12 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/37

  Kızıl Bayrak'tan
  Yiyici asalakların dalaşması neyi yansıtıyor
   Abdullah Gül’ün Erivan ziyareti…
12 Eylül düzenine son vermek için devrimci sınıf hareketini yükseltelim!
Grev ve direnişlere daha güçlü destek!

MBelediye TİS’lerinin gösterdikleri

Yol-İş Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı...
  Metal grup TİS’leri tartışıldı
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Kamu emekçilerini hedef alan saldırılar gündemde…
Tabanda oluşturulacak örgütlenmelerle
mücadeleye hazırlanılmalıdır!
  KESK’in mücadele programı ve toplu görüşme sürecine ilişkin şube yöneticileriyle konuştuk…
  Bunlar engerekler ve çıyanlardır!
  Metal TİS’lerinde esneklik dayatması!
  Tuzla tersanelerinin “mazlum” patronları!
  Kapitalizm kadını neden öldürüyor?
  Kapitalizm doğayı yok etmeye devam ediyor…
  Suikast kurbanı Benazir Butto’nun dul eşi cumhurbaşkanı…
  Özel savaş aygıtı kendisini
tahkim ediyor!
M. Can Yüce
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 2
Volkan Yaraşır
  Bültenlerden
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

12 Eylül düzenine son vermek için devrimci sınıf hareketini yükseltelim!

12 Eylül darbesinin 28. yıldönümündeyiz. Devrimci hareketin ve toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçen bu darbenin izleri hala da görünür durumda. Zira 12 Eylül, bir nokta operasyonu değil bir sistemin adıdır.

12 Eylül askeri darbesiyle devrimci hareket ve toplumsal muhalefet ezilerek kurulu düzen önemli bir tehlikeden kurtarılmış, bununla birlikte emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizden çıkış için gündeme getirilen neoliberal politikaların ülkede uygulanmasının önü açılmıştır. Toplum her açıdan zapturapt altına alınıp baskı ve terör kurumsallaştırılırken, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ağır bir sosyal-ekonomik yıkımın altında bırakılmıştır. Devletin kendisini toplumsal hayatın her alanına nüfuz edecek tarzda yeniden yapılandırması ve toplumun tüm direnç noktalarının kırılması, 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulanan sistematik politika olmuştur. Devrimci örgütlenmeler güçten düşürülüp takatsiz bırakılırken sendikaların kapısına kilit vurulmuş, direngen unsurlar işkence tezgahlarından geçirilmiştir. Grevler yasaklanmış, ücretler düşürülmüştür.

12 Eylül bir sistem olarak kurumsallaştırılırken, darbe karşısında yenilen ve dağılan devrimci hareketin ve toplumsal muhalefetin yeniden ayağa kalkma girişimleri ise her defasında ezilmiştir. ‘80’li yılların sonlarından başlayarak 12 Eylül rejiminin gerilemesi ve en azından savunma konumuna geçmek durumunda kalması ise, o dönem gelişen ve kabına sığmayan işçi hareketinin ürünü olmuştur. 12 Eylül’ün yarattığı suskunluk ve boyun eğmişlik tablosundan ilk gedik işçilerce açılmıştır. Sakal bırakma gibi pasif eylemlerden başlayan, giderek sokaklara çıkan ve sonrasında yaygın grevlerle tepkisini dışavuran işçi hareketinin yarattığı olumlu moral atmosfer sayesinde devrimci ve sol hareket de toparlanma yönünde adımlar atabilmiştir. Nihayet komünistlerin geleneksel devrimci-demokrat hareketten kopuşu bu dönem gerçekleştirilmiştir.

İşçi hareketi, 12 Eylül rejimi tarafından kendisine bir pranga olarak takılan Türk-İş’in sendikal ihanet çetesini aşmaya başlamıştır. Hem bundan dolayı, hem de işçi hareketini sendikal planda bölebilmek kaygısıyla DİSK’in kapısına vurulan kilit açılmıştır. Ancak işçi hareketinin politik bir sınıf hareketi düzeyine ulaşamaması, bu gelişmenin daha ileri bir mecraya taşınmasına engel olmuştur. 12 Eylül düzeni sarsılsa da, bir sistem olarak varlığını yeni koşullara uyarlayarak sürdürmüştür.

İşçi hareketine paralel olarak gelişen fakat asıl büyük atılımını işçi hareketindeki kırılmanın ardından gerçekleştiren Kürt hareketi, bir süre düzenin yaşadığı zorlanmayı büyütmüş, onu çaresiz bırakmıştır. Ancak Kürt hareketi, ulusal çerçeveyle sınırlılığın, esas olarak da işçi sınıfı hareketinin önderliğinden yoksun olmanın yarattığı sınırlara gelip dayanmış, bir yerden sonra geriye düşmüş ve sistemle bütünleşme stratejisine yönelmiştir. Kürt hareketinin yaşadığı bu evrimde, bizzat ordu eliyle yürütülen ve 12 Eylül zorbalığını bazı yönlerden katlayan baskı ve terörün de önemli bir rolü olmuştur. Öyle ki, 12 Eylül’ün hazırlanmasında rol oynayan kontrgerilla örgütlenmesi ve kirli savaş çeteleri yeniden göreve çağrılmış, sınırsız cinayet işleme yetkileriyle donatılmış ve ülkenin kan gölüne çevrilmesinde özel bir rol oynamıştır. Çatlılar, Çakıcılar, MHP’nin komandoları yeniden işbaşı yapmışlardır. JİTEM gibi ordu içerisinde özel yetkilerle donatılmış kirli savaş örgütlerinin yanı sıra Hizbullah gibi taşeron örgütler de bizzat ordu tarafından kurulup kullanılmıştır.

Daha sonra Susurluk’ta açığa çıktığı ölçüde deşifre olan unsurlardan bazıları temizlenmiş, ellerine verilmiş olanakları kendi çıkarları için kullanan bazıları tasfiye edilmiştir. Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt hareketinin yön değiştirmesiyle birlikte Hizbullah tasfiye edilmiştir. Fakat esas omurgasıyla kontrgerilla örgütlenmesi varlığını sürdürmüş, yeni koşullara uygun biçimde kullanılmaya devam edilmiştir. Şemdinli’de olduğu gibi açığa çıktığı yerde sahiplenilmiş, dokunmaya kalkan anında cezalandırılmıştır. Şemdinli, 12 Eylül sisteminin yaşadığını, devletin sınırsız zorbalığını, baskı ve terörde sınır tanımazlığını ortaya koymuştur.

Bir takım liberal çevreler tarafından “askeri vesayet rejiminden kurtulmanın yolu” olarak gösterilen Ergenekon operasyonu ise, tersine 12 Eylül sisteminin tüm temelleriyle görünmesine vesile olmuştur. Düzen içi çatışmanın ürünü olarak sahneye sürüldüğünde, aynı çevreler bunu, ordunun siyasal sistemdeki egemen konumunu ve ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaya yönelik bir hamle olarak göstermeye çalıştılar. Fakat böylesine büyük beklentilere konu edilen Ergenekon operasyonu tam bir fiyasko oldu. Sadece ordunun izin verdiği ve zaten kurtulmak istediği bir takım kontrgerilla artıklarını ve mafya bozuntularını tutuklanmasıyla sınırlı kaldı. Tutuklananlara yönelik suçlama ise, operasyonun hedeflerini ve sınırlarını net biçimde ortaya koyuyordu. Suçlamalar içerisinde bu kontrgerilla artıklarının emekçi halka ve devrimci güçlere yönelik işledikleri suçlar yer almadığı gibi, olduğu ölçüde bunlar komplo teorileriyle gerisin geri devrimci harekete yıkılarak devlet aklanıyordu. Bu yönüyle Ergenekon operasyonu ancak 12 Eylül düzeninin yeni koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması çerçevesinde anlaşılabilir.

Düzen içi çatışmanın ürünü olan Ergenekon operasyonu, çatışan güçlerin mutabakatıyla sonuçlandırıldıktan sonra, atılan adımlar bunun tam da böyle olduğunu çarpıcı biçimde gösteriyor. Mutabakatın hemen ardından gelen Genelkurmay Başkanlığı’ndaki nöbet değişimi, Ergenekon operasyonuyla ordunun bozulan imajını onarmak için kullanılıyor. Ordu siyasal sistemdeki vesayetini azaltmak bir yana tersine güçlendiriyor, Genelkurmay Başkanı üstüste yaptığı hamlelerle iplerin kimin elinde olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan hükümetten “terörle mücadele” için ek yetkiler isteniyor, AB için çıkarılan yasaların kırpılması talep ediliyor. Hükümet de ordunun bu talebini anında yanıtlıyor, gereğinin derhal yapılacağını açıklıyor. Bu arada Ergenekon operasyonunda tutuklanan generaller ordu tarafından alenen sahipleniliyor.

Tüm bunlar 12 Eylül düzeninin sürdüğünü kanıtlamaktadır. Çünkü 12 Eylül ordunun merkezinde durduğu sınırsız bir baskı ve terör rejimiyse eğer, bu düzen bugün hala hüküm sürüyor. Kontrgerilla el üstünde tutulup “bizim çocuklar” diye sahipleniliyor. Faşist baskı ve terörü kurumlaştıran yasalara her geçen gün yenileri ekleniyor. Ordu ile hükümet baskı ve zorda birbirleriyle yarışıyor.

12 Eylül düzeni, ordunun merkezinde durduğu bir siyasal rejimse eğer, bu düzen bugün de hüküm sürüyor. Çünkü bu düzenin egemen sınıfları ordudan vazgeçemiyor, onu egemenliklerinin stratejik dayanağı olarak görüyor, gelip geçici siyasi partilerine değişmiyor.

12 Eylül düzeni, emperyalist köleliğin derinleştirilmesi, emperyalist stratejilerin kulu ve kölesi bir düzense, bu açıdan da düzen güçlenerek devam ediyor. Amerikan savaş gemileri hiçbir engel görmeden Boğazlar’ı kullanıyor, ordusu-hükümetiyle düzen güçleri ise esas duruşta izliyor. Ülkeyi fiilen ABD’nin hizmetinde savaşa sürüyorlar.

12 Eylül düzeni, örgütlenmenin önüne konulan yasaklarsa eğer, bu yasaklar hala da varlığını koruyor. 12 Eylül sosyal ve ekonomik yıkımsa, İMF’yse eğer, işçi ve emekçiler 12 Eylül’ü her gün daha da ağır biçimde yaşıyor.

12 Eylül düzeni esas olarak emperyalizmin ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki sınır ve kural tanımayan egemenliği olduğu ölçüde, 12 Eylül düzeniyle asıl hesaplaşması gerekenler onlardır. Hesaplaşma ise esas olarak düzenin baskı ve terörle yarattığı korku duvarlarını ve yasalarıyla koyduğu sınırları yıkmak demektir. Geçmişte bu düzeni yıkabilecek yegane güç olduğunu gösteren işçi sınıfı ve emekçiler, bugün artık deneyimlerinden de yararlanarak bu yönde yeni bir çıkışı gerçekleştirmek durumundadır.

12 Eylül’le yaşanan yenilginin yükünden kurtulmak ve düzenin 28 yıllık politik-moral üstünlüğüne son vermek için devrimci bir sınıf hareketi olmazsa olmazdır. İşçi sınıfı bugün tüm geriliklerine karşın bazı yönlerden geçmişten daha ileri imkanlara sahiptir. En büyük imkanı da devrimci sınıf partisine sahip olmasıdır. Bu, 12 Eylül yenilgisinin en büyük nedeni olarak ortada duran temel zayıflığının aşıldığı anlamına gelmektedir. Böyle olduğu ölçüde, geleceğe umutla bakmak için yeterli nedenimiz var demektir.