösteren kemalist çabalar, büyük bir tarihsel ikiyüzlülüğün ifadesidirler. Kürt ayaklanmalarının kanlı bir kırımla bastırılışından ve Türk sömürgeciliğinin Kürdistan'a tam yerleşmesinden, Kürt feodalleri sınıf olarak zarar görmemişlerdir, yalnızca Kürt kimlikleriyle baskı, eziyet ve sürgünün hedefi olmuşlardır. Sömürgeci burjuvazi ayaklanmaları bastırdıktan sonra, tersine Kürdistan'daki feodal-aşiretçi geri yapıyı, bundan beslenen dinsel-feodal kültürü, sömürgeci egemenliğin uygun zemini olarak sürekli korumuş ve desteklemiştir.” (Kürt Ulusal Sorunu, Ekim 1. Genel Konferansı, Mart 1991)

Bu pasaj sorunun özünü ve tarafların konumunu yeterli açıklıkta ortaya koyuyor. Temelde, son tahlilde, Kürtler tam da ulusal haklardan yoksun bırakıldıkları için başkaldırdılar, feodal yapı ve ilişkileri korumak ya da hilafeti ve padişahlığı geri getirmek için değil. Bu ayaklanmaların salt Kürt bölgelerinde ve Kürtler'i kapsar biçimde gerçekleşmesi bile bunun başlı başına dolaysız bir kantıdır. Sonuçta feodal ve dinsel ideolojik söylemlerle bulaşık, dolayısıyla bulanık da olsa, temelde ulusal özgürlük ve eşitlik arzusuyla gerçekleşmiş ayaklanmalardır bunlar ve buradan kaynaklanan haklı ve meşru bir zemine sahiptirler.

Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarını, bunların oluşturduğu hareketleri, soyut biçimde ve ölçülerle alırsanız, onları Kemalist harekete göre belirgin biçimde geri bir konum ve kimlikte bulabilirsiniz. Kemalist hareket modern bir burjuva hareket idi; padişahlığı ve hilafeti tasfiye etti, kapitalist gelişmenin önünü açmak üzere modernleşme doğrultusunda bir dizi reform gerçekleştirdi, burjuva gelişimin önünü tıkayan bir dizi engeli ortadan kaldırdı. Elbette feodal ilişkilerin köklü tasfiyesi, bu çerçevede bir toprak devrimi yoluna gitmedi, tersine burjuvazi kadar büyük toprak ağalarına da dayanan, onların da sınıfsal çıkarlarını temsil eden bir hareketti o. Ama bir dizi reformla, toprak ağalarının çıkarlarına esasa ilişkin bir zarar vermeksizin, dahası onların da desteğini alarak, sonuçta kapitalist gelişmenin önünü önemli ölçüde açtı. O günün Türkiye'siyle bugünün Türkiye'si arasındaki belirgin fark, yarı-feodal bir ülkeden bugünün modern kapitalist Türkiye'sine geçişte ifadesini bulan büyük değişim, kemalist hareketin modern burjuva kimliği ve misyonuyla bağlantılıdır. Buradan bakıldığında kemalist hareket o dönemin isyancı Kürt hareketleriyle kıyaslanmayacak ölçüde ileri, modern bir burjuva hareketidir. Ne var ki sorunu bu soyutluk içinde ele alarak kıyaslamalara gitmek, somut sorunun gerçek özünü karartmaktan başka bir sonuç yaratmaz. Sorunu tam da Kürt halkının o günkü ulusal statüsü ve bu statü karşısında tarafların konumu ve tutumu üzerinden değerlendirme yoluna gittiğiniz takdirde herşeyi yerli yerine oturtabilirsiniz. Partimizin konuya ilişkin değerlendirmelerinden aktardığım pasajda işte bu doğru yöntemsel tutumla hareket ediliyor ve böylece herşey yerli yerine oturtuluyor.

Kemalist hareket Türkiye'yi sömürgeleştirmeyi hedefleyen emperyalist işgali kırmak çabası içerisinde siyasal inisiyatifi ele almış, başarısı ölçüsünde burjuvazi adına toplumu yönetme konumu kazanmış, iktidar dümenine burjuvazinin oturmakta olduğunun tescili olarak cumhuriyeti ilan etmiştir. İktisadi ve sosyal açıdan koşullar burjuvazinin sınıf egemenliği için yeterli uygunlukta olmadığı halde, ulusal kurtuluş savaşında oynadığı rol ve elbette ki feodal toprak sahipleriyle kurduğu ittifak kemalistlerin temsil ettiği burjuva akıma bu olanağı sağlamıştır. Ama işte tam da bu yeni devletin kuruluşu sırasında farklı bir ulusal kimliğin temsilcisi olarak Kürtler inkar edilmiş, tüm ulusal siyasal hakları gaspedilmiştir. Önden Kürtler'e bir dizi vaate bulunulmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kürtlerle Türkler'in ortak meclisi olduğu söylenmiş, bu sayede Kürtler'in desteği alınmış, ulusal savaş verilmiş, emperyalist işgal kırılmıştır. Lozan'da Türkiye'yi temsilen masaya oturan heyetin başı İsmet İnönü “Türkler'i ve Kürtler'i birlikte temsil ettiklerini”iddia etmiş, bu iddia Kürt kökenli meclis üyelerinin telgraflarıyla pekiştirilmiştir. Ama bu işler bittikten ve devlet bağımsızlığı elde edildikten sonra Kürtler'in hakları gaspedilmiş, tümüyle Türk ulusal kimliğine dayalı bir devlet oluşumuna geçilmiştir. Bu da doğal olarak Kürtler'de tepkiye ve giderek isyanlara yol açmıştır. Meselenin özü ve aslı budur. Bu somut gerçeklik, olayların bu somut seyri orta yerdeyken, sebep sonuç ilişkilerine olduğu kadar tarafların konumuna da buradan bakmak gerekirken, soyut olarak kemalist hareket ile Kürt hareketlerini karşılaştırma yoluna gitmek ve buradan bir yargıya varmak gerçeği çarpıtmaktan başka bir şey değildir.

Abdullah Öcalan İmralı savunmalarının ilk adımından beri bu konumdadır. O cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarını ele alışta Kemalizmle uyumlu bir yoruma kaymış bulunuyor. Öcalan'ın yeni cumhuriyet tarihi yorumunda burjuva bir demokratik devrim var, toplumu ileriye taşıyor, buna karşı geriyi temsil eden ve geride kalmak isteyen bir takım güçler var ve onlar bu gerici saiklerden hareketle direniyorlar. Kürt isyanları da kendine özgü yanları tümden reddedilmese de sonuçta bu kapsamda değerlendiriliyor. Dahası bir de Kürtler demokratik açılım yapmaya hazırlanan ve bunu Kürtler'in haklarını tanımayla birleştirecek olan kemalist hareketi giriştikleri isyanlarla provokasyona getirmekle suçlanıyorlar. İmralı ürünü bu yeni orijinal tarih yorumuna göre Kürt isyanlarını kanlı kırımlarla bastıran ve ardından Kürtler'in inkarını resmi Cumhuriyet ideolojisi ve politikası haline getiren kemalistler olayların masum kurbanlarından başka bir şey değildirler. Bu yorum mantıksal olarak Kürt isyanları olmasaydı Cumhuriyet çoktan demokratik bir kimliğe kavuşmuş, “demokratik cumhuriyet” olmuştu iddiası içermektedir. Mantıksal olmaktan öteye bu iddia dolaysız olarak da ileri sürülebilmektedir.

Kemalistler feodalizmi tasfiye etmeye yönelmiş de karşısında Kürt feodal sınıflarının isyanlarını bulmuş değillerdi. Sorun feodalizmi tasfiye etmek olsaydı bu feodal toprak ağalarına yönelik bir hareket olurdu, oysa biz Kürdistan'da bile toprak sahiplerinin ve aşiret reislerinin feodal sınıf kimliklerinin değil fakat Kürt kimliklerinin hedef alındığını biliyoruz. Kemalist hareket ne genelde ve ne de Kürdistan'da feodal sınıf ilişkilerini hedef almış değildir. Burada sorun Türk kimliğine dayalı bir ulusal homojen devlet kurmaktı ve Kürtler'in kendi feodal-burjuva sınıfları üzerinden ve onların liderliği altında tam da buna itirazı vardı. Dolayısıyla bu sınırlar içerisinde haksız bir biçimde bastırılmış, katliamdan geçirilmiş, hakları gaspedilmiş, dili, adı bile yasaklanmış bir Kürt tarihi gerçekliği var karışımızda.

Abdullah Öcalan kemalist çizgideki yeni yorumunu Mustafa Kemal'in ölçüsüz bir yüceltilmesi ile birleştiriyor son zamanlarda. Bu tutum kuşkusuz toplamdaki tutumunun bir yansıması ve onunla uyumludur. Cumhuriyetin, cumhuriyet değerlerinin Kürtler'e benimsetilmesi çabası zorunlu olarak cumhuriyetin kurucusu için de aynı şeyi yapmayı gerektirir, nitekim yapılmaya çalışılan da budur.

Zamanında ölçüsüz ve ilkesiz bir Mustafa Kemal düşmanlığı bizzat Kürt hareketinin kendisi tarafından yapıldı, Türkiye devrimci hareketi olur olmaz Kemalizmle suçlandı. Bu ölçüsüzlüğü artık terketmek, Türkiye'nin ve Türk halkının yakın tarihinde çok özel bir yeri olan Mustafa Kemal konusunda daha nesnel ve soğukkanlı bir değerlendirmeye ulaşmak Kürt hareketi için bir ihtiyaçtı. Fakat Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan beri yaptığı tümüyle farklı bir şeydir. Onunki nesnel değerlendirme değil fakat Kemalizm yandaşlığı ve propagandasıdır. O kemalistleri bile geride bırakabilen bir Mustafa Kemal övgüsü yolunu tutmuştur. O Mustafa Kemal'i Kürtler'e sevdirmeye ve benimsetmeye çalışıyor ki bu olacak şey değildir. Mustafa Kemal'in Türkiye tarihinde özel bir yeri ve Türk halkının gözünde tarihsel bir değeri var. Ama Kürtler karşısındaki konumu tümüyle farklıdır. Kürtler'in ulusal eşitlik ve özgürlük istemleri bizzat Mustafa Kemal liderliği altında acımasızca bastırılmıştır. Dolayısıyla Kürtler kemalist olamazlar, hem tarihsel nedenlerle ve hem mantıksal nedenlerle olamazlar. Temelleri Mustafa Kemal önderliğinde atılmış inkarcı ve imhacı politikaların hala da sürdüğü bir tarihi dönemde hiç olamazlar. Kürt hareketinin ölçüsüz Mustafa Kemal düşmanlığını bir yana bırakması, onun Türkiye tarihi içerisindeki önemli konumunu ve misyonunu yerli yerine oturtması gelinen yerde artık bir ihtiyaçtır. Tarihsel inkarın karşısında dikildikleri bir dönemde Mustafa Kemal'e abartılı bir tepkiyle bakmalarının bir mantığı vardı, bugün bunun artık dengeye kavuşmasında, konunun nesnel ve bütünsel ölçülerle değerlendirilebilmesinde fayda var. Ama tarihsel bir kişilik olarak Mustafa Kemal'in Türk halkı için ifade ettiği değerle Kürt halkı için ifade ettiği değer aynı olamaz. Abdullah Öcalan Kürtler'den bir de bunu bekliyor, ki bu olacak şey değildir. Doğu Perinçek Kemalist devrim dizisi içinde yeralan Kürt kitabında Mustafa Kemal'i Türkler ve Kürtler için “ortak bir değer haline getirmek”ten sözediyor, ama o bile bu cesareti İmralı savunmalarından alıyor, nitekim aynı bölümde bu savunmaların yaptığı “olumlu katkı”ya dolaysız atıflarda bulunuyor.

(Devam edecek...)