4 Eylül 2009
Sayı: SİKB 2009/34

  Kızıl Bayrak'tan
  “Açılım”da son perde
  12 Eylül’ün hesabını işçi sınıfı ve
emekçiler soracak
  Türk egemen sınıfları NATO’da
daha etkin roller peşinde!
  “Kürt açılımı” aldatmacası
dökülüyor
1 Mayıs Mahallesi Festivali’nde gazetemize yönelik alçakça saldırı
Güler Zere ve hasta tutsaklar
serbest bırakılsın!
“Sağlıkta dönüşüm” işçi ve emekçilerin
sağlığını tehdit ediyor!
Toplu görüşme oyunundan sefalet ücreti ve işgüvencesinin gaspı
planı çıktı!.
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Devletin devekuşu politikası ve
boşa çıkan İmralı çizgisi
  Kriz, direnişler ve
Metal İşçileri Kurultayı
  “Metal işçilerinin birliği
için kurultaya!
  KENT A.Ş. işçilerine açık mektup...
  Entes direnişi güncesinden.
  İşçi sınıfının devrimci sanatçısı
Yılmaz Güney kavgamızda yaşıyor!
  “Kadına yönelik
sıradanlaştırılan şiddet!
  Sermaye devleti suyu siyasi şantaj aracı olarak kullanıyor!
  Kıta halklarının örgütlü direnişi
süreci belirleyecektir!
  “Açılımın” açmazları
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İşçi sınıfının devrimci sanatçısı
Yılmaz Güney kavgamızda yaşıyor!

“Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez... Devrimci mücadeleye organik bir biçimde bağlı olmalıdır. Bu nedenle, devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır.” (Yılmaz Güney, Kayseri Konuşmaları...)

Kimi insanlar vardır, bedenen aramızdan ayrılsalar da geride bıraktıkları eserlerle yaşarlar… Bizimledirler, o büyük davanın gerçekleşmesi mücadelesindedirler. Bu insanlar, bu yanlarıyla yaşayan birçok “ölüden” daha canlıdırlar… Saygıyla anılır adları… Yılmaz Güney öldükten sonra yaşayan bu insanlardan birisidir. Canlı hayatın ve kavganın odağındadır.

1 Nisan 1937 yılında Şanlıurfa Siverek’te doğdu. 9 Eylül 1984 yılında ölümsüzleşti. Yoksulluğun, açlığın, sefaletin kaynağının kapitalizme dayalı bir toplumsal düzen olduğu gerçeğini dönemindeki birçok “sanatçı” gibi es geçmeyerek mücadelede aktif misyonlar üstlendi. Sanatsal yetenek ve birikimini kapitalizmin yararına kullanarak kendini şaşaalı bir yaşantının içerisinde bulabilirdi. Ama o bunu tercih etmedi. Safını belirledi ve toplumsal devrim mücadelesi içerisinde yerini aldı. Çocukluğundan beri varolan sinema sevdasını burjuvaziden yana değil ezilenlerin kurtuluş mücadelesinden yana kullandı. O, “genel anlamıyla sanatçının niteliğini belirlerken, toplumsal pratiğinin, yani siyasal ve kültürel çalışmalarının, toplumsal tutum ve ilişkilerinin ve eserlerinin hangi sınıfların hizmetinde olduğuna bakmalıyız” diyordu. Ruhunu burjuvaziye satan sözde sanatçılara inat “halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” diyerek savaşçı kimliğiyle hareket etti. Her devrim savaşçısı gibi Yılmaz Güney de bir savaşçı olarak daima burjuvazinin hedef tahtasına çakıldı.

Yılmaz Güney 1972 yılında “anarşistlere yardım ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle iki yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. Ama dört duvar onun için, kendini geliştirmek ve yeni eserler yaratmak için bir okul işlevi gördü. Yılmaz Güney bu okulun en iyi öğrencilerinden biri olarak kendini sürekli yeniledi ve içeride kaldığı süre boyunca devrimci sinema ve sanat ile ilgili düşüncelerinin yanı sıra şiirler ve öyküler de kaleme aldı. Kaleme aldığı eserler Güney Dergisi’nde yayınlandı. 1974 yılında cezaevinden çıktı. Cezaevinden çıkar çıkmaz “Arkadaş” filmini çekti. “Endişe” filmini çektiği sıralarda Adana Yumurtalık’ta onu provoke eden hakimi öldürdü. Tutuklandı ve 19 yıl hapse mahkum edildi.

12 Eylül döneminde Güney Dergisi’ne yazdığı yazılardan dolayı yüz yıla yakın ceza istemiyle yargılanıyordu. 1981 yılında Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden izinli olarak ayrıldı ve yurtdışına kaçtı. Bu süreçten sonra Paris’te yaşamaya başladı. Ancak sermayenin uşakları onu orada da rahat bırakmadı. Faşistlerin saldırısı sonucu 100’e yakın filminin olduğu arşiv yakıldı. 9 Eylül 1984 yılında ölümsüzler kervanına katıldı. Şimdi Fransa’da Paris Komünarları’nın yanıbaşında yatıyor.

O bir dava adamı, o inancın ve iradenin teslim olmayan berrak duruşudur. Onun sanatı da sineması da taraflıdır. Kendi sözleriyle,“Sanatsal çabalar, çalışmalar sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesinden siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar, gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle, sanatçı kişiliğimin yanında siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.”

Dolayısıyla o, devrimin ve sosyalizmin sanatçısıdır. Tıpkı benzer akıbete uğrayan Ruhi Su ve Nazım Hikmet gibi...

Burjuvazi 12 Eylül darbesiyle birçok değeri ayaklar altına almaya çalıştı. Sanatı tek tipleştirerek, burjuvaziye başkaldırmayan deforme edilmiş kimlikler yaratmaya çalıştı. Devrim adına ne varsa yok etmeye, satın almaya, kirletmeye çalıştı. İşte Yılmaz Güney de bunlardan biridir. Ancak, burjuvazinin bütün kirletme girişimlerine karşı yaşam pratiğiyle, duruşuyla kirletilemeyen ve asla kirletilemeyecek olan bir kimliktir. Yılmaz Güney’in kimliğine dönük başlatılan operasyon önce sadece “sinemacı” kimliğine vurgu yapılarak başladı. Sinemacı kimliğinde ise sürekli “kabadayı” “lümpen”, “vuran kıran”, “maço” özellikleri önplana çıkarılmaya çalışıldı. Oysa Yılmaz Güney’in birçok filminde sınıf ayrılıkları belirgindir. O, sanatın “bir çeşit yabancılaşma eylemi” olarak hakim sınıflar tarafından kullanıldığının fazlasıyla bilincindedir. Bu nedenle sanatı “Devrimci sanat, halkın ve özellikle gençliğin bilincini yozlaştıran, halka zararlı düşüncelere karşı verilen mücadelede etkin ve güçlü bir temizleme silahı” olarak tanımlar. Burjuvazinin bütün saldırganlıklarına karşı, yozlaşmaya karşı en yetkin cevabı yaşam pratiği üzerinden verir.

Burjuvazi Yılmaz Güney’i kirletmek için bir dönem sanatçı müsvettesi Sinan Çetin’i kullandı. Sinan Çetin, Yılmaz Güney’i iyi bir sinemacı, ancak Enver Hoca’nın peşinden gitmesi bakımından “boş hayaller peşinden koşan bir maceracı” olarak tanımladı. Burjuvazinin çamur saçan TV kanalları günlerce bunu tartıştı. Ancak Yılmaz Güney’i devrimci kimliğinden ayırmaları mümkün değildi. Zira Yılmaz Güney, burjuvazinin aynı zamanda ideolojik bombardıman aygıtı olarak da kullandığı sanat anlayışının dışındadır. Bu manada ne sanatını ne de ruhunu burjuvaziye satmamıştır. Bu onu, Sinan Çetin’den ve diğer birçok “sanatçı”dan ayıran en temel özelliktir. Yılmaz Güney işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesiyle o kadar içiçedir ki, burjuvazi ne yaparsa yapsın, onun devrimi kimliğini dejenere etmeyi başaramaz.

O, “Burjuvazi mi? Proletarya mı? Bilemiyorum, savaş henüz bitmiş değil, ben bitmiş değilim. Savaşı benim yoksul çocuklarım, onların yoksul ve onurlu ve yiğit babaları, yiğit anaları, yiğit bacıları kazanmalı. Savaşı yoksul serçeler, kırlangıç kuşları, mine çiçekleri kazanmalı: şebboylar ve hercai menekşeler kazanmalı...” diyerek safının devrim mücadelesi olduğunu pratiğiyle de en bariz bir şekilde gösterir. Kapitalistler ruhunu satılığa çıkaran sanatçı müsvettelerini yere göğe sığdıramazken, Yılmaz Güney gibi bir toplumsal değeri yerden yere vurmaktan geri duramaz. Kuşkusuz bu onların sınıfsal duruşu gereğidir. Yılmaz Güney elbette kapitalizmin kanatları altına sığınarak daha rahat bir yaşantı elde edebilirdi. Ama o onurlu bir yaşamı tercih etti. “Kimin saflarında olacağız? Hangi safları seçersek seçelim, seçtiğimiz saflar bize çeşitli görevler yükler. Bu görevlerin yerine getirilmesi, bizi sınıfsal değerlere göre adlandırır. Ya ezilen halkların ve sınıfların fedakâr, yiğit, bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinen-bilinmeyen kahramanları olarak tarihe geçeriz… Ya da halk düşmanları olarak, nefretle anılarak tarihin kara sayfalarına, tarihin çöplüğüne... Ya anamıza, babamıza, karımıza ve çocuklarımıza, bizden sonraki kuşaklara şerefli insanların mirasını bırakırız… Ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir süre utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu bir miras bırakmalıyız.” (Nisan 1977’de Kayseri Cezaevinde doğum günü vesilesiyle komün arkadaşlarına yaptığı konuşmadan...)

Yılmaz Güney bizlere onurlu bir miras bıraktı. O onurunu, dolayısıyla da “özgürlük”ünü kapitalizme satmayan yılmaz bir savaşçı olarak işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci sınıf mücadelesinde yaşamaya devam edecek.