27 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/26

  Kızıl Bayrak'tan
  Derinleşen kriz, düzenin yeni manevra arayışları...
   Emekçi halklara karşı düşmanlıkta aynı saftalar!
Başbuğ-Erdoğan görüşmesi ve
çatışan tarafların ortak gündemleri
“Darbeye karşı 70 milyon adım” parodisinin hatırlattıkları...
İşçi ve emekçi eylemlerinden…
Tuzla tersanelerde hak gaspları sürüyor, mücadele de...
  16 Haziran eylemi ve dükkancı zihniyetin küçük hesaplara dayalı sorumsuzluğu üzerine…
Gerçek bir grev için ileri!
  OSB-İMES İşçileri Derneği 3. Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi…
  Sincan İşçilerin Birliği Kurultayı’nın ardından...
  Sosyalist Kamu Emekçileri’nden KESK Genel Kurulu öncesi panel…
  Gençlik örgütlenmesi sorunu, Genç-Sen ve tutumumuz üzerine...
  Dünyadan...
  Düzenin gözbağlarına kanmayalım...
  “Çatı Partisi”…
M. Can Yüce
  Bir-Kar’ın kampanya
çalışmalarından…
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Darbeye karşı 70 milyon adım” parodisinin hatırlattıkları...

21 Haziran günü Taksim İstiklal Caddesi’nde darbeye karşı bir eylem gerçekleştirildi. Eylem oldukça renkli bir içeriğe sahipti, hatta deyim yerindeyse tam bir kavram çorbası, ideoloji bulamacıydı. İslamcısı, liberali ve reformist solun belirli bir kesimi kolkola girmiş İstiklal Caddesi’nde ordunun siyasete etkisi ve sürekli tekrarlanagelen darbe tehdidine karşı eyleme duruyordu! Eylemde döviz niyetine Yeni Şafak ve Taraf gazetesi taşındı, temel sorun olarak ise türban ile ilişkili düzenlemenin Anayasa Mahkemesi’nce iptali ve bundan da önemlisi AKP‘ye karşı açılan kapatma davası ele alındı.

“Darbeye karşı 70 milyon adım” şiarı ile örgütlenen bu eyleme ilişkin tartışılması gereken çok fazla şey var. Hedeflenenin ne olduğu, halen kendini sol muhalefetin parçası gören ve maalesef toplum nezdinde de öyle görünen reformist solun bu platformdaki varlığının anlamı ve elbette darbe karşıtı mücadelenin ne olduğu ve ne olmadığı gibi... Ancak bütün bu sorulara verilecek yanıtlara geçmeden önce şu daha baştan ifade edilebilir; 21 Haziran günü bütün o çeşitliliğe, liberal lafazanlığa rağmen çarpıcı bir hezimet yaşandı. Her ne kadar Yeni Şafak ve Zaman gazetesi gibi islamcı medyada eylem onbinlerce kişi ile örgütlenmiş gibi gösterilmeye çalışılsa da Taksim’de 5 bine yakın insan toplandı. Bu sayı başka bir şeyin değilse bile, “darbe karşıtı 70 milyon adım” hareketinin Cumhuriyet mitingleri hezeyanı karşısındaki ağır hezimetinin bir göstergesi oldu.

Düzen içi krizin taraflarından yedekleme kampanyaları...

“Biz kaç kişiyiz?”- “Darbeye karşı 70 milyon adım!”

22 Temmuz seçimleri öncesi gerek milli güvenlik siyaset belgesi vb. resmi kayıtlarda, gerekse ordu kökenli kimi rütbelilerin ortalığa saçılan güncelerinde ortak bir takım “ayrıntılar” mevcuttu. Daha ağırlıklı terörle mücadeleyi kesen ve düzen içerisindeki farklı kliklerin üzerinde hemfikir olduğu bu ayrıntılar, “teröre” karşı toplumsal tepkiyi örgütleyebilmek, toplumun geniş kesimlerini ajite ederek sermaye düzeninin inkar ve imha politikaları ekseninde eylemsel bir çıkıştan, toplumsal linçlere uzanan bir genişlikte harekete geçirilebilmek üzerineydi. Elbette düzen içi krizin derinleştiği noktada sermayenin farklı odakları cephesinden bu yöntem birbirlerine karşı da devreye sokulmaya çalışıldı. Her iki taraf da ellerinde bulundurdukları gazeteler aracılığıyla kendi “hassasiyetlerini” yaygınlaştırmaya çalışırken, kendi hukuk silahları (Ergenekon, kapatma davası vb.) ile toplumu “ajite” etmenin yollarını aradı. Ve elbette her iki tarafça ortaya popüler-politik söylemler atılarak toplumun geniş kesimleri bu rant kapışmasına bilfiil yedeklenmeye çalışıldı.

Bu sürecin startı Genelkurmay tarafından 13 Nisan muhtırası ve Cumhuriyet mitingleri ile verilmişti. Daha sonra Tuncay Özkan başkanlığında girişilen “Biz kaç milyonuz” kampanyası ekseninde bu mitinglerin benzerleri örgütlenmeye çalışıldı. 21 Haziran günü ise bu kez sahneye “darbeye karşı 70 milyon adım” şiarı ile reformist soldan islamcısına, liberaline geniş bir yelpaze çıkmış oldu.

Darbecilere karşı “demokrasi ve özgürlüğü” savunanlar!

Başta da ifade edildiği üzere 21 Haziran günü İstiklal Caddesi, tam bir ideolojik-politik tahribata ev sahipliği yaptı. Coğrafyamızda daha önce çeşitli defalarca postal darbeleri altında ezilen özgürlük, demokrasi gibi kavramlar, bu kez bir düzen içi dalaşın baş mezesi haline getirildi. Belki de bunun en iyi örneği Yeni Şafak gazetesinin internette yer alan manşetiydi. 1 Mayıs günü Taksim’de işçi-emekçilerin kafasına inen her bir copta payı olan, devlet terörüne 1 Mayıs öncesi çanak sonrası ise alkış tutan Yeni Şafak gazetesi, 21 Haziran eylemini, “faşizme karşı omuz omuza” başlığı ile duyurdu! Sayfalarında devrimcileri defalarca hedef göstermesi bir yana, söz konusu gazete (ve elbette türü ve türevi gazeteler) işçi sınıfının en ufak hak talebini bile “terör” olarak adlandırmayı yayın politikası ilan etmemiş miydi? Türkiye’de hükümetin hemen her faşizan uygulamasını destekleyen bu kesim şimdi ne oldu da faşizme karşı söylem geliştirme gereği duydu?

Kısacası 21 Haziran’da faşizm, ordunun islamcı görüşe karşı müdahaleci tutumuna; özgürlük sorunu, türban serbestliğine; demokrasi sorunu ise AKP’yi kapatma davasına indirgendi! Bu tabloya yedeklenenler içerisindeyse sermaye düzeninin faşist saldırganlığının en doğrudan hedefi olan Kürt hareketinden, O’na yedeklenen reformist bloğa kadar herkes mevcuttu.

Düzen içi kriz siyasal arenada taşları yerine oturtuyor! Reformist sol düzen siyaseti sularında çırpınıyor!

Düzen içi krizin derinleşmesi ve derinleşmesi ile paralel taraflaşma/taraflaştırma boyutunun etkinleşmesi; reformist solun kendi zemininde de bir dalgalanmaya yolaçtı. Bu doğaldı da. Zira siyasal ve sınıfsal varlık zemininin, ideolojik konumlanışının düzen siyasetinin sınırlarını aşma şansı bulunmayan reformist solun süregelen çatışma içerisinde siyaset yapabilmesi de etkinleşen ve öne çıkan taraflardan birinden birinin kuyruğuna takılması ile mümkündür. Bugün yaşanan da bu oldu.

Düzen siyasetinin olağan dönemlerinde, yani burjuvazi arasında etkin ve öne çıkan bir çatışmanın yaşanmadığı bir atmosferde reformist solun, tabir-i caizse “daha sol”, başka bir deyişle sınırı yine düzenle çizili olsa da görece daha bağımsız bir söylem geliştirmesi mümkündür. Ancak burjuvazi kendi içinde etkin bir çatışma yaşıyorsa, bu kulvarda reformist solun yapabileceği ziyadesiyle bu çatışmanın peşinde sürüklenmektir. Bu reformist solun karakteristik özelliğidir ve yalnızca düzen içi çatışma dönemlerinde değil, düzenin yekvücut söylem geliştirdiği dönemlerde de hızla ortaya çıkmaktadır.

Kürt halkına dönük saldırıların yoğunlaştığı, söylemlerin keskinleştiği süreçler, hatta özelde salt sınır ötesi saldırganlık dönemi reformist solun doğasından ileri gelen bu özelliğinin en çarpıcı örnekleri yaşanmıştır. Reformist sol; bu zamana kadar düzenin sınırlarını zorlamamak kaydıyla, Kürt sorunu karşısında göreli bir özgürlük söyleminin savunucusu olmuş, yahut suskunluk politikası tercih etmiştir. Ancak Kürt halkına ve hareketine dönük saldırganlığın geçmiş yılları aşan bir biçimde derinleştiği süreçte arka arkaya Kürt hareketini suçlayıcı açıklamalar yapmaktan, bildiriler yayınlamaktan geri durmamıştır. Buradaki politik gericileşmenin kendisi, düzenin sınırları ile barışık bir sol söylemin zemininin kaypaklığından ileri gelen acı ama doğal bir sonuçtur.

Bugün yaşanan da farklı bir zeminde olsa da aynı doğal sonucun yansımasıdır. Cumhuriyet mitingleri karşısında alınan tutum da, darbe karşıtı bu hazin eylemdeki konumlanış da çarpıcı birer örnektir. Nasıl ki reformist solun kimi kesimleri AKP ve islamcı gericilik karşısında konumlanmayı seçerek darbeci ve ulusalcı eksenle kısmen bir kucaklaşma içerisine girmişse, başka bir kesim ise özgürlük ve demokrasi söylemleri merkezli AKP savunuculuğuna soyunarak aynı düzen içi kavganın bir tarafına yapışmaya çalışmaktadır.

Siyaseten yedeklenme elbette salt eylem alanındaki konumlanıştan ibaret değildir. Cumhuriyet mitinglerinde örneğin, reformist sol öğeler fiilen yer almamıştır. Ancak yedeklenmenin kendisi gerek bu eylemlere dair değerlendirmelerde, gerekse bu sürecin ardından siyasal alandaki konumlanış ile okunmuştur. Yine aynı şekilde darbe karşıtı eylemde yer almamak (ki zaten reformist solun önemli bir kısmı bu eylemde varlık göstermiştir) tek başına bu yedeklenmenin dışında kalındığını anlatmamaktadır. Aksine “türban sorununu” özgürlük sorunu olarak propaganda ediyor olmak, aynı yedeklenmenin hazin bir örneğidir.

Gelinen yerde süregelen düzen içi kriz, reformist solun “düzen karşıtı mücadele anlayışının” düzenin sınırları ile nasıl da çevrili olduğunu bir kez daha açığa çıkarmış, siyasal çıkışı nerede ve kimde aradığını da gözler önüne sermiştir.

En nihayetinde bugün ulusalcılarla yahut islamcılarla kolkola girmek, burjuvazinin kokuşmuş taraflarının söylemlerini işçi-emekçilerin karşısına, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ya da başka hangi ad altında olursa olsun allayıp pullayıp öne çıkarmak, çürümenin açık örneği, siyasal iflasın belgesidir. Bugün işçi-emekçilerin kurtuluşu; ne darbe ihtimaline karşı AKP’nin siyasal özgürlüğünün savunulmasında, ne de islami gericilik tehdidi karşısında inceltilmiş darbe çığırtkanlığındadır. İşçi ve emekçilerin kurtuluşu ancak ve ancak sınıfın bağımsız bir program etrafında kenetlenerek düzen karşıtı mücadeleyi büyütmesi ile mümkündür!


Sağlıkta yıkım saldırısında yeni adım: Tamgün Yasa Tasarısı...

Parasız sağlık hakkı için mücadeleye!

Son günlerde gündemde olan “Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Sağlıkla İlgili Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” başta doktorlar olmak üzere kamu ve özel sağlık kuruluşlarında çalışan sağlık emekçilerini, ülke çapında verilecek sağlık hizmetlerini, tıp fakültelerini, tıp ve tıpta uzmanlık eğitimini ve araştırma hizmetlerini bütünüyle etkilemektedir. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Türkiye genelindeki Tabip Odaları yasa tasarısı ile ilgili görüşlerini çeşitli biçimlerde dile getirmektedir. Bu yasa tasarısı, sermaye hükümetinin sistemli bir şekilde yaşama geçirdiği sağlıkta dönüşüm programının bir parçası, yeni bir aşamasıdır.

Bilindiği gibi birinci basamak sağlık hizmetlerini ticarileştiren, aynı zamanda sağlık ocaklarını birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamından çıkaran aile hekimliği uygulamasının ardından, katkı payı adı altında hasta ile hekim ilişkisini ticarileştiren ve hastaneleri işletmeye çeviren Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile “sağlıkta dönüşüm” yeni bir boyuta gelmişti. Şimdi sıra, bu işletmelerin daha fazla kâr elde etmesi için ihtiyaç duydukları ücretli kölelik koşullarının yasal düzenlemelerine geldi. Sağlık Bakanlığı’nca “tam gün” çalışma ile ilgili hazırlanan yasa tasarısı ile bunun önü açılmak istenmektedir.

Bu yasa tasarısı ile özelde büyük hastane zincirlerine, kamuda özelleştirme yolundaki üniversite ve devlet hastanelerine ucuz iş gücü sağlanacaktır. Her zaman olduğu gibi sermaye hükümeti toplumun geri bilincine seslenmekte, sağlık emekçileriyle emekçi halkı karşı karşıya getiren çeşitli açıklamalar yapmakta, hastaların hastane kapılarında çektiği sıkıntıların bizzat kendi politikaları olduğu gerçeğini örtmek istemektedir. Kamuda çalışan doktorların özel muayene açmasına yasak getiren bu yasa tasarısı, böylelikle hastaların daha iyi sağlık hizmeti almasını sağlayacak bir düzenlemeymiş gibi sunulmaktadır.

Sağlığın özelleştirmesinin bir devamı olan bu yasa tasarısına karşı mücadele sadece sağlık çalışanlarının emeğinin korunması açısından değil, herkes için eşit, nitelikli, ücretsiz ve ulaşılabilir sağlık hakkı mücadelemiz açısından da önem taşımaktadır.

Bu yasa tasarısı doktorların tam gün çalıştırılarak daha fazla emek sömürüsü ve bu yolla daha fazla kâr elde edilmesi dışında, ithal hekimlik uygulaması, radyasyon ortamında çalışan emekçiler için haftalık çalışma süresinin diğer sağlık personeli ile eşit hale getirilerek 40 saate çıkarılması gibi uygulamalar da getirmektedir. Taslak ve ilgili düzenlemelerle doktorların birçok haklarının ellerinden alınması özel hastane ve işletme sahiplerinin getirilmesini istediği ithal hekimlik uygulaması ile birlikte kullanılacak işsizlik tehdidi sağlık emekçilerini düşük ücrete ve ağır çalışma koşullarına mahkum edecektir. Bunun dışında yasa tasarısı, doktorlara getirilen başka bir yerde çalışma konusundaki sınırlamalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde çalışan doktorları dışta bırakması ile de dikkat çekmektedir.

Bir yöntemin uygunluğu nasıl bir sağlık sisteminin parçası olduğuyla doğrudan ilgilidir. Bu nedenle serbest piyasa koşulları altında tam gün çalışma, sağlık emekçilerini ücretli kölelik koşullarına mahkum etmektedir. Ayrıca Kamu Hastaneleri Birliği Yasa Tasarısı ile birlikte düşünüldüğünde hastanelerin 7 kişilik yönetiminin 4’ünün bakanlık yetkilisi, kalanlarının ticaret odası ve il özel idaresinin işletmecileri olacağı için sağlık emekçilerini nasıl bir çalışma ortamının beklediği rahatlıkla görülebilir.

Çalışma koşulları iyi düzenlenmiş, alt yapı sorunları en aza indirgenmiş bir çalışma ortamında, taşeron/sözleşmeli/geçici çalışma gibi uygulamaların olmadığı, yeterli sağlık çalışanıyla ve sağlık çalışanlarının güvenceli, özlük hakları iyileştirilmiş, doktorların meslek etiğinin gereğince hastasına, hastanesine ve kendi eğitimine veya uzmanlık öğrencisinin eğitimine yeterli zaman ayırabildiği bir çalışma düzeninde tam gün çalışma uygulanabilir bir yöntem olacaktır.

Sermaye devleti işletme haline getirilen hastanelere ücretli köle sağlamak niyetinde olduğu için bu uygulamanın savunulabilir hiçbir yanı yoktur. Bu hem hasta, hem de sağlık çalışanı açısından yaşanan mevcut sorunları daha da artıracaktır. Hastanelerin ve diğer sağlık kurumlarının ticari işletme haline getirildiği, performansa göre ücretlendirmenin olduğu bir yerde hasta bakımının meslek etiğine uygun yapılamayacağı ortadadır.

Bu nedenle; sağlık kuruluşlarının kâr etmeye yönelik işletmeler olmaktan çıkartılması, sağlığın herkes için eşit, ücretsiz, nitelikli ve kolay ulaşılabilir hale getirilmesi için mücadele etmekten başka seçeneğimiz yoktur. Bu mücadele, sistemin bilinçli bir şekilde karşı karşıya getirmek istediği sağlık emekçileri ve bu hizmeti alan işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesi ile kazanılabilir. Sermayenin saldırılarına karşı mücadele taleplerimizi ortaklaştırmalı, saldırı yasalarını sokakta parçalamalıyız!

Sağlıkta yıkım anlamına gelen ve kölelik koşulları getiren tüm yasalar iptal edilsin, yasa tasarıları geri çekilsin!

Tüm çalışanlara insanca yaşamaya yetecek ücret!

Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!

Tüm çalışanlar için genel sigorta (işsizlik, sağlık, kaza, emeklilik, yaşlılık vb.)!

Tüm çalışanlara grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı! 

Geçici, sözleşmeli, taşeron vb. çalışma biçimleri yasaklansın!

Parasız sağlık, parasız eğitim!


Genç-Sen’den kapatılma davasına tepki...

İstanbul Valiliği, Öğrenci Gençlik Sendikası’nın (Genç-Sen) kapatılması talebiyle dava açtı. Valilik ve savcılığın dava dilekçesinde “Öğrenci sendika kuramaz” görüşü savunuldu.

Hazırlanan iddianamede “Davalı sendika yöneticilerinin tümü öğrencidir. Çalışan ve çalıştıran yani emek-sermaye ilişkisi içinde olmayan grupların sendika kurma faaliyeti iç hukukumuzda düzenlenmemiştir” görüşüne yer verildi. Genç-Sen’in İstanbul 6. İş Mahkemesi’ne sunduğu dava dilekçesinde, ‘Anayasa’nın 51. maddesine göre, çalışanlar ve işverenlerin önceden izin almaksızın sendika kurma hakkına sahip oldukları’ kanıt olarak öne sürüldü.

Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen), sendikalarına açılan kapatma davası ile ilgili 24 Haziran günü DİSK Genel Merkez binasında basın açıklaması yaptı. Açıklamaya DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Emekyi-Sen Aksaray Şube Başkanı Nahime İldemir Bayrak, DİSK ve Emekli-Sen üyeleri ile Genç-Sen üyeleri katıldılar.

Genç-Sen adına açıklamayı Genç-Sen MYK üyesi Gözde Mutlucan yaptı.

Mutlucan yaptığı açıklamada, İstanbul Valiliği’nin 40 ilde şubeleri olan sendikaları hakkında kapatma davası açtığını söylerken, gençlerin taleplerini yükselten sendika oldukları için kapatılma gerekçesini doğru bulmadıklarını ifade etti.

Mutlucan’ın ardından konuşma yapan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ise, kapatma davasının sadece öğrencilere olmadığını, tüm sendikalara açılmış olduğunu ifade etti. Türkiye’de sendikalaşma hakkının uluslararası sözleşmelerle güvence altına alındığını vurgulayan Çelebi, sendikanın hak ve özgürlük olduğunu, DİSK’in çatısı altında faaliyet gösteren Emekli-Sen ve Genç-Sen’in yanında olacaklarını dile getirdi.

Kızıl Bayrak / İstanbul