30 Mayıs 2008 Sayı: SİKB 2008/22

  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıfın hareketliliğinde yoğunlaşma
ve sertleşme eğilimi
   İnkar ve imha çizgisinin izleyicileri “çözüm” gücü olamaz!
Gerici iç çatışma yeni boyutlar kazanıyor!
SSGSS, istihdam paketi, kıdem tazminatı, işgüvencesinin gaspı, sendikalar yasası…
Sermayenin saldırıları artıyor…
1 Haziran mitingi üzerine U. Taner
Tersane işçileri bu cehennemi kabul etmeyecek!
  Komünist kamu emekçilerine çağrı:
Parti’yi kamu emekçileri içinde güçlendirmek için ileri!
  İşçi ve emekçi hareketinden..
  Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi hedefiyle mücadeleye!
  ODTÜ’de boykot yayılıyor!
  Kapitalizm öldürüyor!
  Dünyadan...
  Mayıs şehitleri anmalarından...
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden mektup...
  Bir utanç belgesi: “Türkiye’de Kürt sorununa barışçıl çözüm çağrısı” M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizm öldürüyor!

Ülke genelinde geçen yıl olduğu gibi bu yıl da kene paniği yaşanıyor. Durum bu yıl geçen yılkinden de daha vahim görünüyor. Bir sağlık ocağının kenelerce işgal edilmesi, üst düzey kamu kurumlarında ve havaalanında VIP salonunda kene ısırması vakalarına rastlanması yeni bir sağlık skandalını gösteriyor.

Kapitalist sistemin doğanın dengesini bozması nedeniyle hayvan ve bitki ekolojisi altüst olurken, insanlık her geçen gün yeni bir bela ile tanışıyor. AİDS, ebola, deli dana derken, son günlerin sıkça görülmeye başlayan ve ölümcül bir hastalığa yol açan “Kırım Kongo Kenesi” insanoğlunun yeni belası. Keneler aracılığı ile bulaşan bu viral hastalık, son günlerde ülkenin dört bir tarafında ölümlere yol açıyor.

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsü 6 yıl içinde 150 kişinin ölümüne yol açtı. Çorum, Yozgat, Karabük ve daha pek çok ilden hastalığın neden olduğu ölüm haberleri geliyor. Son olarak Kocaeli’nde iki günde ortalama 50 kişi kene ısırması şikâyetiyle hastaneye başvurdu. Şu ana kadar belli ilaç firmalarını zenginleştirmeye yarayan açıklamalar ve bilimsellikten uzak tespitler, halk sağlığının korunmasına yönelik bir niyetin ortada olmadığını gösteriyor.

Sermaye devletinin vakanın görüldüğü ilk yıllarda halka “tavsiyesi”, “pikniğe gitmemek, kenenin giremeyeceği kıyafetler giymek, dış elbiselere öldürücü ilaçlar sürmek, vücuda kene yapıştı ise çıkartmadan en yakın sağlık kuruluşuna gitmek” şeklinde olmuştu. Ancak 6 yıldır KKKA virüsünden ölümlerin artarak sürmesi bu “tavsiye”lerin yetersizliğini açığa çıkardı. Şu an KKKA virüsünü kanında taşıyan 4 kişi ölümü beklerken, devletin yeni önlemi kenelere karşı keklik üretimine hız verilmesi oldu!

Aksaray’da ise, binlerce kişi sudan zehirlenirken Belediye Başkanı pişkinlikle çeşme suyu içmiş, sonra “gene olsa aynısını yaparım” benzeri açıklamalarda bulunmuştu. Sorunun kanalizasyon şebekesinin içme suyuna karışmasından kaynaklandığı yetkililerce itiraf edilmişti. Daha bu skandal unutulmadan bir başka haber de Osmaniye’den geldi. Yakılarak yok edilebilen tıbbi atıkların Ceyhan Nehri’ne atıldığı ortaya çıktı. Üzerinde içme suyu ve sulama tesisleri bulunan nehre karışan atıkların hangi toksinli maddeler taşıdığı ve ne gibi tehlikeler arz ettiği henüz bilinmiyor.

Bu ülkede, burjuvazinin ve onun adına ülkeyi yönetenlerin dışında emekçi kitlelerin yaşamının bir değeri yoktur. Örneğin, bu ülke bebek ve doğum sırasında anne ölümlerinin en yüksek olduğu, her beş yaş altındaki bin çocuktan 37’sinin toprağa verildiği bir ülkedir.

Tüm bunlara karşı ciddi bir önlem almamanın gerekçesi de hazır; “bütçede kaynak yok.” İşçi ve emekçilerin yaşamını korumak için devletin kaynağı yok. Bütçeden, sağlık için ayrılacak kaynak yok. Ama Diyanet’e var, kirli savaş için var, bir avuç kapitalistin kasasını doldurmak için var. İşçi ve emekçilerin yaşamını korumak için ise yok! 

Burjuvazinin çıkarlarını korumak için işçi sınıfı ve emekçilerin, Kürt halkının mücadelesi karşısında binlerce askerini, polisini, maddi olanakları seferber edenler, sosyal güvenlik harcamalarını azaltıyor, işçi ve emekçilerin sağlığı için yapılan harcamaları daha da kısıyor, basit önlemleri bile almıyorlar. Burjuvazi ve onun devletine göre, işçi ve emekçiler köle gibi çalışmalı, sistemin çarkını döndürmek için canını vermeli, fakat en temel ihtiyaçları için ağzını bile açmamalıdır.

Bu sistem sürdükçe, insanlık yeni yeni virüslerle, yeni felaketlerle karşılaşacaktır. Bu sistem sürdükçe, doğadaki tüm canlılar da bu felaketlerden nasibini alacaktır. Yaşanabilir bir dünya için bu sistemi tarihin çöplüğüne atmak dışında bir yol yoktur.



“Dış mihraklar”ın son oyunu!

Bu ülkede her taşın altından çıkan “dış mihraklar”, genelde sonlarına eklenen “gâvur” tabiriyle birlikte anılırlar. “Yunan gâvuru”, “Bulgar gâvuru”, “Moskof gâvuru”.“Ermeni dölü” gibi faşizan nitelemelere sıklıkla rastlanır. Zaman zaman ABD, İngiltere, Almanya ve İsrail de dış mihraklar arasına katılmıştır ama genelde kısa sürede öfke geçmiş, “stratejik ortaklık” tanımı tercih edilmiştir. Sonuçta dış mihrak yabancıdır, bizden değildir, “Türk’ün Türk’ten başka dostu” olmadığına ve tüm dünya ona düşman olduğuna göre de kötüdür!

“Dış mihrak” tanımlamasının en büyük avantajı tüm toplumsal olaylara uygulanabilir olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu üzerine yapılan tartışmaların vazgeçilmezidir “dış mihrak”. Zaman zaman “Emperyalist devletlerin oyunları”ndan bahsedilir, gün olur Abdullah Öcalan’ın Ermeni olduğuna dair kanıtlar ortaya atılır. Faşizmin literatüründe “Kürt” olmaktan daha kötü bir şey varsa o da “Ermeni” olmaktır…

Üniversitelerde yaşanan faşist saldırılar; sokaklarda, mahallelerde, meydanlarda yaşanan polis terörü; kontrgerilla operasyonları; gerici suikastler; linçler hep bu dış mihrakların işidir. Ama dış mihraklar hiçbir zaman katledenler, yakanlar, saldıranlar arasında olmaz. Toplumsal olaylarda katledilenler hep dış mihrakların oyununa gelenler olmuşlardır. Gazi Mahallesi’nde provoke olup polise saldıranlara “emniyet güçleri” “müdahale” etmiş, “istenmeyen görüntüler” ortaya çıkmıştır örneğin. Ya da Aziz Nesin dış mihraklara alet olup Sivas’a gelerek halkı provoke etmiş, “duyarlı vatandaşlar” da tepki göstermiştir. Yine bu “duyarlı vatandaşlar” 6-7 Eylül’den Maraş’a, 16 Mart’tan Kanlı Pazar’a kadar hep bu dış mihrakların kışkırttığı gayrimüslimleri, Alevileri, ilerici-devrimci öğrencileri katletmişlerdir. “Dış mihrak”ın amacı bellidir: “Ortalığı karıştırmak”, “iyi giden memleketimizin tekerine çomak sokmak”, “Türkiye’nin yükselişini çekememek” vb...

Bu kokuşmuş beyinler için “dış mihrak” öyle bir can simidi olmuştur ki, bir dönem CHP ve DSP içinde muhalefet yapanlar bile “dış mihrak” olarak tanımlanabilmiştir. Bazen bu iddialar o kadar soysuzlaşır ki, Hrant Dink’in katledilmesi üzerine olayın arkasında Ermeni lobisinin parmağı olduğu iddiaları bile ortaya atılır. Tabii iddialar, katilin “özbeöz Türk” bir faşist tetikçi olduğu ortaya çıktıktan sonra pek dillendirilmez.

Şimdi de “dış mihrak” Tuzla’da!

Yıllardır kitleleri kışkırtmak ile uğraşan bu “dış mihraklar”ın son oyunu Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan sayesinde deşifre edildi. Çağlayan’ın cesur tespiti Tuzla’da yaşanan iş cinayetlerine dair önemli bir “gerçeğe” parmak basıyordu. Taşeronlaşmaymış, uzun saatler çalışmaymış, güvenlik önlemlerinin alınmayışıymış, bunların hiçbiri “Çalışma Bakanı” sıfatlı şahsın gündemini fazla meşgul etmemiş olacak ki, bakan ortaya “Tuzla’daki ölümlü iş kazaları acaba dış mihrakların provokasyonu mu?” sorusunu atıyor. Üstelik dili döndüğünce gerekçelerini de ortaya koyuyor: Tersanecilik sektöründe dünyada 8’inciymişiz, mega-yat üretiminde 3’üncüymüşüz, bir takım dış güçler bundan sıkıntı duyuyor olabilirmiş!..

Böylece mücadele edenler “vatan haini”, asalak sermaye patronları ise “milli kahramanlar” ilan ediliveriyor.

Sermaye devletinin canının sıkan vakalarda başvurduğu “çözüm”, olayın “dış mihrak” bağlantılarını ortaya koymak oluyor. Böylece sorunun özü çarpıtılmış ve gerçek hedefinden saptırılmış oluyor.