22EKİM 2005 Sayı: 2005/42 (42)

  Kızıl Bayrak'tan
  İşçi sınıfı sermayeye düşman!
  Saldırı ve ihanet yine kolkola!
  Sosyal yıkıma karşı mücadeleyi yükseltelim!
  Kuş gribi ya da Türkiye'nin ikinci Çernobil'i
  DGM'de bu kez bir rektör var!
Özel Öğretim Kurumları Yasa taslağı hazır; Eğitim hakkının gaspına karşı mücadeleye!
TMY tasarısı; Demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim!
  Ülkeyi pazarlamakla mükellef Başbakan
  Ekim Gençliği; 9 Kasım'da Beyazıt'tayız!
  Ümraniye İşçi Kurultayı çalışmalarından...
  Kurultay hazırlık faaliyetlerinden...
  TİP'in DİSK'inden DİSK'in nesine/Y. Akkaya
  Yerel İşçi Kurultayı çalışmasının bazı sorunları / Orta sayfa
  İzmir üye toplantısı; KESK MYK'sı günah çıkartıyor
  Savaş çetesi İran'ın etrafındaki çemberi daraltmaya çalışıyor
  Anayasa referandumu gerçekleşti; Irak'ta değişen bir şey yok!
  İngiltere'de gözaltı süresi 90 güne çıkarılıyor
  Asya depremi üzerine ; Emperyalistlerin kulakları acı çekenlerin çığlıklarına kapalıdır
  Ulus ve sınıflar ilişkisine giriş /M. C. Yüce
  Dünya Gıda Günü; Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
  Ekstrametal'de işçi kıyımı
  İÜ geleneksel açılış şenliği; Devrimci gelenek bu yıl da bozulmadı!
  Liselilerin Sesi çıktı!
  Bültenlerden / OSB-İMES İşçi Bülteni
  Mamak/Eski çöplük halkı yıkıma karşı mücadele ediyor!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Emperyalistlerin kulakları acı çeken insanların çığlıklarına kapalıdır

Çoktandır acıya alıştı yaşlı dünyamız, alıştırıldı. Artık 50 bin insanın enkaz altında kalması bizi koltuklarımızdan kaldırmıyor, polisin çadır isteyenlerin üstüne yürümesi, binlerce insanın sel suları altında can vermesi, hepsi alışılır hale getirildi, adım adım bilerek, isteyerek.

Bilinmeli ki alıştırmak, olağan göstermek en önemli silahıdır artık düzenin. Aç kalan, yardım dileyen insanlar olağan karşılanır; sanki her daim varolmuşçasına. Tek tek insanlar üzerinden yaşanan bu olağanlaştırma kitlesel katliamların onaylanır düzeye getirilmesiyle sürdürülür. İnsanların başına milyonlarca bombayı boşaltmak dünyada tek güç olmanın olağan sonucudur artık. Depremde can vermek, kâr hırsının çarpık yapılaşmanın neden olduğu biline biline, olağandır. Tanrıdan gelen felakettir deprem; ama nedense tanrıdan gelen felaket yoksulların evlerini yıkar, yoksulların sel sularına kapılmasına neden olur, tanrıdan gelen felaket zengine bir türlü ulaşamaz. Irak'ta bombalar Iraklı yoksulların üzerine yağar, zenginler çoktan kaçmıştır.

Her bir trajedi kendi durumumuzu makul kılmak için kullanılır. Onlar açken bizim tok olmamızın rahatlatıcı olması beklenir. “Başımıza” gelmeyen her acıya uzaktan yabancı gözlerle bakmak... Beklenen budur ve yaşanan da.

Keşmir'de 7.6 şiddetinde gerçekleşen depremde 54 bin insan enkaz altında can verdi. Ölenlerin büyük bir bölümü çocuktu. Muzafferabad kentinin %70'i yıkıldı; 2,5 milyon insan evsiz kaldı, ilaç ve içme suyu sıkıntısı nedeniyle salgın hastalık uyarısı yapılıyor.

Hindistan ve Pakistan arasındaki güç savaşımı alanı olan Keşmir bugün acının mekan tuttuğu yer. Devlet çıkarları gereği birbirine düşman edilen binlerce yoksulu ölüm aynılaştırdı. Hindu ya da Müslüman olmanın ötesinde onları birleştiren yoksulluklarıydı.

Bugün yaşanan her doğal olayın, teknolojinin gelişimine, insanların doğa üzerindeki gücüne bakıldığında, felaket olarak nitelendirilecek sonuçlar yaratması engellenebilir. Zarar en az düzeyde tutulabilir. Ancak insana değil kâra yapılan yatırım bunu olanaksız kılıyor. Katrina'nın gelişi aylar öncesinde biliniyordu, yine de su setini tamir etmek için kullanılması gereken para Irak'a bomba yağdırmak için kullanıldı. Kapitalist sistem tercihini Irak petrollerini gaspetmek için kullandı, New Jersey'i kurtarmak için değil. Sel öncesi New Jersey'de yaşayan zenginler kenti terkederken, yoksullar kaçanların mallarını koruyan Ulusal Muhafızlar'ın silahlarına hedef oldu.

Yazın meydana gelen Tsunami felaketi için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Evet doğanın henüz kontrol edemediğimiz güçleri var, bu durum şu an için insanlığı zorunluluğa hapsedebilir. Ancak bunların sonuçlarını kontrol etmek, en aza indirmek mümkün. Yeter ki insan temel alınsın, yeter ki kaynaklar yaşam için kullanılabilsin.

Pakistan hükümeti depremden ölenler için üç günlük yas ilan etti. Ancak aynı hükümet emekçiler için yıkım anlamına gelen özelleştirme saldırısına ara vermeyi düşünmüyor, hatta bu acının kendisi yeni saldırılar için kullanılacaktır. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi. Deprem acısından yararlanarak çıkarılan iş yasası, deprem vergileri gibi. Altı yıldır tüketilen her maldan alınan deprem vergisine rağmen Türkiye'de hala deprem konutlarında yaşamlarını sürdürenler var, bu kışta değişecek bir şey yokmuş gibi görünüyor. Pakistan'da da değişen bir şey olmayacak.

Bu son depremin yarattığı tahribatı onarmak için içlerinde Asya Kalkınma Bankası'nın da yeraldığı pek çok kuruluş ve ülke “insani” yardım gönderdi. Bu ülkelerin arasında Tsunami felaketinde gerekli uyarıyı yapmayarak binlerce insanın ölümüne neden olan, New Jersey'de binlerce siyahı ölüme terkeden ABD de yeralmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde Pakistan Başbakanı, ABD'nin Afganistan'dan helikopterler yollayacağını açıkladı. Afganistan'da köyleri bombalayıp binlerce sivili öldüren askeri helikopterler Keşmir'de hayat kurtaracak. Tek kelimeyle gülünç! ABD'nin yaptığı yardım miktarı da aynı gülünçlükte.

Doğal afetlerde gösterilen bu “yardımseverlik”, kan emicilerin halkla ilişkiler adı altında yürüttükleri faaliyetlerin bir parçasıdır sadece, onlar felaketlere bu biçimde yaklaşırlar. Bu nedenle ilk etapta 4.4 milyon dolar yardım sözü veren Avrupa Birliği'nin İnsani Yardım Temsilcisi Louis Michel'in, “hayatları altüst olmuş insanlara mümkün olan en kısa zamanda yardım etmek görevimizdir” açıklaması “ne kadar insan sever, hayırsever olduğumuzu göstermek için kullanılabilecek ucuz bir yol bulduk” olarak anlaşılmalıdır. Onların kulakları acı çeken insanların çığlıklarına kapalıdır.

---------------------------------------------------------------------------------------

“Töre cinayetleri” sistemin ürettiği bir sorundur

Türkiye'de kadın sorunu denildiğinde en fazla tartışılan başlıklardan biri kadına yönelik şiddetin farklı bir biçimi olan “töre cinayetleri”dir. Kürt illerinde daha sık olmakla birlikte, töre cinayetleri, kırsal yörelerde de sıkça yaşanan bir insanlık ayıbıdır. Genel olarak bir kadının akrabaları tarafından öldürülmesine verilen ad olan töre cinayeti, daha önce defalarca bu ilkel uygulamanın kurbanı olmuş kadınlar vasıtasıyla gündeme gelmişti. Güldünya Tören, bu kadınlar içinde en fazla ismini duyduğumuz kişi oldu. Güldünya hakkında aile meclisi, kuzeninin eşi ile ilişkiye girip çocuk sahibi olduğu gerekçesiyle ölüm kararı vermişti. Güldünya öldürüleceğini anlayınca İstanbul'a gelir, ancak onu İstanbul'da da bulur ve kurşunlarlar. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Güldünya'yı kardeşler burada öldürürler. Olaydan sonra Güldünya'nın kardeşleri tutuklanır. Öldürme olayını yaşı küçük olduğu için Ferit Tören üstlenir. Ferit ve İrfan kardeşler 1 yıl 8 aydır tutuklu bulunuyorlar.

Güldünya'nın davası geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Kardeşler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme, sanıklardan Ferit'in olay tarihinde yaşının küçük olması nedeniyle cezasını önce 14 yıla indirdi. Sanıkların mahkemedeki iyi halini gözönüne alan mahkeme, İrfan Tören'in cezasını müebbet hapse çevirirken, Ferit'in cezasını ise 11 yıl 8 aya indirdi.

Mahkemenin verdiği kararın ardından bir takım kadın çevreleri ve düzen kalemşörleri olaydan duydukları memnuniyeti ifade ettiler. Düzen medyası “töre cinayeti böyle bitecek” diyecek kadar abartılı başlıklar atarak kadın sorunu noktasında olumlu adımların atıldığı yanılsaması yaratmaya çalıştı.

Oysa aynı medya kuruluşları toplumda varolan gerici cinsiyet rollerini beslemekte çok temelli bir rol oynamaktadır. Diziler, filmler ve reklamlar üzerinden her saniye bombardımanı altında olduğumuz, dışına çıkmaya teşebbüs ettiğimizde horlandığımız, ağırlığı altında ezildiğimiz “saçı uzun aklı kısa” tabirinin besleyicisi, tüketim kültürü ile kadının metalaştırılmasını sağlayan en önemli araç medyadır.

Güldünya'nın mahkemesi tekil bir örnektir ve bu örnek üzerinden sorunla ilgili atılan adımların ne kadar ilerici olduğunun ifade edilmesi mümkün değildir. Ayrıca töre cinayetlerini besleyen etmenler tartışılmadan ve bu nedenler ortadan kaldırılmadan ileriye dair umutlar yaymak da doğru değildir. Kadının, aile meclisi vb. “kurum”lar tarafından cezalandırılabileceğine olan inancın beslenmesinde, namus kavramı çok önemli bir yerde durmaktadır. İlkokuldan itibaren bize öğretilen, kadınlar evlenmeden önce babası, ağabeyleri ve akrabalarının, evlenince kocasının himayesi altındadır. Yani kadınlar hayatlarının hiçbir döneminde kendileri hakkında karar verme yeteneğine ve iradesine sahip değillerdir. Bu görüş toplumda varolan eşitsizlik sisteminden kuvvetli bir şekilde beslenmektedir.

Bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmesi üzerine kurulu olan düzen, bilinçlerini körelterek, emekçi kadının mücadeleye çekilmesini neredeyse olanaksızlaştırmaktadır. Ayrıca düzen ceza yasalarıyla kadının akrabaları tarafından cezalandırılmasının önünü açmaktadır. Zira ceza indirimi teşvikten başka bir şey değildir.

Sermaye düzeni egemenliğini sürdürdüğü sürece Güldünyalar'ın son bulması mümkün değildir. Güldünya'nın ve onun gibi birçok kadının katili sermaye iktidarı ve onun yaydığı gerici zihniyettir.