22EKİM 2005 Sayı: 2005/42 (42)

  Kızıl Bayrak'tan
  İşçi sınıfı sermayeye düşman!
  Saldırı ve ihanet yine kolkola!
  Sosyal yıkıma karşı mücadeleyi yükseltelim!
  Kuş gribi ya da Türkiye'nin ikinci Çernobil'i
  DGM'de bu kez bir rektör var!
Özel Öğretim Kurumları Yasa taslağı hazır; Eğitim hakkının gaspına karşı mücadeleye!
TMY tasarısı; Demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim!
  Ülkeyi pazarlamakla mükellef Başbakan
  Ekim Gençliği; 9 Kasım'da Beyazıt'tayız!
  Ümraniye İşçi Kurultayı çalışmalarından...
  Kurultay hazırlık faaliyetlerinden...
  TİP'in DİSK'inden DİSK'in nesine/Y. Akkaya
  Yerel İşçi Kurultayı çalışmasının bazı sorunları / Orta sayfa
  İzmir üye toplantısı; KESK MYK'sı günah çıkartıyor
  Savaş çetesi İran'ın etrafındaki çemberi daraltmaya çalışıyor
  Anayasa referandumu gerçekleşti; Irak'ta değişen bir şey yok!
  İngiltere'de gözaltı süresi 90 güne çıkarılıyor
  Asya depremi üzerine ; Emperyalistlerin kulakları acı çekenlerin çığlıklarına kapalıdır
  Ulus ve sınıflar ilişkisine giriş /M. C. Yüce
  Dünya Gıda Günü; Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
  Ekstrametal'de işçi kıyımı
  İÜ geleneksel açılış şenliği; Devrimci gelenek bu yıl da bozulmadı!
  Liselilerin Sesi çıktı!
  Bültenlerden / OSB-İMES İşçi Bülteni
  Mamak/Eski çöplük halkı yıkıma karşı mücadele ediyor!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulus ve sınıflar ilişkisine giriş

M. Can Yüce

Ulus ve sınıflar ilişkisi, çoğu kez gözlerden kaçırtılan bir ilişkidir. Bu kaçırtma veya bu ilişkiyi bulanıklaştırma, belirsizleştirme yaklaşımı, bilinçsizce yapılmış, rastlantısal bir tutum değildir. Elbette bu konuda yeterli bilinci olmayan, politikayla ilgisi sıradan ve profesyonelce olmayanları altını çizdiğimiz bu kategori içinde değerlendirmiyoruz. Sözümüz, kendi toplumsal konumlarının ve duruşlarının bilincinde olanlaradır.

Ulus ve sınıflar arasındaki ilişki, bir yönüyle keyfi, öznel, düşünce sistemlerine göre değil; nesneldir. Bu nesnellik, uluslar gerçeğiyle, bunun tarihsel oluşum, gelişme ve olgunlaşma süreciyle bağlantılıdır. Ama bu ilişki bir yönüyle özneldir, sınıfların ulus karşısındaki ideolojik ve politik yaklaşım ve duruşlarıyla bağlantılıdır. Ulus ve sınıflar ilişkisi tek yanlı, basit, tekdüze değil, çok yönlü, karmaşık ve karşılıklı etkileşim içindedir!

Konunun daha iyi anlaşılması için şu basit soruyla işe başlayabiliriz: Sınıflardan, onların mücadelelerinden bağımsız, bu temel olgulardan ayrı bir ulus gerçeği olabilir mi? Ya da sınıflardan ve sınıf ilişkilerinden, sınıf mücadelelerinden bağımsız bir ulusal mücadeleden, bir uluslaşma sürecinden, ulus-devlet olgusundan söz edebilir miyiz? Edeceksek nasıl, bunun somut bir örneği ve somut bir açıklaması olabilir mi?

Bu sorunun kendisi bizi, ulusların ortaya çıkışına, bu çıkışın dinamiklerine, uluslaşma, ulus haline gelme ve ulusal hareketler ile ulus devlet gibi çok boyutlu teorik, tarihsel ve politik bir konuya götürür. Bu çok boyutlu konuyu bu kısa yazıda incelemek mümkün değildir. Bunu başka bir çalışmaya bırakmak üzere şimdi konu başlığımıza ve az yukarda vurgulanan sorumuzun yanıtına gelelim!

Hemen vurgulamalıyız ki, sınıflardan, onların mücadelesinden bağımsız bir ulusal hareket ve ulus yoktur, olamaz; tarihin kendisi de böyle bir şeye tanıklık etmez! Ulus ile sınıf arasındaki ilişki kesindir, bu, bir toplumsal ve tarihsel olgudur!

Tarihin belli bir aşamasında toplumsal örgütlenmenin adı ulus olarak tanımlandı. Yani toplum ulus olarak yeniden kuruldu. Bu, genel kabul gören anlayışa göre kapitalizm tarihi ile başlatılır. Bu toplum, elbette sınıflardan oluşuyordu, sınıf farklılıklarını ve sınıf çelişkilerini içeriyordu. Bu konumdaki toplumun (ulusun) ortak çıkarlarından, ulusal çıkarlardan söz edilmesi, bu gerçeği değiştirmez. Ulusal çıkar, son derece görecedir, geçicidir! Örneğin en genel anlamda uluslaşma, ulus devlet formu, olgunlaşmış ulus gerçeği, kendi içinde farklı anlamları ve yönleri taşısa da ulusu oluşturan sınıfların belli düzeydeki çıkarlarını ifade eder. Ulus, uluslaşma ve ulus devlet, esas olarak ve özünde burjuvazinin kendi sistemini, kapitalizmi geliştirmede, içte ve dışta egemen bir güç konumuna yükselmede dayandığı temel form ve araçlardır. Bu anlamda ulus ve ulus devlet onundur ve onun adını taşır; ya da burjuvazi bu olgulara damgasını ve adını vurur. Örnek vermek gerekirse, İngiliz, Fransız, Alman ulusları, aynı zamanda birer burjuva uluslardır; İngiliz ulusuna damgasını vuran İngiliz burjuvazisidir, Fransız ulusuna damgasını vuran Fransız burjuvazisidir, vb…

Bu anılan ülkelerde kapitalist gelişme ile uluslaşma, ulus devlet oluşumu at başı gider; birincisi ikincisinin temelini ve dayanağını oluşturur.

Bununla birlikte kapitalist gelişme ve ona eşlik eden uluslaşma, iç toplumsal gelişmeleri koşullar ve daha sağlıklı sınıf mücadelelerinin alt yapısını oluştur. Bu olgu, başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere diğer toplumsal kategorilerin de çıkarınadır. Bu anlamda nesnel olarak “ulusu oluşturan” tüm sınıfların çakışan çıkarlarından söz etmek mümkündür; bu, genellikle “ulusal çıkar” veya “ulusal program” olarak formüle edilir… Ama unutmamak gerekiyor ki, bu “ortak çıkar”, son derece tali ve geçicidir!

İlişki ve çatışma sadece temel ve nesnel alanla sınırlı değildir. Bir de bunun bilinç, ulusal program ve hareket ile ulus devlet düzlemine uzanan boyutları var, bunları biraz açmamız gerekiyor.

Kapitalist gelişme dinamiği, feodal çitlerin aşılmasını, parçalanmışlığın ortadan kaldırılmasını, en tam anlamında “ulusal bir pazar”ın kurulmasını şart kılıyordu. Ekonomi, ortak ölçü birimleri, toplumsal yaşam, dil, eğitim, örgütlenme, kadro vb. ihtiyaçlar, yeni bir toplumsal örgütlenmeyi dayatıyordu. Bu bir ihtiyaçtı ve bu ihtiyacın kendiliğinden gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdı. Kuşkusuz normal gelişme süreci içinde bulunan ve kapitalist gelişmenin sancılarını yaşayan toplumlardan söz ediyoruz. Batı Avrupa'nın durumu budur. Bu alanda bile kapitalist gelişmenin nesnel dinamiklerin kendisi kendiliğinden ulusları ve ulus devletleri doğurmazdı; ulus ve ulus devlet için güçlü bir tarihsel, ekonomik ve toplumsal temel oluşturmakla birlikte kapitalizmin nesnel dinamikleri kendiliğinden ulusu ve ulus devleti yaratmazdı. Ulusal dil, ulusal kültür, toplumun ulusal aidiyet duygusu ve diğer öğeler kendiliğinden gelişip serpilmez, olgunlaşmaz, gelişme olanaklarına ulaşmazdı!

Batı'da kapitalist gelişme dinamikleri, ulus ve ulusal öğeleri koşullamakta, bunların varlığını, gelişimini zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyaç ve zorunluluk burjuvaziyi bilim, felsefe, siyaset ve diğer mücadele alanlarında sürekli ve etkili bir harekete yöneltir. Bunlar, sınıfsal mücadeleler olmakla birlikte aynı zamanda uluslaşmayı, ulusal öğeleri geliştiren, en sonu burjuvaziyi iktidara taşımayı hedefleyen, devleti ulus devlet haline getiren mücadeleler bütünüdür; bu yönüyle burjuvazinin iktidar mücadelesi, aynı zamanda ulus mücadelesidir. Özü sınıfsal, biçimi ulusal olan bir mücadele… Burjuva liberalizmi ile en genel anlamda burjuva milliyetçiliği, aynı ideolojik çizginin iki yüzü, iki karakteri değilse nedir?

Burada ulusal mücadele ile sınıfsal mücadelenin, aynı şeyin özü ve biçimi olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz… Ve burjuvazinin tarihe bu müdahalesi olmadan ulusların ve ulus devletlerin tarihteki bilinen yerlerini almaları da mümkün değildir. O nedenle uluslar, salt nesnel değil, özneldirler de… Yani, kendiliğinden oluşmaz, yaratılırlar! Kim tarafından? Toplumsal gelişmenin o aşamasında egemen olan sınıf veya sınıfların verdiği sınıfsal ve ulusal mücadeleler tarafından… Uluslaşma, ulus ve ulus devlet gerçeklerinin arkasında çok yönlü ve karmaşık bir dizi mücadelenin olması bu gerçeği doğrulamaktadır… Burjuva demokratik devrimler pratiği ve tarihi, aynı zamanda, burjuva ulusların tarih sahnesine çıkma ve gelişme pratiği ve tarihidir! Zaten kendiliğinden oluşan bir ulustan söz etmek mümkün mü?

Buraya kadar anlattıklarımız, daha çok Batı Avrupa ülkelerinin tarihinden çıkardığımız bazı genel doğrulardır.

Ulus ve ulusal mücadele ile sınıflar arasındaki ilişkileri sömürge ve bağımlı halkların gerçekliğinde görmek de mümkündür! Ayrıntıya girmeksizin şunlar yazılabilir: Genel olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketleri, burjuva, orta ve küçük burjuva önderlikler altında gelişti ve bunların her biri kendi somut gerçekliğinde gelişerek siyasal bağımsızlığını kazandı. Bu hareketler, genel olarak ulusun hemen hemen bütün kesimlerini kapsamıştır. Ama önderliklerinin sınıfsal karakteri hem hareketin programına, hem de “zafer”den sonra kurulan devlete-iktidara damgasını vurmuştur. Ekim Devrimi'nden sonra bu önderlikler sosyalizmden etkilense de, kimisi kendisini öyle adlandırsa da, emperyalist sistem karşısında kimi hareket serbestîsi kazansalar da sonuçta emperyalist-kapitalist sistemle bağımlılık ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu önderlikler, içte de kendi dar diktatörlüklerini kurmaktan da geri durmamışlardır. Uluslaşma anlamında belli ve sınırlı gelişmeler olmakla birlikte, ekonomik ve politik olarak iç gerici diktatörlük ile emperyalizme bağımlılık bu ulusların önünde açılması gereken handikaplar haline geliyorlar. Bu, uluslaşma süreci ve ulusal hareketin sınıfsal karakterinden kaynaklanıyor. Bu örneklerde emekçiler ulusal hareketin içinde en etkin bir biçimde yer almışlardır, güçleri ve etkileri ölçüsünde etkilemeye çalışmışlardır. Ulusal sorunun siyasal yönüyle “çözülmesi” sonrasında ise ulusal ve uluslararası düzenin sayısız baskısı ve sömürüsü ile mücadele etmek durumunda kalmışlardır. Görüldüğü gibi bu tür ülkelerde kurulan “ulus”, egemenlerin, ülke, “yeni” diktatörlerin ülkesidir! Ulus ve sınıflar ilişkisi bu kadar açık ve nettir…

Giriş niteliğinde çok genel bir özet yapmaya çalışıyoruz, bu noktaların genişçe tarihsel ve teorik boyutlarıyla açılması gerekir.

Bu genellemelerden sonra Kürdistan'daki gelişmelere gelebiliriz. Kürdistan'da 19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin merkezi otoriteyi kurumlaştırma, zorunlu vergi ve askerlik politikalarını uygulamaya başlatmasıyla birlikte sayısız ulusal direnişin fitilini de ateşlemiş oldu. İsyanlar kanlı bastırıldı ve Kürdistan adeta yeniden fethedildi. Kürdistan toplumu o tarihte parçalı feodal toplum ilişkilerini yaşıyordu. Feodal beyler ve köylüler toplumun temel sınıflarını oluşturuyordu. Osmanlı'nın merkezi otoriteyi kurumlaştırma politikası, Kürdistan beylerinin yarı-bağımsız hükümet konumlarını, otonomilerini hedefliyordu. Bu, aynı zamanda toplumun yabancı egemenlik ve baskı altına alınması anlamına geldiği için tüm toplumun çıkarlarını hedefliyordu. Vergi ve zorunlu askerlik de toplumun gelişme dinamiklerini dağıtma sonucunu doğuruyordu. Burada görüldüğü gibi, ulusal baskı ile sınıfsal baskı birçok noktada iç içe geçmiş bulunuyor. Dolayısıyla bu iç içe geçen çıkarların harekete geçirici bir rol oynaması ve bu harekete geçişin ulusal bir formda kendi ifadesini bulması anlaşılırdır! Yabancı baskı ve egemenliğe karşı tavır, Kürdistan'daki bütün sınıfların ortak paydası niteliğindedir. Bu ortak payda, onu oluşturan yabancı egemenliklerin varlığını sürdürünceye kadar devam edecektir.

19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında Kürdistan'da gelişen direnişlere Kürt egemen sınıfları, yani beyleri, ağaları, aşiret ve dini reisleri önderlik etmişlerdir. Otonomi, koşulların ve dengelerin el vermesi durumunda federasyondan bağımsızlığa uzanan toplumsal içeriği zayıf siyasal programlar, aynı zamanda bu sınıfların nasıl bir iktidar ve nasıl bir düzen sorularını da yanıtlar… Elbette bu önderliklerin sınıfsal niteliği ne olursa olsun direnişler, haklı ve meşru ulusal direnmelerdir ve başarıya ulaşması durumunda uluslaşmada ve ulusal gelişmede önemli bir kaldıraç olacaklardı. Başarısız olmalarına rağmen direniş ve yeniden direniş konusunda tarihsel bir deneyim işlevini görmüş, belli bir birikimin oluşumuna katkı sunmuşlardır.

Güney Kürdistan'daki harekete de 1960'lardan bu yana iki parti önderlik etmişlerdir. Bu partilerin programı bellidir. Nasıl bir Kürdistan istedikleri de bellidir. 1991'den sonra kurulan federe Kürdistan, Saddam iktidarının yıkılmasından sonra geldiği yeni aşama çok yazılıp çizildiği için üzerinde yeniden durma gereğini duymuyoruz. Şu kadarını vurgulayalım: Güney'deki hareket ulusal bir harekettir, Kürtler'in kendi kaderlerini belirleme hakları demokratik ve meşrudur! Bu doğrultuda atılan her adım, en genel anlamda Kürdistan'daki tüm sınıfların çıkarlarıyla örtüşüyor. Ancak dış politikasından içte inşa edilmekte olan düzene kadar iki partinin, KDP ve YNK'nin damgasını taşıdığı, kurulmakta olan Kürdistan'ın, bir yönüyle bu iki partide ifadesini bulan Kürdistan egemen sınıflarının Kürdistan'ı olacağı da açıktır. Ciddi bir tehlike anında bu sınıfların kararlılık düzeyi ise tartışılır. Burada gerçekleşen “ulusal program”, özünde iki partinin, onların arkasındaki egemenlerin programıdır; toplumun diğer kesimlerinin, emekçilerin çıkarlarıyla örtüşen boyutları vardır. Ama bu örtüşme geçici ve belli tarihsel koşullarla çerçevelenmiştir!

Bu konuda Kuzey'deki ulusal hareket ve PKK deneyimi de ilginçtir, yukarda özetlemeye çalıştığımız görüşleri doğrulamaktadır. PKK, ilk çıkışı ve programıyla özgür ve emekçi Kürdistan'ı hedefliyordu. Ulusal hareket ile sınıfsal-toplumsal kurtuluş arasındaki ilişkiyi bu kadar net ortaya koyuyordu. Kuzey Kürdistan egemenlerinin ise, Güneydekiler'in tersine, ne otonom, ne burjuva-feodal, ne o ne bu Kürdistan programları yoktu, onların bir Kürt sorunları yoktu. Onlar, hallerinden memnundular. PKK'nin bu çıkış ve program yapısına rağmen süreç içinde başkalaşıma uğratıldı, sonra tersine çevrildi ve geldiği nokta kırıntı dilenmekten başka bir şey değildir. Bundan dolayı bu haliyle bir egemen sınıf-ulusal hareketi olma isteminin gerçekleşmesi bile mümkün değildir.

Bu giriş için sonuç olarak: Ulusları sınıflardan ve sınıf mücadelesinden ayrı bir nitelikte anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir.

Uluslar, nesnel olduğu kadar, birer öznel olgudurlar.

Uluslar yaratılır, ulusları sınıflar yaratır, sınıf mücadeleleri yaratır!

Uluslar yaratılmıştır, onu yaratan ulusal mücadele, özünde ve son kertede sınıflar mücadelesinden başkası değildir!

19 Ekim 2005