13 Ağustos 2005
Sayı: 2005/32 (32)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermaye düzeni ve devleti Kürt sorunu açmazında
  Sermayenin bölgesel asgari ücret oyunu
   Direnişin kaderi Seydişehir işçisinin elinde
  Erdemir işçileri yağmacıları içeri sokmadı
  "Terörle mücadele" bahanesiyle hak ve özgürlüklere saldırıya devam
Adana'da tutuklama terörü; Baskılar bizi yıldıramaz
Eroğan-aydınlar görüşmesi...
  10 bin emekçi Mamak Kültür ve Sanat Festivali'nde buluştu.
  2. Mamak Kültür ve sanat Festivali başarıyla gerçekleşti... Cüret ettik ve bir kez daha başardık.
  Festivale gelen mesajlardan...
  Güçlü ön hazırlık, başarılı bir festival!
  Sınıf hareketinin ihtiyaçları ve kurultay çalışması (Orta sayfa)
  Tasfiyeciliği örtme ve teorileştirme aracı: Demokratik konfederalizm/2
  İran emperyalist kuşatmaya rest çekti
  Blair hükümeti faşizan yasa hazırlıklarına hız verdi
  ABD'nin gizli hapishanelerinde ortaçağ vahşeti

  Amerikalı savaş karşıtları birleşmeye hazırlanıyor

  Örsan Tekstil'de işçi kıyımı
  Kamuda toplu görüşme süreci başlıyor
  Evleri yıkılan Güzeltepe halkıyla röportaj
  Umutlarımızı bırakıyoruz direnenlere
  Bültenlerden/İMES
  Hiroşima'nın 60. yılı anısına...
  15 Ağustos Atılımı ve güncel görevlerimiz
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Hiroşima'nın 60. yılı anısına...

Kahrolsun emperyalizm, yaşasın yaşam!

A. Eylül

Tarih kitaplarının sayfalarının büyük çoğunluğunu savaş ve katliamlar kaplıyor. İlk çağlardan günümüze kadar bütün savaşları kronolojik olarak anlatan bir araştırma kitabı hazırlanmış olsaydı, büyük ihtimalle son sayfalara yaklaştıkça okuyucunun tahammül sınırları çoktan aşılmış olacaktı. Zira 1900'lü yıllarla beraber, kayıpların artışı ve savaşların ardındaki nedenlerin insanlık dışı oluşu, okuyucunun bu savaşlara dair öfkesinin katbekat artması sonucunu doğuracaktı.

İşte böyle bir tarih kitabı olsaydı eğer, öfke ve acı duygularının en yoğunlaştığı sayfalar, ikinci paylaşım savaşına denk gelenler olacaktı herhalde. Binlerce insanın acı çığlıklar atarak katledildiği, cephelerde nefessiz kaldığı ama en acısı yine binlercesinin evlerinde, sokaklarında, okul bahçelerinde, yani yaşadıkları şehirde, yani savaşla, vatandaşı oldukları ülkenin bir taraf olması dışında hiçbir ilişkileri olmaksızın, yani tümüyle masumken, dahası doğal yaşam alanlarında katledildiği bir dönemdir bu. Ve insan olan için, öfke duyması gereken yüzlerce ana sahne olmuştur.

Amerika'nın geçen 60 yıl içerisinde sahip olduğu tüm demagoji malzemelerini kullanarak, muzaffer bir komutan edasıyla kendine uygun gördüğü ve kitlelerin bilincine kazımaya çalıştığı ‘savaşı bitiren süper güç' sıfatının kana bulanması için, Amerikan tarihinin ‘70'lerden bu yana uyguladığı savaş politikalarına bakmak gerekmiyor. Çünkü daha o günlerde, savaşı bitirdiği iddiasındaki Amerika ellerini kana bulamış, savaşı bitirmek bir yana, savaşı cepheden büsbütün şehirlere taşıyarak kanlı katliamların altına imza atmıştır. Amerika, tarihinin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de savaşın faturasını ödemek bir yana, Hiroşima ve Nagazaki'de öldürdüğü onbinlerce insanın üstünden atlayarak başka bazı devletlerin yargılayıcısı rolüne soyunmuştur. Elbette temeline mülk kavramını koymuş, ABD güdümlü yargı kurumlarının savaş sonrası başlattıkları muhakeme sürecinden kapitalist emperyalist bloğun güçlü halkalarının suçlu çıkmasını beklemek saflık olacağı kadar, gerekli de değildir. Zira tarihin akışı içerisinde onları her an yargılayan milyonlar olduğu gibi, gün geldiğinde tüm kalıntılarıyla tarih mezarlığına gömme hükmünü infaz eden milyonlar da çıkacaktır.

Kapitalizmin suç aleti: Bilim

Bilgi ve bilim, toplumsal yaşama egemen olan sistem içerisinde nasıl bir işlev taşıyorsa her dönem o işleve uygun bir gelişme süreci içerisine girer. Sözkonusu olan kapitalizmin sürekliliği ise bu olmazsa olmazdır. Kapitalizmin bağımlı yargı organlarına, medya patronlarına, kukla politikacılara ihtiyacı olduğu gibi, satın alıp emrinde kullanacağı bilim adamlarına da ihtiyacı vardır. Elbette ürettiği kültürle bu insanları da kendi yaratır. Zira üretkenliğini satmak da ilkesel hiçbir sorun görmeyen, hatta bunun gerçekleşmesi için azami çaba içerisine giren bir dizi ‘bilim adamı' kapitalizmin seri üretiminin bir sonucudur. Kaçınılmaz bir biçimde kapitalist dünyanın suç ortağı haline gelen bu beyinler, tarihin akışı içerisinde bir dizi katliamın ya politik arka planını hazırlamak, kapitalizmi meşrulaştırmak için sosyal bilimler alanında üretim göstermişlerdir, ya da 1945 öncesi olduğu gibi bu katliamların teknik alt yapısını oluşturmuşlardır. Özellikle ‘45'lere damgasını vuran atom bombası, bilimin bu düzen için temel işlevine büyük oranda açıklık getirmiştir.

Hiroşima'yı ve Nagazaki'yi üç gün arayla vuran bombalar, oraya düştükleri anla beraber, dünyadaki paylaşım hesaplarının ortasında da patlamıştı. Zira Amerika büyülü bir üstünlük kazanmıştı. Haritaları yeniden çizmeyi gerektirebilecek bir silah, geniş bir toprak parçasını yaşayan her türlü canlıdan yoksun bırakabilecek bir güç ve elbette gözünü kırpmadan onbinlerce, yüzbinlerce masum insanı tek bir düğmeye basarak öldürebilecek bir acımasızlık... Bu andan itibaren dünyadaki sınırların bir kısmı yeniden çizildi ama özellikle doğal kaynakların paylaşımı sil baştan ve elbette Amerika lehine bir kez daha belirlendi.

Üzerinden 60 yıl geçmiş bir katliamı yıl dönümünde anar ve lanetlerken kapitalist emperyalist dünya gerçeğini ve özgünlük taşımayan yanlarını bir kez daha anımsamak ve anımsatmakta elbette bir sakınca yok, tam tersine bu gerekli. Emperyalist savaşlar lanetlenmeli, bilimin metalaştırılması, insana yabancılaşması gerçeği teşhir edilmeli... Ancak bugün dünyaya egemen olan sistem, güncel planda bize bu ve daha fazlasını teşhir edebilmenin bir dizi imkanını yaratıyor. Hemen yanımızda yaşanan Irak işgali bunun çok daha güncel örnekleriyle dolu.

Bu yüzden üzerinden 60 yıl geçen bir katliam sonrasında, orada can veren bir kadının, sokak ortasında yanıklar içinde inleyen bir çocuğun, bir daha o topraklarda yetişemeyecek olan bir bitkinin ve yıllarca gökyüzünde görünemeyen maviliğin anılması daha da anlamlı olacaktır. Bu 60 yıl sonunda hala -her nasılsa- hayatta kalmış olanlar için, bugün dünyanın herhangi bir yerinde kapitalizmin vahşeti karşısında yaşama mücadelesi verenler için ve milyonlarca insana yoksunluklarla dolu bir yaşamı ve zamansız ölümleri reva görenlere olan öfkeyi bilemek için...

Havaya savrulan küllerin anısına!

Japon balıkçısının küçük kızıydı belki Nazım'ın yazdığı 7 yaşındaki kız çocuğunun öyküsü. Alacakaranlıkta balığa çıkan babası, yıldızların seyrek olduğu saatlerde uyur, onların bir anda bütün gökyüzüne yayılmalarını görmez, ancak tekrar seyrelmeye başladıklarında henüz gün doğmadan yatağından usulca kalkardı. Kızı 7 yaşındaydı henüz. O kadar erken kalkmaya dayanamaz diye, götürmezdi onu yanında. Güvenli bildiği sulara, kızını güvenli bildiği sıcak bir yatakta bırakmanın rahatlığı ile açılırdı.

Olağan bir gündü onlar için o gün. Dünyada savaş kasırgaları kopmaya başlandığından ve Japonya bu savaşta bir taraf olduğundan bu yana, ne kadar olağan olabiliyorsa o kadar olağandı. Siren sesleriyle kaçan uykular, ekonomik sıkıntı, açlık koşulları ve en kötüsü geleceğe dair, hayatta kalıp kalmamaya dair soru işaretleri... Olağan bir gündü onlar için. Gözlerini yaşama yumdukları ana kadar olağan ve güvenli bir gündü!

7 yaşında dahi anlaşılabilir bir olgudur savaş. Hatta hiçbir sebep 7 yaşındaki bir çocuk için kargaşa ve katliamı meşru kılamayacağından, büyüklerden daha doğru kavrayabileceği de bir şeydir. Açık ki basit sebepleri vardır küçük kızın bu savaştan nefret etmesi için, önce bulamadığı şekerler, sonra oynayamadığı oyunlar, tutuşan saçları ve havaya savrulan külleri gibi... Basit sebeplerdir bunlar gerçekten. Her savaş mağdurunun savaşlara neden öfkeli olduğunu açıklamak istediğinde sıralayabileceği sebepler. Ancak ötesinde bu kızın başka bir nedeni daha vardır. Hayatını kaybettiği savaşın bir tarafı değildir o, savaş onun ne olduğunu anlayamadığı belirli çıkarlar için başlamıştır ve onun yaşamı bu paylaşamama durumu içerisinde bir pazarlığın ötesinde anlam taşımamıştır.

Japon balıkçısı ile Japon küçük kızının yaşamlarının ortak noktası, aradaki yaş farkına karşın ikisini eş zamanlı vuran bombadır işin aslı. Yaş ayrımı gözetmeksizin öldüren barbarlar her ikisine de aynı ölümü, aynı mezarı uygun görmüştür. Nazım'ın ikisini iki ayrı şiire konu edişi, barbarlığa karşı yaşama değer verişindendir sadece, yoksa her ikisi de aynı biçimde gözlerini yummuştur hayata, diri diri yanarak ve bir çırpıda...

Nazım'ın şiirine konu olan küçük kız, şiirde yalnız ve tek başına çalıyordu kapıları, ama bugün yanında, bir Afgan kızı, bir Iraklı, bir Filistinli, bugün yanında dünyanın her köşesinden çocuklarla dolaşıyor. Bu çocukların yüzlerce talebi var insanlardan, ama bombaların yıl dönümünde Japonya'da yapılan anma etkinlikleri sırasında her biri kenetlenip dünyaya tek bir şeyi haykırıyordu, ‘60 yıl önce burayı vuranlar, bugün başka coğrafyaları kana buluyorlar. Yas tutmak değil, ölümleri durdurmak gerekiyor!'

İşte tam da bu yüzden, bu katliamın 60. yılında, başka işgallerin 60. yıllarını yaşamak zorunda kalmamak için, direnmek ve bu düzene karşı savaşmak gerekiyor. Japon balıkçısının küçük kızı bu yüzden kapımızı çalıyor!