4 Eylül 2009
Sayı: SİKB 2009/34

  Kızıl Bayrak'tan
  “Açılım”da son perde
  12 Eylül’ün hesabını işçi sınıfı ve
emekçiler soracak
  Türk egemen sınıfları NATO’da
daha etkin roller peşinde!
  “Kürt açılımı” aldatmacası
dökülüyor
1 Mayıs Mahallesi Festivali’nde gazetemize yönelik alçakça saldırı
Güler Zere ve hasta tutsaklar
serbest bırakılsın!
“Sağlıkta dönüşüm” işçi ve emekçilerin
sağlığını tehdit ediyor!
Toplu görüşme oyunundan sefalet ücreti ve işgüvencesinin gaspı
planı çıktı!.
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Devletin devekuşu politikası ve
boşa çıkan İmralı çizgisi
  Kriz, direnişler ve
Metal İşçileri Kurultayı
  “Metal işçilerinin birliği
için kurultaya!
  KENT A.Ş. işçilerine açık mektup...
  Entes direnişi güncesinden.
  İşçi sınıfının devrimci sanatçısı
Yılmaz Güney kavgamızda yaşıyor!
  “Kadına yönelik
sıradanlaştırılan şiddet!
  Sermaye devleti suyu siyasi şantaj aracı olarak kullanıyor!
  Kıta halklarının örgütlü direnişi
süreci belirleyecektir!
  “Açılımın” açmazları
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kürt ulusal sorunu üzerine değerlendirmelerden seçmeler...

Devletin devekuşu politikası ve boşa çıkan İmralı çizgisi

H. Fırat
Kızıl Bayrak, 10 Eylül 2005, 2005/36 (7)

Türk burjuvazisinin tarihi Kürt politikası iflas edeli yıllar oldu. İnkâra, imhaya ve asimilasyona dayalı bu politikayla, Kürt ulusal kimliğinin egemen Türk kimliği içinde eritilip zamanla sorun olmaktan çıkartılması hedefleniyordu. Olmayacak duaya amin demek anlamına gelen bu gerici-inkarcı politikanın tutmayacağı daha ‘60’lı yılların sonunda açığa çıktı ve ’90’lı yılların başında ise tümden iflası kesinleşti. Onyıllar boyunca bastırılmış olan Kürt sorunu bütün ağırlığıyla Türkiye’nin gündemine yeniden oturdu ve inkarcı burjuva sınıf düzenine çözümünü dayattı.

Fakat tarihi önemdeki bu aynı gelişme Kürt sorununun Türkiye’nin kurulu burjuva düzeni sınırları içinde olanaklı bir çözümünün bulunmadığını da ortaya çıkardı. İmralı ile birlikte gündeme gelen ve o güne kadar hayal bile edilemeyen kolaylık ve kapsamdaki teslimiyete rağmen, aradan geçen altı yılda sorunun çözümü doğrultusunda herhangi bir ilerleme sağlanamamış olması, bu gerçeğin yeni bir kanıtlanması oldu ve düzenin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü konusunda ortada herhangi bir kuşku bırakmadı. İmralı teslimiyetiyle birlikte oluşan muazzam uygunluktaki politik ve moral koşullarda bile reform yapamayan bir düzen, gerilimin kontrolsüzce tırmandığı ve iki halkın kardeşçe ilişkilerini tehdit eder hale geldiği bugünkü çatışmalı ortamda doğaldır ki bunu hiç yapamaz. Bugün bu ülkede bir “Kürt sorunu” olup olmadığı bile düzen cephesi içinde hala büyük tartışmalara, gerginliklere ve iç dalaşmalara konu olabilmektedir. Burjuva sınıf düzeninin varlığını kabul etmekte bile bu denli zorlanabildiği bir soruna yönelik olarak herhangi bir çözüm gücü ve yeteneği de yoktur, olamaz da.

Olmadığını ve olamayacağını son dönemin tüm gelişmeleri ve tartışmaları ayrıca doğrulamaktadır.

Devlet cephesinde güncel durum: Devekuşu politikasına devam!

Hükümetin başbakan üzerinden Kürt sorununu kabul etmekle yaptığı çıkışın hemen sonrasında toplanan MGK’dan bir kez daha devekuşu politikasına aynen devam kararı çıktı (ki kimse farklı bir şey çıkmasını zaten beklemiyordu). MGK bildirisinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki temel düşünceye” ve bu düşünceye uygun olarak Cumhuriyet’in Anayasa’da belirtilmiş bulunan niteliklerine yapılan atıf, iflası çoktan kesinleşmiş bu umutsuz politikada ısrar anlamına gelmektedir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki temel düşünce” ve burjuva cumhuriyetinin her yeni anayasada buna göre tanımlanan temel nitelikleri, öteki şeyler yanında, Kürt ulusal varlığının ve Kürtlerin bundan kaynaklanan tüm meşru demokratik haklarının inkarı anlamına gelmektedir. Kürt sorununun bölge düzeyinde ve Türkiye’de kazandığı muazzam boyutlara rağmen, MGK üzerinden burjuva sınıf devleti bugün bu politikanın aynen sürdürülmesini isteyebilmektedir. “Kürt sorunu yok terör sorunu var” olarak özetlenebilecek bu devekuşu politikası, daha önce de vurguladığımız gibi, gerçekte bir politikasızlık durumudur ve düzenin Kürt sorununda İmralı teslimiyeti ile birlikte kazandığı politik inisiyatifi bir kez daha tümden yitirdiğini göstermekdir.

“Kürt sorunu yok terör sorunu var” diyenler, böylece sorunun çözümü için yapabilecekleri hiçbir şeyleri olmadığını da itiraf etmiş oluyorlar. Bu, devlet payına ‘90’lı yıllardaki politikadan çok daha geri bir konuma düşmeyi ifade etmektedir. Zira o zamanlar hiç değilse kabul etmiş göründükleri “Kürt realitesi” için elbette yapabilecekleri bir şeyleri olduğunu, ama silahlı direnişin bunu engellediğini, “terör” olarak nitelenen bu direniş bastırılmadan bir şey yapılamayacağını söyleyebiliyorlardı. Buna göre silahlı direniş, Kürt sorununda çözümün değilse bile bu doğrultuda bazı adımları atmanın asıl engeli idi. Bugün artık bunu bile söyleyebilecek durumda değiller. Geride kalan altı yılın bilançosu böyle bir söylemin ikiyüzlülüğe dayalı aldatıcılığını ortaya koymuş, dolayısıyla tüm inandırıcılığını yıkmış bulunmaktadır.

Bir türlü cepheden bastırılamayan silahlı direniş, sonunda İmralı teslimiyeti ile birlikte kendiliğinden ve tam beş yıl boyunca gündemden çıktı. Ama bu aynı beş yıl burjuva sınıf düzeninin Kürt sorununda yapabileceği hiçbir şey olmadığını da tüm açıklığı ile gözler önüne serdi. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği yeni ideolojik-politik çizgi ile Kürt hareketinin istemleri sınırlı kültürel haklar düzeyine indirgendiği ve Kürt hareketi de büyük ölçüde bu yeni çizgiye kazanıldığı halde, devlet buna hiçbir karşılık vermedi, Kürt sorununu bir ölçüde ve bir süreliğine olsun yatıştıracak hiçbir adım atmadı. Bu durumda bugün “Kürt sorunu yok terör sorunu var” diyenlerin, artık terörü bitireceğiz ve böylece olmayan sorunun üstesinden de gelmiş olacağız demek dışında söyleyebilecekleri bir şey yok. Bu ise devlet ve düzenin kendini bir kez daha boylu boyunca inkarcılık çıkmazına saplaması anlamına gelmektir.

Özetle devlet, son MGK bildirisi üzerinden, gerici burjuva düzeninin Kürt sorununda sınırlı reformlar kapsamında bile herhangi bir esneme niyeti ve olanağı bulunmadığını bir kez daha ilan etmiştir.

Esnemeyen kırılır, bu kesin; tüm sorun, bunun nasıl ve ne yönde olacağıdır. Burada temelde iki olanaklı yol var. Ya özgürlük, eşitlik ve bunların sağlayacağı tarihsel olanaklarla gönüllü birlik temelinde, halkların daha ileri düzeyde bir devrimci birliği ve kaynaşması; ya da sonunda taraflar açısından kaçınılmaz olarak emperyalist stratejilere dolgu malzemesi olmayla da sonuçlanacak halklar arası gerici boğazlaşmalar ve böylece, tarihsel olarak birlikte ve içiçe yaşamış iki kardeş halkın devrimci gelişmeler onları yeniden birleştirene kadar birbirinden en yıkıcı biçimde kopması. İlki devrimci sınıf mücadelesi, bu mücadele içinde daha da yakınlaşacak ve kaynaşacak olan halkların işçi sınıfı önderliğinde devrime yönelmesi anlamına gelmektedir. İkincisi gerici boğazlaşmalar içinde iki halkın birbirini tüketmesi, yani manevi, kültürel ve maddi yıkım demektir. İlki Türkiye’deki Kürt sorununun ancak devrimle olanaklı olabilecek biricik gerçek çözümünü, ikincisi ise düzenin tarihsel temellere sahip bugünkü çözümsüzlüğünü ve bunun halkların yaşamı ve ilişkileri bakımından yolaçabileceği yıkıcı sonuçları anlatmaktadır.

Bu ikisi arasında muhtemel bir ara çözüm, İmralı’da Abdullah Öcalan tarafından geliştirilen çizgi olabilirdi. Kürt sorununda sınırlı anayasal reform anlamına gelen bu çözüm yolu, farklı bir çerçevede aynı zamanda emperyalist odakların bir NATO ülkesi olan Türkiye’deki Kürt sorunu konusunda düşünebildiği çözümle de kesişmektedir. Abdullah Öcalan yeni çizgisini bir yandan AB projesi, öte yandan ABD’nin Ortadoğu’ya emperyalist müdahale çerçevesinde gündeme getirdiği BOP ile bağdaştırmaya çalışırken, işin aslında tümüyle bu aynı gerçeğin bilinciyle hareket etmektedir.

Fakat bu türden bir ara çözümün olanaklı olmadığını ve olamayacağını olaylar giderek daha belirgin biçimde göstermektedir. Kürt hareketinin yılları bulan teslimiyet politikası devleti buna yöneltemedi, şimdi yeniden gündeme getirilen silahlı eylemler hiç yöneltmez. Kaldı ki böyle bir çözüm arayışı ile onu gerçekleştirmenin aracı olarak bugün yeniden tutulan silahlı mücadele yolu arasında mantıksal bir bağdaşmazlık da var. Ya izlenen politika yanlıştır, ya da onu gerçekleştirmek üzere bugün tutulan yol. Bu, Kürt hareketinin bugünkü büyük çelişkisi ve anlaşılması güç tutarsızlığıdır. Bunu burada şimdilik sadece ifade etmekle yetinerek yeniden devlet ve düzen cephesindeki son gelişmelere dönmek istiyoruz.

Hükümet manevrasına karşı meşruiyet tehdidi

Sözde AB demokrasisi kapsamında yapılan düzenlemelerden beri çoğunluğunu artık hükümet mensuplarının oluşturduğu MGK’nın aynı bildirisi, hükümete anayasanın çizmiş olduğu sınırların hiçbir biçimde aşılamayacağını hatırlatmayı da ihmal etmemektedir. Basındaki emekli generaller bunun “devletten hükümete” yöneltilmiş açık bir “ikaz” olduğunu, buna aykırı her adım ya da girişimin anayasa suçu oluşturacağını (dolayısıyla hükümetin meşruiyetini ortadan kaldıracağını ve ona karşı her türlü girişimi meşru hale getireceğini!) önemle vurgulayarak, verilen mesaja kamuoyu önünde ayrıca tercüman oldular. Bu uyarı, emekli generaller ona ayrıca tercüman olmasalar bile, Kürt sorununa çözüm adı altında, devletin tümüyle Türk kimliğine dayalı olarak oluşturulmuş ve anayasa ile de güvenceye alınmış yapısında değişiklik anlamına gelecek herhangi bir girişimin olanaklı olmadığını, buna yönelecek her girişimin devletin meşru müdahalesi ile karşı karşıya kalacağını yeterli açıklıkta dile getirmektedir.

Bunu hükümetin ordunun yetki istemine karşı yaptığı çıkışa ordu odaklı devletten gecikmeksizin gelmiş bir karşı yanıt olarak da anlamak gerekir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki temel düşünce”ye aykırı davranılamayacağını ve anayasanın başlangıç ilkelerine dokunulamayacağını söylemek, Kürt sorununu kabul etme manevrasında hükümete hiçbir hareket alanı bırakmamak ile aynı anlama gelmektedir. Zira sözkonusu temel düşünceye dokunmaksızın ve anayasanın başlangıç ilkelerini yeniden düzenlemeksizin Kürt sorununda iğne ucu kadar bir reform yapmak olanağı zaten yoktur. Fakat hükümeti açmaza almak için bunu MGK bildirisinin yapması da gerekmiyordu; zira hükümet böyle bir açmazla daha baştan kendini zaten bağlamıştı. Başbakan, sorunu kabul ettiği o aynı Diyarbakır konuşmasında, “tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek, böylece devletin kuruluş felsefesinden gelen o “kutsal üçleme”yi özenle yineleyerek, daha baştan kabul ettiği soruna ilişkin yapabileceği hiçbir şey bulunmadığını, daha doğrusu sorunu kabul edişinin dibi boş bir manevradan ibaret olduğunu, herkesin anlayabileceği açıklıkta ortaya koymuştu.

Devletin 22 Ağustos tarihli son MGK bildirisi üzerinden yansıyan tutumunu, yani Kürt sorununda devekuşu politikasını, ordu Genelkurmay başkanının 30 Ağustos demeci üzerinden aynı açıklık ve kesinlikle bir kez daha yineleme yoluna gitti. Sözkonusu demecinde güvenliğin ve istikrarın “Anayasa’nın ‘değiştirilemeyecek hükümleri’ olarak sayılan maddelerine sıkı sıkıya bağlılıktan geçtiğine inanmaktayız” diyen Genelkurmay başkanı, sözlerinin devamını şöyle getirmektedir: “Biz bu niteliklerde oluşabilecek en küçük bir aşınmayı, dışı sağlam görünen bir meyvenin için için çürümesine benzetiyoruz. Unutmayınız ki, içte çürüme başlayınca durdurmak çok zordur...”

Bu, burjuva devleti ve düzeninin Kürt sorununda esneme olanaklarından yoksun olduğunu itiraf etmekle aynı anlama gelmektedir ve bizi de burada dile getirilen düşüncenin özellikle bu yönü ilgilendirmektedir. Bu böyleyse eğer, İmralı teslimiyeti ile ortaya konulan yeni çizginin de hiçbir karşılığı yok demektir. Zira bu çizgi, kurulu düzenle Kürt sorununun reforme edilmesi temelinde barışmak ve bütünleşmek anlamına geliyor. Ama eğer devlet düzeninin zirvesindekiler böyle bir reformun olanaksızlığını, üstelik bunca gelişmeye ve deneyime rağmen, bu denli kesin ve katı bir biçimde yineliyorlarsa, altı yıldır İmralı’dan geliştirilen çizginin de gerçek hayatta bir karşılığı yok demektir. Şiddete dayalı mücadele yöntem ve araçlarının ilke olarak red ve mahkum edilmesine dayalı onca düşünsel çabadan sonra bugün açıklıktan yoksun amaç ve hedefler için devletle yeniden çatışmalı duruma gelmek bile, kendi başına bu aynı gerçeğin bir itirafıdır ve tabii ki sözkonusu çizginin de iflasını belgelemektedir.

Genelkurmay başkanının 30 Ağustos demeci üzerinden yansıyan, anayasının egemen ulusun siyasal tekelini güvence altına alan “değiştirilemez hükümler”inde değişiklik bir yana “en küçük bir aşınmayı” bile kabul etmeyen katı inkarcı bir zihniyettir. Genelkurmay karargahında günler önceden özenle hazırlandığı kesin olan bir resmi demeçten yansıyan bu kesin tutum, açıktır ki konuya ilişkin yeni bir tartışma başlatmak ve bunu da daha fazla yetki (ve dolayısıyla siyasal yaşam üzerinde etki ve inisiyatif) isteyen orduya karşı bir manevraya çevirmek amacındaki hükümeti hedeflemektedir. Ordu, çizmiş bulunduğu çerçeveyle, hükümete kabul etmiş göründüğü sorun üzerinden herhangi bir manevra alanı bırakmamakta, böylece MGK bildirisinde dile getirilen devlet tavrını yeni bir düzeyde pekiştirmiş olmaktadır.

Hükümet: MGK ve ordu ile aynı çizgideyiz!

Beklenmedik bir manevrayla Kürt sorununun kabulünü gündeme getiren hükümetin sözünü ettiğimiz gelişmeler karşısındaki tutumu daha da dikkate değerdir. Hükümet temsilcileri, MGK bildirisinin kendilerini de tam olarak ifade ettiğini, soruna bir ad koymuş olsalar bile çözümüne ilişkin düşündükleri çerçevenin Anayasanın 3. (“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir...”) ve 66. (“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür...”) maddeleri olduğunu, döne döne tekrarlayıp duruyorlar. Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasında çizdiği “tek devlet, tek millet ve tek bayrak” çerçevesi üzerinden bakıldığında bu söylediklerinde haklı da sayılırlar. Ama işte tam da bunun anlamı, ordu karşısında Kürt sorununun varlığını telaffuz etmek üzerinden sözümona önemli bir politik manevra yapan hükümetin gerçekte aynı devekuşu politikası sınırlarını aşacak herhangi bir niyet, güç ve iradeden yoksun olduğudur. Eğer Kürt ulusal kimliğinin ve bundan doğan tüm demokratik hakların kategorik inkarı anlamına gelen 3. madde ile 66. madde hükümet için de bağlayıcı çerçeve ise, bu, kabul etmiş göründüğü Kürt sorununda hükümetin de (üstelik ABD’nin gizlenemeyen desteği ve özendirmelerine rağmen) yapacak hiçbir şeyi bulunmadığının itirafıdır.

Fakat bu aynı zamanda Kürt sorununun kabulüne dayalı hükümet çıkışının bu soruna çözüm bulmak niyet ve iradesi ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığının da itirafıdır. Hükümet bununla Kürt sorununda artan gerilimi kullanarak kendisini köşeye sıkıştırmak isteyenlere, aynı gerilimi demokratik açılımlar vaadiyle düşürmek manevrasıyla yanıt vermek istemiştir yanlızca. Demek oluyor ki burada asıl konu Kürt sorunu değil, fakat burjuvazi içindeki iktidar mücadelesi ve bunun ürünü iç dalaşmalardır. Kürt sorunuyla bağlantılı gelişmeleri bu dalaşmada birbirine karşı kullananlar, öte yandan, son olayların da gösterdiği gibi, Kürt halkının demokratik özlemlerini bastırmada tam bir görüş ve tutum birliği içindedirler. Denebilir ki bu konuda en rezil konumda olan yine de hükümettir. Gerçekte kendi altını da oyan planlı provokasyonları görmezlikten gelip hayvani linç girişimlerini “vatandaş tepkisi” olarak olumlayan, böylece yenilerine de çanak tutan bizzat hükümetin kendisidir.

Düzen muhalefeti: Esnemeden yoksunluğun bir öteki kanıtı

Düzen muhalefetinden sözetmemiz bir bakıma gereksizdir. Kürt sorunu ve Kıbrıs üzerinden kudurgan bir şovenizm, tüm kesimleriyle bu sözde muhalefin biricik politik malzemesidir. Düzeni bunaltan bu sorun konusunda hükümetten daha ileri bir açılım gündeme getirmek bir yana, düzen muhalefeti blok halinde ve inkarcı politikalar temelinde devlet ve ordu ile omuz omuzadır.

Düzen muhalefetinin konumu ve tutumu hakkında bir fikir edinebilmek için, bu muhalefet içinde Kürtlere ve dolayısıyla Kürt sorununa en esnek bakabilecek konumdaki bir partiden, son seçimlerde Kürt hareketinin kendine “çatı partisi” olarak seçtiği Murat Karayalçın’ın SHP’sinden yansıyan son tutuma bakmak yeterlidir. Bir köşe yazarının yansıttığı bilgilere göre, son gelişmeler üzerine bu parti Kürt sorununun çözümüne ilişkin çalışmalarını hızlandırmış bulunmaktadır ve çok geçmeden partinin lideri Murat Karayalçın bunu kamuoyu ile paylaşacaktır. “Toplumsal barış” çalışması olarak tanımlanan bu hazırlığın “mutakabat denklemi” formülüne dayalı çözümünü, bizzat Karayalçın aynı köşe yazarına şöyle açıklamaktadır:

“Mutabakat denkleminin bir tarafında ‘Kürt gerçekliği’, diğer tarafında ise ‘Cumhuriyet’in kutsal üçlemesi’ var. Cumhuriyet’in kutsal üçlemesi, ‘devletin tekliği, ulusun tümlüğü, yurdun bölünmez bütünlüğü’dür. Sorun, Cumhuriyet’in Kürt gerçekliğini kabul etmesi, Kürtlerin de Cumhuriyet’in kutsal üçlemesini içlerine sindirmeleriyle çözülür. Bizim mutabakat denklemi dediğimiz budur.” (Fikret Bila, Karayalçın’dan ‘Kürt Sorunu’na Çözüm Önerisi, Milliyet, 3 Eylül 2005)

Düzen muhalefetinin Kürt hareketiyle bağ kurmuş, onunla ortak seçim bloku oluşturmuş, dolayısıyla Kürt sorununda en ılımlı ve bir nebze olsun çözüm yanlısı olması beklenen kanadının son gelişmeler üzerine hızlandırdığı “toplumsal barış” çalışmasının çözüm çerçevesi işte budur. Fakat burada yeni olan ne var ki? Demirel’in devlet adına ‘90’lı yılların başında açıkladığı çerçeve de tamı tamına bu değil miydi? Devletin ‘90’lı yılların ortasında gözden geçirilmiş ve halen de yürürlükte olan “milli siyaset belgesi”nin formülü de tamı tamına bu aynı anlama gelmiyor mu?

“Cumhuriyet’in kutsal üçlemesini” tartışma dışı tutmak demek, kabul edilen “Kürt gerçekliği”ne kamu alanını kategorik olarak yasaklamak demektir. Bu ise aynı resmi inkarcı politikanın yeni bir kılıf içinde tekrarından başka bir şey değildir. Bu tutumun son MGK bildirisinden yansıyan tutumdan da gerçekte hiçbir farkı yoktur. Zira “Cumhuriyet’in kutsal üçlemesi” tamı tamına “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki temel düşünce”nin ürünüdür. Dolayısıyla Karayalçın son MGK bildirisi ile aynı dilden konuşmaktadır, ne eksik ne fazla. Bildiri “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki temel düşünce”ye tam da Cumhuriyet’in anayasada belirtilmiş bulunan niteliklerine vurgu yapmak için atıfta bulunuyor. Karayalçın ise bu nitelikleri “Cumhuriyet’in kutsal üçlemesi” olarak açıkça anıyor ve kutsallık nitelemesi ile onların dokunulamaz ve değiştirilemez olduğunu dile getirmiş oluyor. Böylece Genelkurmay başkanının 30 Ağustos demeci ile de aynı kapıya çıkıyor. Anayasanın Kürt ulusal kimliğinin inkarına dayalı “değiştirilemez hükümleri” ile “Cumhuriyet’in kutsal üçlemesi”, aynı olgunun iki farklı tanımından öte bir şey değildir.

Demirel’in Temmuz 1993’te devletin yeni politikaları çerçevesinde “Kürt realitesi”ni kabul etmesinin ardından “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” bu kabule ilişkin devlet politikalarının çerçevesini şöyle çizmişti: “Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.” Bu çerçevenin ışığında şimdi de Murat Karayalçın’ın aynı “Kürt realite”sine ilişkin görüşlerine bakalım:

“Kürt gerçekliği ne demektir? Bizim bundan kastımız, tekil olarak herkesin anadilini öğrenmesi, konuşması, geliştirmesi, anadilinde yayına, gazeteye, kitaba sahip olabilmesidir. Kültürünü zenginleştirmek için üst kurumlar kurabilmesidir. Kürt sorunu bağlamındaki yaklaşımımız budur. Ulusal bütünlük, üniter yapı içinde, Türk üst kimliğini kabul edecek, Cumhuriyet’in niteliklerini içtenlikle içine sindirecek ama kendi kimliğini, kültürünü de yaşayacak. Ama bu kamu alanına taşınmayacak, kolektif hak niteliği olmayacak. Bir bölgeye, bir cemaate, bir gruba verilmiş haklar olarak değil, bireyin özgürlüğü olarak yaşanacak. Örneğin Kürtçe eğitim dili olmayacak, ama öğrenilmesi, konuşulması, geliştirilmesi mümkün olacak.”

Devletin Kürt ulusal kimliğine ilişkin geleneksel inkarcı politikasının bugün aldığı biçimin bundan daha derli toplu ve eksiksiz bir sunuluşu zor bulunur herhalde. Fakat Murat Karayalçın bunu devletin bugünkü resmi politikasının bir özetlenmesi olarak değil, ciddi ciddi Kürt sorununun çözümü doğrultusunda partisinin iddialı bir yeni açılımı olarak sunabiliyor. Düşünün ki SHP halihazırda Kürt hareketiyle en iyi ilişkiler içindeki bir düzen partisidir ve onun da Kürt sorunuyla ilgili ufku işte budur, buraya kadardır. İddialı çözüm projesi, gerçekte devletin resmi politikalarının bir santim bile ötesine geçememektedir.

Bu çarpıcı olgu rastlantı olmadığı gibi gerçekte göründüğü kadar şaşırtıcı da değildir. Sözkonusu olan düzenin Kürt sorununda esneme olanaklarından yoksunluğunun yeni bir kanıtlanmasıdır yalnızca. Eğer bu tür bir esneme olanağı olsaydı, kuşku duyulmasın ki bunu en iyi Kürt hareketiyle az çok iyi ilişkiler içindeki bir düzen partisi dile getirirdi. Karayalçın’ın çizdiği çerçeve gerçekte böyle bir olanağın bulunmadığını gösteriyor.

Burjuva düzeni Kürt sorunu konusunda çözümsüzdür

Bütün bunlarla gelmek istediğimiz nokta şurasıdır: 80 yıldır uğraştıran ve son 20 yıldan beridir de adeta bunaltan Kürt sorunu konusunda burjuva sınıf düzeninin herhangi bir çözümü yoktur. Çözüm bir yana sorunu bir dönem için yumuşatıp yatıştıracak sınırlı bir reform yeteneği bile yoktur. Reforme etmek yeteneği de bir yana, sorunun varlığından sözetmenin bile hala geniş bir mutabakat halinde ihanetle damgalanabildiği bir burjuva sınıf düzeni gerçeği var orta yerde.

Bu katı gerçeğin kendisi İmralı çizgisinin iflasını da belgelemektedir aynı zamanda. İmralı çizgisi tüm umudunu kurulu düzenle en geri nokta üzerinden bir uzlaşmaya ve bu temelde onunla barışıp bütünleşmeye bağlamıştı. Burada özetlediğimiz tablo bu kadarının bile olanaklı olamadığını; İmralı teslimiyeti üzerinden atılan büyük geri adımlara rağmen düzenin Kürtlere kırıntı düzeyinde tavizlere bile yanaşmadığını; egemen ulusun tüm siyasal ayrıcalıklarını olduğu gibi korumak istediğini ortaya koymaktadır. Öte yandan İmralı çizgisi, yaptığı yeni açılımların Türk ve Kürt halklarını birbirine yakınlaştıracağını, tarihsel olarak içiçe yaşamış bu halklar arasındaki ilişkileri yeni bir düzeye çıkaracağını ve daha güçlü bir biçimde geleceğe taşıyacağını iddia etmişti. Oysa bugün iki halkın ilişkisi tarihlerinde örneği görülmemiş türden tehlikelerle yüzyüzedir ve bunun tek nedeni o değilse bile İmralı teslimiyetinin de bu sonuçta hayli önemli bir payı vardır.

 

 

 

Burjuva Memetler’e cennet,
işçi Memetler’e tabut!

Geçtiğimiz hafta peşpeşe gelen iki haber, ordunun farklı zamanlarda ölen askerler için yaptığı açıklamaların yalan olduğunu ortaya çıkardı. 

17 Ağustos’ta Elazığ’da el bombasının patlamasıyla ölen dört askerin ölüm nedeni ilk olarak Elazığ Valisi tarafından “kaza” diye açıklanmıştı ve vali kendisine olayın Elazığ Kolordu Komutanlığı’ndan “kaza” diye bildirildiğini söyledi. Oysa olay şöyle gelişmişti: Nöbette uyuyan Er İbrahim Öztürk’e, komutanı Teğmen Mehmet Tümer cezalandırmak için pimi çekilmiş el bombası verir ve tutmasını ister. Elinde pimi çekilmiş el bombası bulunan Er Öztürk, Teğmen Tümer’in bulunduğu mevziiye giderek “25 yaşına geldim. 75 gün askerliğim kaldı. Beni öldüreceksiniz” der. 45 dakika sonra el bombası patlar ve dört asker ölür.

Bu kez tarih 27 Mayıs 2009’dur. Hakkâri’nin Çukurca ilçesi kırsalında askeri aracın geçişi sırasında patlayan mayınla altı asker hayatını kaybeder. Genelkurmay olayı kamuoyuna PKK saldırısı olarak açıklar. Ancak gerçek daha başkadır. Altı askeri öldüren mayınları ordunun kendisi döşemiştir. Olayla ilgili olarak Çukurca Tugay Komutanı Tuğgeneral Z.E., komutanı Hakkâri Tümen Komutanı Tümgeneral G.K.’ya mayınları kendisinin döşemiş olduğunu söyler ve yardım ister. G.K.’nın cevabı ibretliktir: “Hiç önemli değil. Kahrolacak bir şey yok. Biz elimizden geleni yapıyoruz. Bu mücadelenin içerisinde birileri ufak tefek hata yapacaktır. Bunun bedeli belki ağır olacaktır.” Bu ufak tefek hata işçi ve emekçilere haber bültenlerinde, PKK saldırısı sonucu hayatını kaybeden altı asker olarak anlatılır, şovenizm iyice körüklenir.  

Şimdi ise bir başka örnek… Elazığ Jandarma Tabur Komutanlığı bünyesinde askerlik yaparken, Er Ali Yüksel’in 2008 Eylül ayında PKK ile çıkan çatışmada öldüğü askeri yetkililerce duyurulur. Ailesine ise sonradan Er Ali Yüksel’in aslında intihar ettiği söylenir. Askeri savcılık, Er Ali Yüksel’in çatışmada ölmediğini, kendisini “askerliğe elverişiz hale getirmek” için intihar ettiğini 2 Şubat 2009 günü ailesine bildirir.

Bu üç örnek, haksız bir savaşın tozu dumanı arasında saklı kalan gerçekleri anlatmak için yeterlidir. Bunun gibi basına yansımayan daha birçok asker ölümü vardır. Bölgede devlet güçleri tarafından işlenen birçok cinayet PKK’nin üstüne atılmıştır. Sözde açılımlardan bahsedilen şu günlerde bile Kürtler’in yaşadığı köy ve mezralarda, PKK’li kılığına giren ölüm timleri halka korku salmaktadır.

Haksız bir savaşın süresini uzatacak olan tabutların çokluğuysa, sömürü düzeninin bekası için kan akması gerekiyorsa, gerisi teferruattır. Bu ölümler bazen “kaza” olur, bazen de “şehitlik”...  Onların “Bu cennet vatan için” feda edeceği emekçi çocukları tükenmeyecek kadar çoktur. Burjuva Memetler’e cennet, işçi Memetler’e ise tabut kalır!

Bakmayın savaş baronlarının tabutların arkasında sıraya dizilmelerine... Ağlamaklı gözlerle kameralara pozlar vermelerine... Fabrikalarda işçilerin alınteriyle, cephelerde kanlarıyla dönmektedir çarklar. Cenazelerde sarf edilen sözcükler ne kadar ağlamaklı olsa da sahici değildir. Krizi, depremi, her şeyi fırsata çevirebilen sermayenin maharetli yöneticileri için, işçi ve emekçilerin ölen kardeşleri de bir fırsattır.

Üzülmek insana mahsustur. Saltanatlarını kanla, korkuyla, sahte düşmanlar yaratarak ayakta tutmaya çalışanlara ise bu insani özellik çok uzaktır.

Ölüm makineleriyle güçlü ve yenilmez görünmeye çalışanlar, gerçekte son bir dala tutunarak düzenlerinin ömürlerini uzatmaya çalışmaktadırlar. O dal ölümdür ve biz kırıldıkça kuvvetlenmektedir. Çoğalan tabutlar, kazılan yeni yeni mezarlar halklar arasındaki düşmanlığı da arttırmaktadır. Bu düşmanlık arttıkça sömürü düzeninin ömrü de uzamaktadır. Şimdi işçi ve emekçilerin yapması gereken, kendisini yoksulluğa sürükleyenin de bu aynı düzen olduğu gerçeğini görmesidir.

Tutundukları o tek dalı çekip alalım ellerinden. Onlar için ölmeyelim ve öldürmeyelim. Hayatımızı adayacağımız bir davamız elbette olacak. Kendi haklı davamız! “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayacağımız” bir gelecek için olmalı tek kavgamız. İşte bu gerçek kavga Türkiye işçi sınıfı ve kardeş Kürt halkı arasında değil, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, zengin ile yoksul arasındadır.

Sınıflar arasındaki eşitsizliği yaratanların, halklar arasında bir eşitlik yaratması mümkün değildir! Çünkü onlar kendi sınıfından olmayan herkese düşmandırlar. Savaşlarda canımızdan olmamıza sebep olanlar, fabrikalarda emeğimizi çalanlardır. Bu nedenledir ki bizler, bizi yoksul ve yoksun bırakanların işaret ettiği “düşmana” değil, işaret edenlere savaş açmalıyız. Kendi haklı sınıf savaşımızı yükseltmeliyiz. Gerçek düşmanımız karşımızda değil arkamızdadır, bizi savaşa ve ölüme iteleyenlerdir. Gerçek savaş ise burjuvazi ile işçi sınıfı arasında süregelmektedir.

Bizler işte bu savaşın tarafı ve kazananı olacağız. Kapitalizm değil sosyalizm kazanacak! Gerçek ve kalıcı bir barışa da, kardeşçe bir yaşama da ancak böyle ulaşılacak!