11 Temmuz 2008 Sayı: SİKB 2008/28

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzen içi dalaşma ve devrimci sınıf çizgisi!
   Liberal ve reformist solun rejim kriziyle sınavı
Fethulah’ın Abant Platformu Kürt sorunu gündemiyle toplandı…
E-Kart grevine dayanışma eli...

İşçi ve emekçi hareketinden…

2008 metal grup TİS’leri yaklaşırken…
TİS komiteleri kuralım, sözleşme sürecinde
etkin bir rol oynayalım!
  İstanbul’da belediye TİS’leri...
  Zam furyasına karşı ücretlerimize ek zam talep edelim!
  “Şah! Rok!”: Mat için ne yapmalı? Yüksel Akkaya
  Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? / 2 Volkan Yaraşır
  Emperyalizmin G8 Zirvesi sirki!
  Irkçı siyonistlerden
savaş kışkırtıcılığı!
  Dünyadan kısa kısa…
  Bir kez daha iktidar çekişmesi üzerine
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? / 2

Volkan Yaraşır

Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel profili

Türkiye’de neo-liberal karşı devrimci saldırılar, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra hayata geçti. Faşist diktatörlük büyük bir şiddet dalgasıyla başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumsal güçleri dağıttı ve parçaladı. Ancak bu aşamadan sonra neo-liberal politikalar uygulanabildi.

Bu gelişmeler uluslararası düzeyde kapitalizmin yeniden yapılanma süreciyle bağlantılıydı. 12 Eylül askeri darbesi açık zor işlevi gördü, neo-liberal karşı devrimci politikalar ekonomik zor ve ya da ekonomik faşizm olarak devreye sokuldu.

Türkiye işçi sınıfı darbenin yarattığı ağır yıkımı 1989 Bahar Eylemleri adı verilen, aylarca süren işçi-kitle eylemleriyle, 1991 Madenci Yürüyüşü diye adlandırılan bir kentin ayağa kalkması ve başkente yürümesiyle ya da kamu emekçilerinin 1990’ların ortasında aktif ve kitlesel bir güç olarak devreye girmesiyle aşmaya çalıştı. Yer yer son derece anlamlı ve iz bırakan kitle eylemleri, direnişler ve grevler gerçekleştirdi. Ama darbenin ve radikal neo-liberal politikaların sarsıcı etkilerini ve yarattığı paralizasyonu aşamadı.

Neo-liberal politikaların son derece konsantre hayata geçirilmesi üç düzeyde yıkıcı etkiler yarattı.

Neo-liberal politikaların salt bir ekonomik boyut olarak algılanması hem kitleler nezdinde, hem de devrimci güçler arasında farklı yanılsamaları beraberinde getirdi. Oysa ki neo-liberal politikalar sistematik, çok boyutlu ve konsantre bir karşı devrim programıydı. Sadece ekonomik değil, ideolojik ve kültürel boyutları vardı. Hatta ideolojik ve kültürel boyutları anlaşılmadan ne ekonomik boyutunu anlamak ne de mücadele etmek çok olanaklı değildi.

Önce ideolojik bombardımanlarla kitlelerin refleksleri, düşünme biçimleri değiştirildi. Tam bir toplum mühendisliği programı dahilinde kitleler içinde tarihsel kökleri olan paylaşma ve dayanışma ilişkileri tarumar edildi. Kâr ve rekabet duyguları körüklendi. Devletin ideolojik aygıtları “yeni” bir devlet-toplum-birey ilişkisi yaratmak için gündelik hayatı yeniden kurdu. Anlam ve mana dünyaları değiştirildi. Gerçeğin anlamını kaybetmesi için çeşitli düzeylerde falsifikasyonlar yapıldı. Kısaca önce yeni fetih alanı olan insan beyni ele geçirildi. Beyinlerin felç olması, bloke olması yönünde sistematik operasyonlar gerçekleştirildi. Moral değerler dejenere edildi. Yerine fatalizm ve pesimizm ikame edildi. Bu ideolojik operasyonları kültürel boyutta gerçekleştirilen operasyonlar izledi. Toplumun Mc Donalds’laşması, tek tipleşmesi ya da üniform bir toplum haline getirilmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. Tüketim terörü körüklendi. Her şey hedonizm içindi… Tüketmek başlı başına bir varoluş olarak sunuldu. Tekno-ideolojik bombardımanlar sonucu beyinleri felç edilen toplum, kültürel operasyonlarla suç ortağı haline getirildi. İşte bu aşamadan sonra ekonomik boyut devreye sokuldu. Ekonomik Darvinizm şeklinde uygulanan ekonomik politikalar hızlı bir tekelleşme ve radikal özelleştirmeler şeklinde kendini dışa vurdu.

Neo-liberal politikaların bu boyutları yeterince kavranmadığından, sistematik karşı devrimci süreç, salt ekonomik ayağıyla hatta bu ayağın sonucu olan özelleştirmeler olarak algılandı. Ve mücadele, özelleştirmelere karşı yürütülen başından lokalize olmaya mahkum çabalarla sınırlı kaldı.

Türkiye’de neo-liberal politikalar iki dönemde hayata geçirildi. 1980’li yılların ortasından 2000’li yıllara kadar yürütülen politikalar birinci dönemi kapsadı. Bu süreç bir altyapı çalışması oldu. Bir yandan sermayenin transformasyonu yönünde adımlar atıldı, öte yandan emeğin örgütlülüğünün bütünüyle dağıtılması hedeflendi. Bu yönde de önemli başarılar sağlandı. Asıl olarak 1980’lerin ortalarında finans kapitalin yol haritası olan Washington konsensüsü doğrultusundaki adımlar bu zeminler üzerinden gerçekleştirildi. İkinci dönem neo-liberal politikalarla telekomünikasyonun, bankalar ile finans sektörünün ve ekonominin sinir noktaları olan KİT’lerin özelleştirilmesi ve uluslararası piyasaya açılması gerçekleştirildi.

Yaşanan bu süreç 2006 resmi verilerine göre şöyle bir tablo ortaya çıkardı. Bugün Türkiye’de 13 milyona yakın işçi bulunuyor. 6 milyon açık ve sayılamayan işsiz var. Yani mülksüzlerin (işi olan ve işi olmayan işçilerin) toplamı 19 milyon. Neredeyse her 2 çalışan ücretliye 1 işsiz düşüyor. Ücretlilerin her 3 kişiden 2’si özel sektörde çalışıyor. Bu 13 milyon ücretlinin 2 milyona yakını devlet memuru. Kamu emekçilerinin aşağı yukarı 700-800 bini grev-toplusözleşme hakkı olmayan dernek niteliğindeki sendikalara üye. Toplam işçilerin (kamu ve özel sektörde çalışanların) 500 bini işçi sendikalarına üye. Sendikal alana bürokratizm ve korparatist ilişkiler hakim. Türkiye’de ücretiyle geçinenlerin % 65’i ise güvencesiz. Toparlayacak olursak, sınıfın % 5’i sendikalı, % 95’inin ise hiçbir örgütlülüğü bulunmuyor.

Tablo bu derece ağır. Yani işçi sınıfı şiddetli derecede örgütsüz, dağınık, şekilsiz, atomize olmuş ve katmanlaşmış durumda. Küresel düzeyde yaşanan sınıfın yapısındaki değişim ve farklılaşmalar Türkiye’ye de yansımış durumda. Türkiye kapitalizminin düzeyi küresel boyutta yaşananları yansıtacak içerikte.

Türkiye işçi sınıfının yoğunluğunu çevre işgücü oluşturuyor. Kendi içinde katmanlı bir yapıya sahip bu işgücü, sendikalı işçiler, güvencesiz işçiler, sokak işçileri, marjinal sektörde çalışanlar olarak ayrılıyor.

Faşist diktatörlüğün sürekli şiddetine maruz kalmak, bu bir anlamda karşı devrimin sürekliliği demekti, sınıfta felç edici etkilere yol açtı. Ayrıca neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarını yaşayan işçi sınıfı, bilinç ve kimliğinde yoğun deformasyon yaşadı. Refleksleri köreldi, karakter aşınmasına uğradı. Sınıfsal duruşunu kaybetti. Olaylara, olgulara sınıfsal kimliğiyle değil, alt kimliğiyle (etnik, dini, mezhebi, milli vb.) bakmaya başladı. Bu durum sermayenin sınıfı kolayca manipüle etmesi ve sınıf içinde milliyetçi, şoven eğilimlerin bir düzeyde etkili olmasını sağladı.

Sınıf bu süreç içinde Marx’ın 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları’nda belirttiği gibi insanın şeyleşmesi ve değersizleşmesi ve her şeyiyle kârın hizmetine sunulmasını yaşadı. Yani sınıf konsantre bir yabancılaşma sürecine girdi. Son derece rafine bir şekilde değersizleştirilme operasyonlarına tabi tutuldu. Sınıf böylece özgüvenini kaybetti, yıkıcı gücü aşındı, moral değerleri çöktü.

Kendini hiç, manasız, değersiz hisseden işçi yığınlarına, cemaatleşme dayatıldı. Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu Türkiye’de sınıfın cemaatleşmesi yönünde organizasyonlara girişildi. Sınıf sadaka toplumunun parçası haline getirilerek, bir muhtaçlar yığınına dönüştürülmek istendi. Hedeflenen sınıfın ıslah olması, terbiye edilmesi ve ehlileştirilmesiydi.

Fakat bu süreç sınıflar mücadelesinin yaratıcı ve yenilenmeci dinamikleriyle aşılmaya çalışıldı. İkinci dönem neo-liberal yıkım politikaları karşısında uzun süre sessiz kalan işçi sınıfı 2007’de ayağa kalktı. İlk gelişme Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink’in faşist katiller tarafından öldürülmesi üzerine gerçekleşen olağanüstü cenaze töreni oldu. Yüzbinlerin katıldığı cenaze tam anlamıyla kendiliğindenci bir kitle gösterisiydi. Ve kendiliğindenci bir hareketin tüm muhteşemliğini ve zaaflarını içinde taşıdı. Ama her şeyden önce resmi ideolojiye karşı net bir karşı duruştu. Ayrıca kitlelere kapatılmış 1 Mayıs alanı, İstanbul Taksim meydanı fiilen kitleler tarafından işgal edildi. Bu gelişme ilk adımdı. 1 Mayıs 2007, 1977’de CIA ve kontrgerilla güçleri tarafından gerçekleştirilen ve 34 emekçinin öldürüldüğü 1 Mayıs katliamının 30. yıldönümüydü. Ve 30 yıldan beri bu alan işçilere ve emekçilere yasak edilmişti. Bu yasak bir nevi sermayenin işçi sınıfına yönelik baskı ve tahakkümünün simgesiydi. Öncü işçiler ve devrimciler 2007 1 Mayısı’nın hedefini Taksim olarak işaretledi ve devletin her türlü baskı ve şiddetine karşı Taksim Meydanı özgürleştirildi. Arkasından Hava-İş Sendikası’nın toplusözleşme sürecinde hak ihlallerine karşı greve çıkma ısrarını sürdürmesi önemli bir gelişme oldu. Siyasal iktidarın ve sermayenin grevi vatan hainliğiyle özdeş tutmasına rağmen havayolları işçileri grev kararını sürdürdü. Sonunda sermaye geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu birikimler Telekom grevini tetikledi. 26 bin Telekom işçisi 44 gün greve çıktı. Telekom işçileri anti-sendikal politikalara, hak kayıplarına, sendikalarının tasfiye edilmesi girişimine karşı 44 gün direndi. Telekom grevi, sınıf hareketinde son yılların en önemli atağı oldu. Sınıfa moral ve muktedir olma gücü verdi. Sınıfsal antagonizma bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Aynı dönemde Yunanistan, Almanya, Fransa, Macaristan, İsrail, Mısır, Güney Afrika’da yaşanan işçi eylemleri, grevleri ve direnişleri sınıf hareketine güç kattı. Sosyal yıkım politikalarına, hak gasplarına karşı gerçekleşen bu eylemler işçi sınıfının özgüven duygusunu pekiştirdi.

Neo-liberal politikaların en yıkıcı sonuçlarından biri olan sağlığın özelleştirilmesi ve emeklilik hakkının gaspı yönündeki yasaya, SSGSS’ye karşı mücadelede bu aylarda hem yerel, hem de ulusal düzeyde gelişti. Yunanistan’daki aynı mahiyetteki yasaya karşı gerçekleşen birer günlük grevler hayranlıkla izlendi.

Sosyal yıkım yasasına karşı 14 Mart 2008’de işçi sınıfı son derece sarsıcı bir eylem gerçekleştirdi. Tahmini rakamlara göre 2 milyon işçi eylemlere katıldı. 14 Mart eylemi son 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı işçi sınıfın gerçekleştirdiği en güçlü eylem oldu. Sermaye ve siyasal iktidar sınıfın kolektif ayağa kalkışını, yanına bürokratik ve korparatist nitelikteki konfederasyonları alarak kırmaya çalıştı. Ama sınıf hareketi 1 Nisan ve 6 Nisan kitlesel eylemleriyle bu manevrayı aştı. Özellikle 2008 1 Mayıs’ı sınıfın ve devrimcilerin sermaye ve devlete karşı bir irade savaşını gösterdi. Tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim Meydanı yasaklanmasına rağmen onbinlerce işçi alana girmeye çalıştı. 1 Mayıs 2008 siyasal İslamcı parti AKP’nin (% 47 oyla 22 Temmuz 2007’de yeniden iktidara gelmişti) kitleler üzerinde yarattığı kolektif halüsilasyonun aşılmasını sağladı. AKP’nin işçi düşmanı yüzünü net olarak ortaya koydu. 1 Mayıs 2008’de binlerce işçi ve devrimci gözaltına alındı, yüzlercesi yaralandı. İstanbul’da fiili bir sıkıyönetim ilan edildi.

2008-2009 Türkiye işçi sınıfı açısından bir momentum olma özelliği taşıyor. Telekom grevi, 14 Mart eylemi ve 2008 1 Mayısı’yla toparlanan, moral kazanan işçi sınıfı sermayenin yeni sosyal yıkım saldırılarıyla karşı karşıya. Özellikle 1929 Dünya Ekonomik Krizi düzeyinde olduğu tartışılan, kapitalizmin krizinin yalnızca bir finansal kriz değil, yapısal bir kriz özelliği taşıması ve bunun Türkiye’ye yansıması sarsıcı ve altüst edici sonuçlar yaratabilir. Türkiye ekonomisinin ana kolonlarının bazılarının yıkılması (unutulmasın kriz anları kapitalistlerin kapitalistleri mülksüzleştirme dönemleridir) birçok iç gerilimin yaşandığı ülkede bir pogrom ortamı doğurabilir. Her kriz anı devrimci imkanların doğduğu anlar olduğu gibi, karşı devrimci gelişmelerin yaşandığı ve kapitalizmin kendini yenilediği dönemleri de ifade eder. Çarlık Rusya’sında çarlığın her krize girdiği dönemde Yahudi pogromlarına girişmesi boşuna değildir. Böylece kitleleri mobilize eden çarlık, rahat nefes alabilmektedir. Türkiye’de de etnik dini ve mezhebi polarizasyonların varlığından dolayı benzer gelişmeler yaşanabilir. Bugün aynı coğrafi bölgede olduğumuz Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da emperyalist politikaların mikro dincilik ve mikro milliyetçilik üzerinden yürütülmesi boşuna değildir. Toplumların tarihsel iç gerilimlerini ve etnik, dini, mezhebi özelliklerini paralize etmeye çalışan emperyalist-kapitalist sistem bunun üzerinden kapitalist stabilizasyon yaratmayı hedefliyor. Yugoslavya’nın emperyalist güçlerin bir av sahasına dönüştürülmesi ve bugünkü kanton devletlere bölünmesi yakın tarihin önemli operasyonudur. Bugün Ortadoğu bir Balkanlaşma sürecine girmiş durumdadır. Bu süreç bir yanıyla da mikro dincilik ve mikro milliyetçilik esaslı kanton devletler ya da mikro devletler yaratılması sürecidir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti iki temel yönelim içinde. Ilımlı İslam politikalarıyla Büyük Ortadoğu Projesi’ne angaje olan TC, Çin çalışma rejimi düzenlemeleriyle de Avrupa Birliği’ne entegre olmaya çalışıyor. Bu iki ana yönelim neo-Osmanlıcılıkla kesişiyor. Neo-Osmanlıcılık, devletin resmi ideolojisi haline getirilmiş durumda. TC’nin ılımlı İslam politikalarıyla BOP’a angaje olması özünde emperyalizmin taşeronluğuna sıvanma ve agresyon politikalarıdır. Hızlı bir militarize oluş sürecidir. Çin çalışma rejimiyse AB’nin ucuz emek cenneti olmaktır. Çin çalışma rejimi özünde “beleş” ücret ve kölece çalışmaya dayanıyor. Dışarıda agresyon politikaları izleyen TC, içerde bir yandan Çin çalışma rejimini inşa ederken, öte yandan şiddetli bir gericiliğin de zeminini örüyor. Sınıfın tüm direnç noktalarını kırmayı, tarihsel kazanımlarını (grev ve toplusözleşme düzenini, asgari ücret sistemini, bir işsizlik güvencesi mahiyetindeki kıdem ve ihbar tazminatını vb. hakları) gaspetmeyi amaçlıyor.

Bunun için sınıfın sadaka toplumunun parçası haline getirilerek itaatkarlaşması, rıza göstermesi yönünde düzenlemelere gidiliyor. İşçi sınıfının ülkede olası etnik, dini, milli çatışkılara taraf olması ve atomize edilmesi amaçlanıyor.

Türkiye’de olası bu gelişmeler sınıfsal antagonizmayı perdeleyici içeriktedir. İşçi hareketinin bu süreci kavrayacak ve değiştirecek donanımda olması tarihsel bir görevdir.

Sınıfın organik birliğinin dağılması, katmanlaşması ve amorfe oluşu bu tarihsel görev konusunda zafiyetlere neden oluyor.

Bugün ancak sınıf hareketinin yeniden yapılanmasıyla bu süreç aşılabilir. Sorun bu bağlamda salt bir sendikal kriz sorunu değildir. Sendikal kriz, yaşanan çok boyutlu ve vektörlü problemlerin yalnızca biridir, hatta sonucudur. Asıl sorun son 30 yıllık süreçte kapitalizmin geçirdiği transformasyona bağlı sınıf içindeki değişimleri yakalamaktır. Yani bir yandan sınıfın organik birliğini sağlarken, öte yandan onun yıkıcı gücünü açığa çıkarmaktır.

Sınıf hareketinin yeniden yapılanması yazının ileriki bölümlerinde içeriği açılacak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıyla olanaklıdır.

Türkiye işçi sınıfının önünde iki seçenek var: Ya örgütsüz hiç olacak ya da örgütlü her şey olacaktır… Her şey olmanın kıstası sınıfın her kesimini şekillendirecek, ona güven ve mücadele azmi kazandıracak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıdır. Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesinin katalizörüdür. Sınıfın yeniden yapılanmasının temel örgütlenme biçimidir.

(Devam edecek…)

(Bu yazı aynı başlık altında 18-20 Haziran 2008’de Hong Kong’da yapılan ILPS’nin 3. Kongre’sine tebliğ olarak sunulmuştur…)