1 Kasım 2019
Sayı: KB 2019/40

Krizin faturasını sermaye cephesi ödesin!
AKP-saray rejiminin 2020 yılı bütçesi
Vergi yükü yine işçinin sırtında!
AKP saldırganlığa devam ediyor
Metal Grup TİS süreci ve ‘eşit işe eşit ücret’ talebi üzerine
Metal Grup TİS’leri sürerken Yüksek Hakem Kurulu
İşçilere sosyal medya baskıları
Trakya’da tutuklanan sınıf devrimcilerinden mektup
DEV TEKSTİL GMYK Sonuç Bildirgesi
Valfsan işçileri direnişlerini sürdürüyor
İşçi sınıfı ve şovenizm...
Ermeni Sorunu üzerine eleştirel notlar - Garbis Altınoğlu
Suriye ve Avrupa Birliği emperyalizmi
Nafaka hakkının gaspı ve çocuk istismarının yasalaşması dayatılıyor!
YÖK’e ve YÖK düzenine karşı eğitim hakkımız ve geleceğimiz için mücadeleye!
Eğitim bütçesinde aslan payı dini ve mesleki eğitime!
Susurluk karanlığı devletin gölgesidir!
Fotoğraftan gerçeğe, gerçekten fotoğrafa…
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İşçi sınıfı ve şovenizm...

İşçi sınıfı hareketinin devrimci tarihinden öğretici notlar

A. Eren

 

Marx ve Engels, sınıf mücadelesine dayalı bilimsel öğretilerinin devrimci özünü oluşturan iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sınıfsız toplumun inşası bağlamında, proletaryanın tarihsel rolünün açıklanması üzerinde özenle durdular. Sınıf mücadelesinin hedeflerini ve araçlarını, strateji ve taktiklerini, diğer siyasal sorunları (demokrasi sorunu, ulusal sorun, vb.) devrimci sınıfın perspektifinden ele aldılar. Proletaryanın sosyal soruna ilişkin berrak bir bilince sahip olmasını, sınıf bilincinin temel taşı saydılar. “Modern sosyalizm tarafından amaçlanan” dönüşümü, “proletaryanın burjuvazi üzerinde zaferini ve bütün sınıfsal farklılıkları tasfiye ederek toplumun yeniden organizasyonu”nu sağlamak olarak özetlediler.

İşçi sınıfının tarihsel rolünü temel almayan bir siyasal hareket sosyalist kimliğini yitirmiş demektir. Bu temel bir ideolojik ölçüttür. İşçi sınıfının burjuvazinin egemenliğine son verecek biricik temel toplumsal güç olduğu konusunda şüphe duyuyorsanız, onun bugünkü politik açıdan geri konumunu veri kabul edip, proletarya dışı katmanlarda devrimci özne arıyor ve ona devrimi yapabilecek rol yüklüyorsanız, marksist devrim teorisiyle bir ilişkiniz kalmamış demektir.

Marx ve Engels, bütün temel sorunlar gibi ulusal sorunun, dolayısıyla ulusal düşmanlıkların temelinde de kapitalist özel mülkiyet düzeninin yattığını ve bu düzeni yıkacak biricik gücünse devrimci proletarya olduğunu bilimsel açıdan ortaya koydular. Bu öğretiye dayanmadan “Rojava devrimi”ne ilişkin yapılacak değerlendirmeler ve çözüm önerileri halkçı demokrat bir perspektifin ifadesi olabilir ancak ve bilimsel bir değer taşımaz. Bugün burjuva demokrasisinin beşiği sayılan gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi ulusal kimlikler üzerinde çatışmalar yaşanmakta, azınlıklara karşı düşmanlık ve ırkçılık son yılların en önemli olgularından biri olarak önümüzde durmaktadır. Bu, en demokratik biçimiyle bile burjuva toplumunun tüm öteki siyasal sorunlar gibi ulusal sorunun çözümünde de iflas ettiğinin göstergesidir.

Ütopik sosyalistler iktidardaki yöneticilere ahlaki ve vicdani çağrılar yapıp, taleplerde bulunarak emekçilerin sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Bugün Kürt halkına yönelen saldırı ve katliamlar karşısında da benzer bir tutum sergilenebilmektedir. Oysa kapitalist düzen koşullarında işçi sınıfı harekete geçmeden, böylece özel mülkiyet düzenine son verilmeden, bu sorunların köklü çözümünün mümkün olmadığını bütün bir tarihsel deneyim açıklıkla ve döne döne ortaya koymuştur.

29 Kasım 1847’de Marx, 1830 Polonya ayaklanmasının 17. yılı vesilesiyle yaptığı konuşmada şunları söyler “Halkların gerçek anlamda birleşmeleri için ortak çıkarlarının olması gerekiyor. Ortak çıkarlarının olması için mevcut mülkiyet ilişkilerinin tasfiye edilmesi gerekiyor. Zira var olan mülkiyet ilişkileri halkların birbirilerini sömürmesini, bağımlı kılmasını sağlamaktadır. Var olan mülkiyet ilişkilerini tasfiye etmek çalışan sınıfın ortak çıkarınadır. Sadece işçi sınıfı bu güce sahiptir. Proletaryanın burjuvazi üzerindeki zaferi aynı zamanda değişik halkları birbirine karşı karşıya getiren ulusal ve ekonomik çelişkilerin üzerindeki zaferi demektir. Proletaryanın burjuvazi üzerindeki zaferi aynı zamanda ezilen uluslar için de zafer işareti olacaktır.” (Marx-Engels, Werke, Band 4, s.416)

Engels’in öngörüsü!

August Bebel, Avrupa’da büyük devletler arasında çıkacak bir savaşın sosyalizmin zafer kazanmasını hızlandıracağına, bu sürecin sosyalizmin zaferi ile taçlanacağına inanıyordu. Engels, 22 Aralık 1882 tarihli mektubunda, Bebel’in bu iyimserliğine karşı şunları söylüyordu: “Bir Avrupa savaşını büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. Bu defa çok ciddi bir şekilde, şovenizm ateşi her tarafa sıçrayacaktır. Zira her halk kendi varlığı için savaşa girecek… Fransa’da olduğu gibi, Almanya’da partimizi de şovenizmin dalgasının altında kalacak, paramparça olacaktır. ... Böyle bir savaş devrimi on yıl geriye atacak, atacağına inanıyorum -elbette bu kez herşey [devrim] çok daha köklü ve esaslı olacaktır.” (Werke, Band 35, s.416)

Engels, 1800’lerin son çeyreğinde kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyi, İngiltere, Belçika, Fransa gibi ülkelerin sömürgeleri ateş ve kılıçla fethetmesini, Çin’in sömürgeleştirilmesini yakında izliyor, işçi hareketi açısından ortaya çıkan sonuçlar üzerinden değerlendirmeler yapıyordu. Ekonomide tekelci gelişme, politikada yayılmacı politikaların gündeme gelmesi, işçi sınıfı saflarında işçi aristokrasinin ortaya çıkması, bütün bu olgular “ulusal çıkarlar” ve şovenizmin güçlenen maddi toplumsal temeline de işaret ediyordu. 20. yüzyılın başlarında, dünyanın büyük emperyalist güçler arasında paylaşılması tamamlanmış bulunuyordu. Ve yeniden paylaşımın bir emperyalist dünya savaşından başka bir yolu olmadığı artık işçi hareketi içinde tartışılıyordu.

Parvus, “Sosyal Devrim ve Sömürge Politikası” başlığı altında yayımladığı bir makalede (27 Ocak 1898), Avrupa güçleri arasındaki bir dünya savaşına dikkat çekiyor, işçi hareketi içinde oportünizmin ve sosyal şovenizmin güçlenme tehlikesine işaret ediyordu. Zira burjuvazi, sömürgelerdeki varlığını, bir taraftan “uygarlığı” yaymak ve diğer taraftan kendi ülke işçilerinin refahını sağlamak olarak gerekçelendiriyor, böylece sömürgeci politikalarını kendi halkı nezdinde meşrulaştırmaya çalışıyordu.

“Böl ve yönet!”

Makyavel, 1532 yılında kaleme aldığı Prens isimli çok ünlü kitabında, “böl ve yönet” politikasını yöneticilerin iktidarlarını korumalarının en önemli aracı olarak önermişti. Burjuvazi için bugün de güncelliğini koruyan bu politika, tarih boyunca işçi sınıfı hareketi içinde sistematik bir biçimde şovenizm üzerinden yapılmıştır ve halen de yapılmaktadır.

Birinci emperyalist dünya savaşı başladığında, o dönem dünya işçi hareketinin öncü partisi sayılan SPD’nin kendi emperyalist burjuvazisine “barış” ilan etmesi, Engels’in “Almanya’da partimiz de şovenizmin dalgasının altında kalacak, paramparça olacaktır” öngörüsünün pratikte tam bir doğrulanması olmuştur.

Savaşın başlamasıyla, bir tek Bolşevikler dışında, II. Enternasyonal’in tüm öteki partileri sosyal şoven (söylemde sosyalist, eylemde kendi burjuvazisinin yanında yer alan) ulusalcı partilere dönüşme sürecini tamamlamışlardı. Bu, uzun dönemdir yaşanan oportünist evrimin doğal bir sonucuydu. Sözüm ona “işçi önderi” sosyal şovenistler “anayurt savunması” ve “iç barış” söylemlerine sarılıyor, kendi burjuva egemen sınıflarının yayılmacı politikalarına destek sunmak için savaş kredilerini onaylıyor, savaş hükümetlerinde yer alıyorlardı.

İşçi sınıfı hareketinin şovenist dalgaya kapılması, burjuvazinin ideolojik-politik zaferi demekti. Daha öncesinde kendi burjuva iktidarlarına karşı mücadeleyi, savaşı iç savaşa dönüştürme kararlarını onaylayan partiler, savaş öncesinde birden fazla kez aldıkları bu kararları bir günde çöpe attılar. Savaşı meşrulaştırmak için kendi burjuvazilerinin “anayurt savunması” tezlerini ilerici gerekçelerle mazur göstermeye çalıştılar. Alman sosyal şovenleri despotik Rusya’nın yenilgisinin dünya işçi sınıfının çıkarına olduğunu iddia ederlerken, örneğin Fransız sosyal şovenleri de, Alman-Prusya militarizmine karşı “büyük devrimin” ve Aydınlanma’nın ülkesi Fransa için “anayurt savunması” diyebiliyorlardı. Her iki taraf da kendi rezil tezlerini savunurlarken, büyük bir utanmazlıkla Marx ve Engels’i referans göstermekten de geri durmuyorlardı.

Her iki sosyal şovenler kampı da savaşın sınıf karakterini gizlemek, onu kendileri için bir “savunma” savaşı olarak göstermek için burjuvazi hesabına çok özel bir çaba sarf ediyorlardı. Savaş esnasında devrimci enternasyonalizm bayrağını yükseklerde tutan Lenin önderliğindeki Bolşevikler ise savaşın sınıf niteliğini ve gerçek amacını ortaya koyuyorlardı: “(Savaş) ücretli köleliği devam ettirmek, güçlendirmek içindir; çünkü savaş proletaryayı bölüp sindirir; kapitalistler ise, savaşla zenginleştikleri, ulusal önyargıları kışkırttıkları ve en özgürlükçü ve cumhuriyetçi olanlarında bile hortlayan gericiliği güçlendirdikleri için bundan faydalanırlar.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş)

Engels’in “elbette bu kez herşey [devrim] çok daha köklü ve esaslı olacaktır öngörüsünün Büyük Ekim Devrimi’yle doğrulanması bir rastlantı değildir. İnsanlık tarihinde ilk kez olarak işçi sınıfı, sömürücü olmayan, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir sınıf, mülk sahibi sınıfları devirerek iktidarı ele geçirmişti. Bu özelliği ile Ekim Devrimi insanlık tarihinin gördüğü en köklü devrimdi. Şovenizme ve sosyal şovenizme karşı sistematik olarak mücadele etmeden işçi sınıfının devrimci birliğini sağlamak ve dolayısıyla toplumsal devrimi zafere ulaştırmak imkansızdır. Lenin önderliğindeki Bolşevikleri yaptığı tam olarak bu olmuştu. Onların bakış açısına göre, “Kendi ulusunun başka uluslar üzerindeki en küçük baskısına izin veren hiçbir proleter, sosyalist bir proleter olamaz”dı. Bu bakış, buna dayalı kararlı ve soluklu mücadele olmasaydı, Ekim Devrimi’nin zaferi de olamazdı.

“Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz!”

Emperyalizmin ve gerici burjuvazinin yayılmacı ve halkları birbirine kırdırmayı hedefleyen politikaları, yıllardır Ortadoğu’da tam bir pervasızlıkla hayata geçiriliyor. Türk burjuvazisi de yıllardan beridir ve halen, bölge halklarına yönelik bu kirli yıkım ve katliam politikalarının tam göbeğinde duruyor. Bunu yaparken de işçi sınıfı ve emekçiler bu kirli politikalarına alet etmeye çalışılıyor ve bu konuda “sol”dan da belirgin bir destek görüyor.

Temelde Kürt halkının meşru ulusal demokratik kazanımlarını yok etmeyi hedefleyen işgal hareketine, düzenin sözde “sol” muhalefeti CHP, birtakım sözde “sol” yazarlar ve sanatçılar vb. tam destek sundular. “Barışçı dönemin” hümanistleri, insan hakları savunucuları utanmadan, ABD’ye “kafa tutuluyor” savlarıyla, sermaye sınıfının gerçek emellerini gizlemeye çalıştılar. Emekçi kitleleri savaş için harekete geçirmek amacıyla en demagojik ve ilkel yöntemlere başvurdular. Savaşın en gerçek ve en dolaysız amacının, Rojava’da Kürt halkının elde ettiği kazanımları tasfiye etmek, militarist bir işgal hareketiyle Kürt halkını yerinden yurdundan etmek olduğunu gizlemeye çalıştılar. Kendi Kürtlerinin özgürlük ve eşitlik istemlerini baskı ve zulümle boğan Türk burjuvazisinin, Rojava’ya da tam da bu aynı nedenle saldırdığını en büyük bir arsızlık ve utanmazlıkla görmezlikten geldiler.

Türk burjuvazisi ve onun siyasal temsilcilerinin on beş yıldır izledikleri işçi sınıfı ve Kürt düşmanı politikalar gözetilmeden, Rojava Kürtlerine yönelik militarist saldırganlığı anlamak olanaklı değildir. Azgın sömürü sisteminin kurumlaştırılması, işçi sınıfı başta olmak üzere diğer emekçi katmanlara dayatılmıştır. Kürt halkına yönelik sistematik şovenist saldırganlık, bu sömürü sistemin devamını sağlamak içindir.

Kürt halkının meşru ulusal demokratik kazanımlarına ve bu kazanımları savunma iradesine karşı sürdürülen bir kirli savaşta, ikirciksiz bir tutumla Kürt halkını yanında yer almayanlar, hangi gerekçenin arkasına saklanırlarsa saklansınlar şovenizmin batağında yer almaktadırlar. Ulusal sorunda temel tezlerden biri ulusların kendi kaderine tayin hakkıdır. Bu hakkı tanımayanlar ve bunun gereklerine uygun hareket etmeyenler şovenisttirler.

Ulusal ve sosyal sorunun diyalektik birliği

Devrimci Marksizm, ulusal sorun ve sömürge sorununu soyut politik yaklaşımlar üzerinden değil, sosyal mücadelelerle, sınıfsal sorunla doğrudan ilişkilendirerek, ona bağlı kılarak ele almış, böylece gerçek devrimci çözüm yolunu göstermiştir. Ulusal sorunun sosyal muhtevasının öne çıkarılması, işçi sınıfının programatik perspektifi açısından temel önemdedir. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlaşması, sosyal sorunun tali plana düşmesi gibi görünmüştü. Aynı durum 12 Eylül yenilgisinin, özellikle de ’89 yıkılışının ardından, Türkiye’de Kürt sorunu üzerinden kendini gösterdi.

Marksist diyalektik, doğa, toplum ve politik olaylar arasındaki ilişkinin geçişken ve hareket halinde olduğunu, gelişen bir olayın tersinden beklenmedik bir sonuç yaratabileceğini gözetir. Lenin, Büyük Fransız Devrimi izleyen savaşın başlangıçta devrim Fransa’sı için haklı bir ulusal savaş olduğunu, ama gelişim süreci içinde “emperyalist” bir egemenlik savaşına dönüştüğüne işaret eder. Dolayısıyla ulusal sorun, genel sınıf mücadelesinden bağımsız, kendi başına soyut bir sorun olarak değil, devrim sürecinin bir parçası ve onunla bağı içinde değerlendirilmek zorundadır.

Marksistler burjuvazinin mezar kazıcısı proletaryanın ortaya çıkması ve bağımsız olarak kendi sınıf iktidarı uğruna mücadeleye atılmasından sonra, ulusal sorunların çözümüne artık bu sınıfın devrimci enerjisini gözeterek yaklaşmıştır. Paris proletaryasının Haziran ayaklanması, sınıflar arasındaki muğlaklıkları ortaya sermiş, devrimci lafazanlık ve liberalizmin maskesini yırtıp atmıştır. Bu ayaklanmanın Avrupa genelinde gelişen bütün politik olaylar üzerinde belirleyici etkisi olmuştur. Zira “toplumun devrimci çıkarlarını kendisinde toplayan bir sınıf başkaldır”mıştır (Marx).

Marx, Haziran ayaklanmasının politik sonuçları üzerine şunları söyler: “Ulusal bağımsızlıkları uğruna savaşmaya başlamış olan halklar… ama aynı zamanda, yazgıları proletarya devrimin yazgısına bağlanmış olan ulusal devrimler, büyük toplumsal oluş karşısındaki, görünüşteki özerkliklerinden de, bağımsızlıklarından da yoksun kaldılar.” (Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850).

Bu dönemde ulusal kurtuluş savaşlarının (Polonya, İrlanda, vb.) proletarya devriminin gidişatına bağlı olduğu, Marx ve Engels’in tüm değerlendirmelerinin ana temasını oluşturur.

Polonya devrimcilerine seslenen Marx şunları söyler: “Polonya köylüsü, işçisi, gözleri özel çıkarları tarafından köreltilmeyen her Polonyalı, Avrupa’da bir müttefiki olduğunu ve olabileceğini anlamalıdır: İşçi Partisi.” (24 Mart 1875)

İşçi sınıfı hareketinin ulusal soruna bakışının temel ilkelerini ortaya koyan Marx, işçi sınıfının ulusal kurtuluş mücadelesinde yerini almasının ulusal kurtuluşun biricik yolu olduğunun altını çizer. Diğer taraftan, işçi sınıfının ulusal kurtuluş mücadelesinde bütün enerjisiyle yer alması, kendi kurtuluşunun da temelini oluşturacaktır.

Ekim Devrimi ve geçtiğimiz yüzyılın ulusal bağımsızlık savaşları defalarca göstermiştir ki, işçi sınıfının etkin bir güç olarak yer aldığı bütün mücadeleler sosyal talepler temelinde derinleşebilmiştir. Devrimci Marksizm, ulusal kurtuluş mücadelesinde bütün sınıfsal katmanları birleştirmenin politik olarak olanaklı olmadığının, olsa dahi bunun ancak geçici bir taktiksel işbirliği ile sınırlı kalacağının altını çizmiştir. Bu nedenle ulusal kurtuluş hareketlerinin saflarındaki sınıfsal çelişkilerin “ulusal kimlik”le örtülmesine net bir şekilde karşı çıkmıştır. Zira bu yaklaşım hareketin devrimci potansiyelinin ortaya çıkmasına engel oluşturur. Bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelesinin sınıfsal zeminde derinleştirilmesi temel önemdedir.

Güney Kürdistan’da egemen durumdaki burjuva-feodal sınıfların temsilcileri, yıllardır emperyalistlerle olduğu kadar başta Türk devleti olmak üzere bölgedeki gerici rejimlerle de ekonomik ve siyasal çıkarlar temelinde işbirliği yapmaktadırlar. Bunun sonucu olarak da bu aynı güçlerle, Türkiye’deki Kürt özgürlük hareketini sindirmek, etkisizleştirmek, hatta boğmak için açık-gizli işbirliğinden geri durmamaktalar. Tutumlarını belirleyen soyut “ulusal” dava değil ama son derece somut sınıf konumları ve çıkarlarıdır. Bu şaşırtıcı da değildir. Sınıfsal refleksler her zaman ulusal reflekslerin önüne geçer. “Ulusal kimlik” söylemi sadece sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek için kullanılır.

20. yüzyılın devrim deneyimlerinin göstermiştir ki, ulusal kurtuluş ya da emperyalizme karşı bağımsızlık hareketleri, ancak alt sınıfların sosyal istemlerine de dayandıkları ölçüde, örneğin yoksul köylü kitlelerinin toprak istemine sahip çıkabildikleri koşullarda, onların devrimci potansiyelini ulusal özgürlük ya da bağımsızlık için etkin biçimde harekete geçirebilmişlerdir. Emperyalizme karşı ulusal mücadeleyi feodal sınıflara karşı sosyal mücadeleyle birleştirmeyi başaran Çin ve Vietnam devrimleri bunun örnekleridir. Sosyal sorundan ve buna dayalı mücadelelerden koparılmış bir ulusal özgürlük mücadelesi, gerçek devrimci güç ve enerji kaynağını yitirir. Böylece kaçınılmaz olarak emperyalizmle, kendi mülk sahibi sınıflarıyla ya da bizzat kendisini ezen güçlerle çoğu durumda sonuçsuz kalan uzlaşmalar ve anlaşmalar yapmak arayışına girer. Bununla yalnızca kendi haklı davasını lekelemekle ve öteki halklar nezdinde gözden düşmekle kalmaz, çözmek istediği sorunu da gerçekte çıkmazlara saplar.

Şovenizme karşı mücadelenin güncelliği

Burjuva ideolojisinin en etkili silahı olarak şovenizm, burjuvazinin sınıf çıkarlarını, özel mülkiyet düzenini ve sınıf egemenliğini koruma işlevi görür. Halkların birbirine karşı kışkırtılması özellikle savaş dönemlerinde büyük bir histeriyle alevlendirilir. Şovenizmin en kaba biçimi ırkçılıkta ifadesini bulur. Başka halkları aşağılamak, hor görmek, kendi ulusunun üstünlüğünü propaganda etmek faşist ideolojide en çıplak biçimde dışa vurur. Başka ulusların sömürülmesi, egemenlik altında tutulması, meşru bir hak olarak topluma empoze edilir.

1870-71 Alman-Fransız Savaşına atıfta bulunan Marx, şovenizmin burjuvazinin kendi çıkarlarına ulusal kılıf uydurma kibirliliğinden başka bir şey ifade etmediğini altını çizer. Uluslararası savaşları sürekli meşrulaştırmak, kendi ülkesindeki emekçileri boyunduruk altında tutmak, bir ülkenin işçilerini diğer ülkelerdeki kardeşlerine karşı kışkırtarak, işçi sınıfının kurtuluşunun biricik koşulu olan enternasyonal işbirliği ve dayanışmayı engellemek –hedeflenen budur.

Marx ve Engels her dönem şovenizme karşı mücadeleyi enternasyonal işçi hareketinin en temel görevi olarak formüle etmiş, işçilerin enternasyonal eğitiminin hayati önemini vurgulamışlardır. İşçilerin birliğini yaratmanın başka olanağı yoktur.

Amerika’da “Köleliğin varlığı bağımsız bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını bozguna uğratıyordu. Emek kara tende ezildiği sürece, beyaz tende asla özgür olamaz. Fakat köleliğin öldüğü yerde yenilenmiş bir hayat doğar. İç savaşta köle sahiplerinin en büyük korkusu sekiz saatlik işgünü talebiydi.” (Das Kapital, Band 1, s. 318)

Bugün Kürt işçileri ve emekçileri, Türk burjuvazisinin şovenist baskı ve imha politikaları altında ezildiği sürece, kaçınılmaz olarak bütün dikkatini ve mücadele enerjisini bu boğucu zincirden kurtarmaya odaklayacaktır. Tersinden de Türk işçileri ve emekçileri, Türk burjuvazinin kirli hesaplarının bilinçsiz ve iradesiz destekçileri olmaktan kurtulamayacaklardır. Böylece farklı uluslardan oluşan Türkiye işçi sınıfı paralize olacak, gerçek sınıf kurtuluşuna yönelemeyecektir. Şovenizme ve hele de onun soldaki yansıması sosyal şovenizme karşı mücadeleyi devrimci sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak ele almak bu çerçevede çok özel bir önem taşımaktadır.

İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfını sistematik olarak İrlanda işçi sınıfına karşı nasıl kışkırttığı ve bu bölünmeyi işçi sınıfının sömürülmesi için nasıl kullandığı bilinmektedir. Böylece İngiliz burjuvazisi İrlanda’yı sömürge olarak korurken, içerde de ücretleri düşük tutmayı başarmıştır. “Bu antagonizma, örgütüne rağmen İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrıdır. Aynı zamanda kapitalist sınıfın iktidarını korumasının da sırrıdır. Ve ikincisi (burjuvazi) bunun tam bilincindedir.” (Karl Marx’ın Sigfried Meyer ve August Vogt’a mektubu)

***

Emperyalist dünyadaki “barışçı dönem” çoktan geride kalmış bulunuyor. Militarizmin ulaştığı boyut dünya halklarını tehlikeli bir geleceğe sürüklüyor. Emperyalist güçler arasında derinleşen çelişki ve çatışmalar, diplomatik entrikalar, karşılıklı istihbarat saldırıları vb. dünya ölçüsünde bir yıkım savaşı tehlikesini büyütüyor. Ortadoğu’da olduğu gibi bölgesel savaşlar, dünyanın emperyalist güçlerin ekonomik ve militarist gücüne uygun olarak yeniden bölüşülmesinin dışavurumudur. Suriye’de sürdürülen savaş da emperyalist güçlerin egemenlik ve nüfuz alanları mücadelesinden başka bir şey değildir. Şili’den Tunus’a, Ekvator’dan Irak ve Lübnan’a dünyanın dört bir yanında emekçilerin gittikçe kabaran dalgası, bu aynı tablonun öteki yüzünü göstermektedir. Dünya çoktan yeni bir tarihi döneme girmiştir. Bunalımlar, savaşlar ve devrimlerle belirlenecek olan bir tarihi döneme…

Bu nesnel gelişmeler karşısında bilimsel sosyalizmin ustalarının eserlerine başvurmak bugün apayrı bir önem kazanmıştır. Kaotik siyasal dönemlerde, teorik zaafiyetin ve ideolojik muğlaklığın sola egemen olduğu koşullarda, “kavramlarımızı geri kazanmak” zihnimizi aydınlatıp berraklaştıracak, böylece bize devrim davasını başarıyla ilerletebilmenin yolunu açacaktır.