03 Ocak'04
Sayı: 2004 (14)


  Kızıl Bayrak'tan
  2003'te düzenin siyasal ve ekonomik tablosu
  Borç, faiz ve savaş bütçesi meclisten geçti...
  Sefalet ücreti belirlendi...
  Soruşturmalara ve YÖK Yasa Tasarısı'na hayır!
  28 Aralık Ankara... Gençlik sözünü söyledi!
  28 Aralık etkinliğine gönderilen mesajlardan...
  Halklarımızın "doğal felaket"lerden kurtuluşu kapitalizm felaketinden kurtulmakla gelecek!
  Emperyalist işgalcilerin kayıpları artıyor!
  2003 ihanet batağının daha da derinleştiği bir yıl oldu...
  2003 yılında işçi sınıfı hareketi...
  Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Kurulu yapıldı....
  BMS kurulunda yapılan konuşmalardan...
  Eğitimin özelleştirilmesine hayır!
  F tipi hücrelerden sonra şimdi de D tipi tecrit hücreleri devrede
  Emperyalizme dayanmak çözüm değil, katmerli kölelik getirir
  CHİAPS Ayaklanması'nın 10. yılında Zapatist Hareket
  Filistin halkı emperyalist-siyonist kuşatma ile köleleştirilmek isteniyor...
  Türkiye ve İsrail "teröre karşı mücadele" adı altında kirli anlaşmalar yapıyor...
  Eda Trafo'da örgütlenme deneyimi ve işçi kıyımı...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
2003 yılında işçi sınıfı hareketi...

Tarihi kayıpların yaşandığı ve yeni başlangıçlar için tohumların biriktiği bir yıl

Köleleştirme saldırısının başarısı

Sınıf hareketi için son on yıl, kayıp ve yenilgilerle karakterize olmuştur. Bir dizi alanda sermayenin saldırılarına sınıfın merkezi ve mevzi direnişler biçiminde karşı durmaya çalıştığı bir mücadeleler sürecinden sınıf hareketi, tarihi önemde bir dizi hak ve mevzisini yitirerek çıkmıştır. 2003 yılı son on yılın bu tablosuna eklenen yeni bir halka olmuştur.

2003 yılı sınıf hareketi açısından bir kayıplar yılıdır. Ancak 2003’ü son on yılın tablosundan ayıran, kayıpların düzeyi bakımından öncekileri aşan bir kapsama sahip olmasıdır. 2003’te sermayenin sistematik ve bütünlüklü bir programa bağlı olarak sürdürdüğü saldırılar genelleşmiş ve öldürücü bir darbe biçimine bürünmüştür. Bu, yeni iş yasası ya da işçilerin hafızasına yerleşmiş biçimiyle “kölelik yasası”dır.

Gerçek bir köleleştirme operasyonu niteliğine sahip olan bu yasa ile birlikte, işçi sınıfının can bedeli mücadelelerle kazandığı tarihsel bir dizi hakkı gaspedilmiştir. Esnek çalışma, taşeronlaştırma, kısmi çalışma, telafi çalışması vb. uygulamalarla birlikte, kuralsız sömürü ve çalışma şartlarının önü açılmıştır. Bu yanıyla son on yılın kayıpları, daha çok parçadan yürütülen ya da genel bir uygulama biçimine dönüşen kısmi saldırılar, 2003’te hem sınıfın bütününü kapsayan bir düzeye ulaşmıştır, hem de gerçek anlamda sosyal ve demokratik haklara yönelik topyekûn bir saldırı halini almıştır. Son on yılın keyfi uygulamaları, bu yasayla birlikte, temel çalışma normları haline gelmiştir. Böylelikle işçi sınıfı tarihinin en şiddetli saldırılarından birine maruz kalmıştır. Bu haliyle 2003, son on yıla damgasıı vuran saldırıların doruk noktasını oluşturmuştur. 2003 işçi sınıfı hareketi tarihi için kara bir yıl olarak anılmayı haketmiştir.

Elbette iş yasası dışında da işçi sınıfı bir dizi alanda saldırıya maruz kalmıştır. Ancak bu saldırılar artık süreklileşen ve önü alınamayan biçimde olağanlaşan bir niteliğe kavuşmuş durumdadır. Ücretlerin düşürülmesi, artan sefalet, kitlesel işçi kıyımları, grev yasakları vb... İşçi sınıfının maruz kaldığı bu saldırılar sürekliliğinden hiçbir şey kaybetmeden bu yıl da devam etmiştir.

Mücadelenin daha da zayıfladığı bir yıl

2003 işçi sınıfının hak ve mevzileri bakımından bir dibe vuruş yılıdır. Ancak dibe vuruş hak ve mevzilerle sınırlı değildir. Hareket tarihinin en kapsamlı ve şiddetli saldırısıyla yüz yüze kaldığı bir dönemde mücadele planında da benzer bir durumu yaşamıştır. Kölelik yasasına karşı göstermelik birkaç eylem dışında ciddiye alınabilecek bir direniş gösterilememiştir. İşçi sınıfı tarihinin bu en kapsamlı ve en şiddetli saldırısı, suskunluk ve tepkisizlikle karşılanmıştır.

Sınıf hareketi cephesinden yaşanan bu zaafiyet sadece kölelik yasasına karşı mücadelenin gösterdiği bir durum değildir. Bunu doğrulayan bir diğer olgu ise, bu yıl içerisinde yapılan grev ve grevlere katılan işçi sayısıyla da doğrulanmaktadır. 2002 yılında 27 greve katılan işçi sayısı 4 bin 618 iken, 2003 yılının ilk on ayında yapılan 21 greve katılan işçi sayısı sadece bin 535 olmuştur. Bu rakamlar ancak 12 Eylül darbesinin yarattığı koşullardaki rakamlarla karşılaştırılabilmektedir. Öyle ki, 12 Eylül karanlığının hala en yoğun olduğu bir dönemde, 1985 yılında gerçekleşen 21 greve 2 bin 410 işçi katılmıştır.

Demek ki, 2003’te sınıf hareketi sadece yasal hakların savunulması bakımından değil, ücret ve diğer sosyal hak mücadeleleri bakımından da son yılların en geri noktasına düşmüş durumdadır.

Sınıf hareketinde mücadele planında yaşanan bu belirgin gerileme, özellikle sermayenin şiddetli saldırı yumruğu (kölelik yasası) ve ekonomik-sosyal haklarda önü alınamayan tırpanlama ile birlikte, sınıfın örgütlü ve örgütsüz kesimleri arasındaki çalışma ve yaşam koşulları geri bir noktada eşitlenmiştir. Sendikalarda örgütlü ve görece ekonomik-sosyal hakları yüksek kesimler, ya tasfiye edilerek ya da adım adım haklarının gaspı ile birlikte işçi sınıfının geniş ama kölelik şartlarında çalışan kesimleri karşısındaki göreli üstünlüklerini yitirmektedirler. Geçmişte küçük ve orta boy işyerlerinde geçerli ve olağan olan uzun çalışma saatleri, iş güvencesinden yoksunluk, düşük ücretler vb. uygulamalar, bugün giderek büyük ölçekli işyerlerinde de genelleşen ve geçerli olan uygulama halini lmıştır. İş yasası tüm bu vahşi ve kapitalistlerin sınırsız keyfiyetine dayanan çalışma düzenini olağanlaştırmış ve yasal-tek geçerli çalışma düzeni haline getirmiştir.

Bu haliyle denilebilir ki işçi hareketi, eğer tarihsel bir karşılaştırma yapılırsa, yüzelli yıl öncesinin, sendikaların henüz etkin sınıf örgütlenmeleri olarak ortaya çıkmadıkları geri ve karanlık dönemi benzer koşullarla yüz yüzedir. Kuralsızlık ve kapitalistlerin keyfiyette sınır tanımazlığı bu iki dönemi kesen ortak özelliklerdir. İşçi sınıfı mevcut örgütlülük ve mücadele düzeyi bakımından sermayeye karşı halihazırda “vahşi kapitalizm” dönemindeki gibi sömürüyü sınırlayacak ve kapitalistlerin keyfiyetine ket vuracak araçlardan büyük ölçüde yoksun bırakılmıştır.

Sermaye örgütlerinin temsilcileri ve her türden sözcüleri boşuna iş yasasını onlarca yıllık düşlerinin gerçek olduğu bir “devrim” olarak karşılamadılar. Sınıf hareketinin en geri noktasında olduğu bir dönemde cüret edilen bu saldırı yüz yıllık kazanımların gaspedilmesiyle işçi sınıfı için geniş anlamda bir karşı-devrim olarak nitelendirilebilecek sonuçlar doğurmuştur.

Sendika bürokrasisi çürüme
ve kokuşma içerisinde

Sınıf hareketi cephesinden bu karanlık tablo, bu “vahşi kapitalizm” çağına dönüş, sendikal örgütlülüklerin tümüyle işlevsizleştirilmeleri ve sınıf hareketine yabancılaştırılmalarıyla bir arada yaşandı. Hatta denilebilir ki birincisinin gerçekleşmesi ikincisinde alınan mesafe ölçüsünde olanaklı olabildi. Bilindiği üzere bu olgu yeni değildir. ‘80’li yıllardan bu yana gerek ideolojik gerekse fiziki saldırılar biçiminde ve sendikalar bünyesinde konumlanan burjuva ajanlar aracılığıyla sendikalar işçi sınıfının elinde bir silah olmaktan çıkarılarak, burjuvazinin işçi sınıfını denetleme ve kontrol altına alabilmenin etkili bir aracına dönüştürüldü. “Çağdaş sendikacılık” adı altında sınıf mücadelesi yöntemlerinin değil, fakat “işbirliği”, “uzlaşma” ve “diyalog&148; argümanlarının öne çıkarıldığı bu bütünlüklü saldırıyla birlikte, adım adım işçi sınıfı sendikalardan uzaklaştırıldı ve savunmasız bırakıldı.

2003 yılı, son 15-20 yılın ekonomik-sosyal saldırılarının doruğu ve genelleşerek bir öldürücü darbe biçimini aldığı bir yıldı. Örgütlülük planında da bu yıl sendikaların yaşadığı çürüme ve kokuşmanın doruk noktasını oluşturdu. Ya da daha doğru bir ifadeyle sendika bürokrasisi yakın dönemde olmadığı kadarıyla pervasız ve arsız biçimde sendikalara hakim olduğunu gösterdi. Sınıfa yönelik saldırılarda suç ortaklığını saklamaya dahi gerek duymadı. İhanet ve örgütlü sınıf kitlelerinin sendikalardan uzaklaşması oldukça belirgin biçimler kazandı.

Sınıf hareketinin yakın döneminde sendika ağaları hiç değilse bu tür saldırılar söz konusu olduğunda göstermelik hava boşaltma eylemlerine başvurarak, “mücadele ettik ama engelleyemedik” demagojisiyle sınıf kitlelerini denetim altında tutmaya çalışırlardı. Ancak sermayenin saldırıların dozunun arttırdığı bugünkü koşullarda artık böylesi eylemlere başvurmaya dahi gerek duymamaktadırlar. 2003 yılı bu bakımdan gerçek bir suskunluk ve tepkisizlik yılı olmuştur.

Kölelik yasasına karşı gösterilen tepkiler, DİSK’in AKP binaları önünde yaptığı basın açıklamaları ve bazı “ilerici” şubelerin suya sabuna dokunmayan eylemleriyle sınırlı kalmıştır. Zaten tüm sendika konfederasyon yönetimleri kölelik yasasının suç ortaklığını yapmışlardır. Bu suç ortaklığını kölelik yasasını kabul ettikleri bir protokolün altına imza atarak da tescillemişlerdir. Dahası Türk-İş ve Hak-İş bütünüyle olmasa dahi iş kanununa desteklerini sürdürmüşlerdir.

Genel kurullar başka bir açıdan sendika bürokrasisinin yaşadığı çürümenin ve sendikaların sınıf kitlelerine yabancılaşmasının aynası oldu. Saldırıların yoğunlaştığı ve tabanda rahatsızlıkların büyüdüğü bir dönemin ardından yapılan Türk-İş Genel Kurulu’nda neredeyse son 10 yıllık pratiğin sorumluluğunu taşıyan yöneticiler geçmişte olmadığı kadar rahat bir biçimde yerlerini korumaya devam ettiler. Uzun yıllar sonra Türk-İş Genel Kurulu’nda tek listeyle seçimlere gidildi. Yanı sıra, Genel Kurul’da muhalif sesler oldukça cılız ve olduğu kadarıyla sendika bürokrasisine karşı tavır alma iradesinden yoksundu. Bununla birlikte herşeye rağmen bağımsız ve aykırı birkaç ses ise pervasızca boğuldu. Türk-İş Genel Kurulu, işçi sınıfına yönelik ağır saldırıların sorumluluğunu taşıyan bir başbakann konuşturulduğu, işçilerin ve ilerici sendikacıların dışlandığı bir genel kurul olarak, sendikaların yaşadıkları çürüme ve kokuşmayı çarpıcı biçimde ortaya koydu. Türk-İş Genel Kurulu için söylenenler diğer konfederasyonlar için de geçerlidir. Nitekim aynı günlerde toplanan Hak-İş Genel Kurulu’nda da benzer görüntüler yaşandı.

Ancak sendikaların yaşadığı çürüme ve kokuşma sadece konfederasyon yönetimleri düzeyinde değil, aşağıya doğru şube yönetimlerine kadar uzanmaktadır. Göründüğü kadarıyla karanlık ve kirli bir ilişkiler ağı sendikalara egemen olmuş bulunmaktadır. Sınıfa yabancılaşmış ve kendi içinde çıkar çatışmalarıyla saflaşmış bir kast, bugün sendikaları elinde tutmaktadır. Ama sendikalara egemen olan sadece bu kirli kastlaşmanın fiziki varlığı değil, değer ve normlarıdır da. Artık sendikalarda yönetime gelmenin yolunun bu ilişkiler batağına bir biçimde saplanmakla mümkün görüldüğü, kabullenildiği bir ahlaksızlık ve çürüme hali sendikalardaki ortama egemen olmuştur.

Sendikaların bu tablosu ve sınıf dışı örgütlenmeler haline gelmeleri, işçi sınıfı içerisinde değişik tepkilere konu olsa da, bu gerici kast sendikalarda tam bir egemenlik kurmuştur. Tüm kirli ilişki ve yöntemler olağanlaşmış durumdadır. Sınıfın örgütlü kesimleri büyük ölçüde, artık sendika bürokratlarının ihaneti ve sınıfa yabancılıkları karşısında çaresiz ve teslim olmuş bir ruhhali içindedir.

Sendikal bürokrasiye yönelik tabandan her girişimin sistematik olarak bastırılması nedeniyle, geçmişte olduğu gibi alt kademe sendika yöneticilerinden de ciddi bir tavır ve inisiyatif artık görülmemektedir. 2003 yılı başında İstanbul’da alt kademe yöneticilerince oluşturulan İstanbul Sendikalar Birliği ölü doğmuş, üst kademe yöneticilerin şiddetiyle karşılaşmayı dahi göze alamamıştır. Bu platformun iş kanununun çıkarıldığı dönemde ve 1 Mayıs’ta gösterdikleri yaklaşım, bunu en açık biçimde doğrulamıştır.

Mevzi direnişler ve belirginleşen
sendikal örgütlenme arayışı

Sınıf hareketinin örgütlülük ve mücadele düzeyi bakımından yakın tarihinin en geri noktasına düştüğü, sendikaların örgütlü işçi kitleleri içerisinde tam bir işlev yitimi yaşadığı bu dönem, tersine sınıfın örgütsüz kesimlerinde sendikalaşma yönünde arayış ve girişimlerin yoğunlaştığına tanık olundu. Özellikle orta ölçekli fabrikalarda sendikalaştıkları için işten atılan işçiler direnişe geçerek sendikalaşma yönünde taşıdıkları güçlü iradeyi gösterdiler. Sendikalaşma dışında, kölelik yasasının uygulamalarına ve işten atılmalara karşı da birçok işçi direnişi yaşandı.

Örgütlü işyerlerinde çeşitli biçimlerde sendikasızlaştırma yaygınlaşıp, bu işçiler de işçi sınıfının geniş bölüklerinin çalışma ve yaşam koşullarına itilirken, milyonlarca işçinin paylaştığı çalışma ve yaşam koşulları çıplak bir kölelik düzeninin ifadesi haline gelmiştir. Sendikalaşan birçok işyerinde, kapitalistlerin karşı saldırıları üzerine başlayan direnişteki birçok işçi, artık kaybedecek hiçbir şeylerinin olmadığını, sendikalaşmak dışında başka bir yollarının kalmadığını söylemektedirler.

İşte bu koşullar, işçi sınıfının geniş bölükleri içerisinde sendikalaşma eğilimini güçlendirmekte, bu yönlü girişimleri çoğaltmaktadır. “Bu anlaşılır bir durumdur. Zira sendikal örgütlenme hakkı işçi sınıfının kolektif hafızasında kazınmazcasına yer ettiği gibi, sendika da işçilerin sınıf özellikleri ve sezgileriyle son derece yatkın oldukları bir ilk örgütlenme biçimidir. Bu gerçek, Türkiye işçi hareketinin yakın tarihinin sunduğu verilerle de örtüşmektedir.” (Ekim, Başyazı, Sayı 232, Aralık 2003)

Sınıf hareketinde örgütsüz bölüklerin bu hareketliliği dikkat çekici bir olguyu daha ortaya koymaktadır. Birçok veri, genç işçi bölüklerinin yoğun biçimde sendikalara üye oldukları yönündedir. Özellikle metal işkolunda bu dikkat çekici bir olgudur. Bu, sendikaların bir yandan geleneksel tabanını oluşturan kesimlerin erozyona uğradığı gerçeğiyle birarada düşünüldüğünde, sendikaların yaşadıkları çürüme ve kötürümleşme karşısında genç ve diri güçler tarafından omuzlanacak yeni bir dalganın ilk birikimleri olarak değerlendirilmelidir. İşçi hareketinin dibe vurduğu, mücadele ve örgütlenme kapasitesi bakımından oldukça geri bir noktaya düştüğü koşullarda, bu olgu mevcut durumun geçici olduğunu anlatmaktadır. İşçihareketi, düşürüldüğü yerden sendikal örgütlenme bir ilk halka olmak üzere çıkış kanallarını yaratacak ve ayağa kalkacak güçleri hazırlamakta ve biriktirmektedir.

Özelleştirme karşıtı mücadele ve dinamikler

Yukarıda işçi sınıfı tarihinin ilk dönemleri ile kurduğumuz paralellik, örgütsüzlük ve dağınıklık planında benzerlikler taşısa dahi, bu durumdan çıkış koşulları bakımından işçi hareketi bugün tarihinin ilk dönemlerinden farklı bir dizi avantaja da sahiptir. Bu, öncelikle belirtildiği üzere, “sendikal örgütlenme hakkı işçi sınıfının kolektif hafızasında kazınmazcasına yerettiği” gerçeğinde karşılık bulmaktadır.

İkinci olarak, sınıf hareketinin halihazırda örgütlü bulunan kesimleri cephesinden herşeyin bitmediği gerçeğidir. Özellikle özelleştirmenin hedefinde bulunan işyerleri başta olmak üzere genel ve merkezi saldırılar, mücadele bilinci ve isteğini sürekli diri tutuyor. Sendikalaşma yönündeki yaygınlaşan hareketlenme ile birleşebildiği ölçüde hem yaşanan sıkışma bir parça da olsa aşılabilir, hem de sınıfın geniş bölükleri içerisindeki arayış daha da güçlendirilebilir.

Özelleştirmenin hedefindeki stratejik işyeri ve fabrikalarda (Petkim, Tüpraş, TEKEL vb.) yaşanacak mücadele büyük önem taşımaktadır. Geride kalan yılda söz konusu işyerlerindeki özelleştirme karşıtı mücadeleye, alıcı sermaye heyetlerinin işyerlerine sokulmaması yönündeki eylemlerde görüldüğü gibi, kararlı ve militan bir ruhhali egemendi. Ancak sendikal bürokrasi bir kez daha bu alanda da rolünü oynayarak bu mücadeleyi kontrol etmede başarılı oldu. Bunun en açık örneği Petkim’de görüldü. Özelleştirme saldırısına karşı en hazırlıklı işyeri olan Petkim ihaleye çıkarılıp satılırken, işçilerin tepkisi oldukça cılız ve etkisiz kaldı. Sermaye içi çatışmaların bir sonucu olarak satış iptal edildi ve Petkim’de süreç devam ederek 2004’e sarktı.

Petkim örneği, özelleştirme karşıtı mücadelenin taşıdığı zayıflıkları bir kez daha açığa çıkardı. Sendikal bürokrasinin denetim mekanizmalarını aşacak bir taban hareketi olmaksızın, bu fabrikalardaki sonuç geçmiş örneklerden farklı olmayacaktır.

Tekel işçileri, mücadele görevlerinden uzak duran genel merkez yöneticilerine yönelik tepkilerini sendikayı basıp, yöneticileri tartaklayarak gösterdiler. Tekel işçilerinin davranışı, işçi hareketinde yakın dönemde görülmeyen bir örnek olarak oldukça önemlidir. Tek Gıda-İş yöneticilerinin belli bir mücadele söylemi tutturmak ihtiyacı duymaları, (son bir manevrayla saf değiştirmelerine karşın) Türk-İş yönetimi karşısında bir süre “muhalif” rolü oynama ihtiyacı hissetmeleri, tabandaki bu tepkinin ürünü davranışlardır.

Yeni güç ve mevzilerin kazanılacağı bir yıl

Bu tablodan hareketle 2003 yılını, sınıf hareketi için hak ve mevziler bakımından kayıp yıl olarak tanımlayabiliriz. Bununla birlikte ileriye çıkış için sınıfın geniş kesimlerinde yaygın ve yoğun bir mayalanmanın varlığı da, bu yılın en önemli olgularından birini oluşturmaktadır. Genç işçi kuşağına dayanan ve sendikal örgütlenme bakımından güçlü bir arayışı ifade eden bu olgu, 2004 yılını sınıf hareketi için yeniden toparlanma ve ayağa kalkış yılı haline getirecek dinamiklerin ifadesidir.

Komünistlerin 2003 yılında sınıf çalışmasında katettikleri mesafe ve önlerine koydukları hedefler düşünüldüğünde, sınıf hareketi içerisindeki yeni mayalanma ve arayışlara yanıt vermek için doğru bir perspektife ve açıklığa sahip oldukları bellidir. Komünistler yeni yılda, sınıf çalışmasında mevcut güç ve imkanları bu perspektif ve açıklıklar doğrultusunda değerlendirmek, çok yönlü ve planlı bir çalışma tarzı ile yeni mevziler kazanmak göreviyle yüzyüzedirler. Sınıf kitlelerinin örgütlenme ve sendikalaşma mücadelesine önderlik etmek, böyle bir önderlik pratiği içerinde sınıfın ileri ve öncü güçlerini eğitmek, sınıf kitlelerini birleştirerek sendikaları gerçek sınıf örgütleri haline dönüştürmek, sınıfın en mücadeleci ve en diri unsurların parti saflarına katmak, temel politik-pratik yüklenme alanıdır.

2003 komünistler için bu yönde önemli deneyim ve imkanların biriktirildiği bir yıl olmuştur. 2004 ise 2003’ün birikimlerine yaslanarak sınıf çalışmasının yeni güç ve mevziler kazanacağı, önderlik pratiğinin örneklerinin çoğaltılacağı bir yıl olmalıdır.